Yabancılaşmış Bilinç Olarak Bilim: Soyut Düşüncenin Doğuşu, Modern Kapitalizm, Modern Bilim
Aşağıdaki metin, Alfred
Sohn-Rethel’in 1974’te Londra’daki Çağdaş
Sanat Enstitüsü’nde “Yabancılaşma”
başlığıyla düzenlenen seminer dizisi çerçevesinde yaptığı konuşmanın yazıya
dökülmüş halinden seçilmiş bölümlerdir.
Radical Science dergi kolektifinin
önerisi üzerine Sohn-Rethel tarafından yazıya geçirilen konuşma, Radical
Science Essays (1986) adlı kitapta, “Science as Alienated
Consciousness” başlığıyla yayınlanmıştır.
İngilizce metin, dergi
editörleri ile yazar arasındaki yazışmalar sonucunda gözden geçirilip
genişletilmiştir.
Alfred Sohn-Rethel’in
Türkçeye de çevrilen Zihin Emeği, Kol Emeği:
Epistemoloji Eleştirisi adlı eseri bu konulardaki temel
kaynaklardan biridir.
Matematiksel akıl yürütme
yetimizin, veya modern bilimin belirli aksiyomatik ilkelerinin, içinde
geliştikleri tarihsel çağın toplumsal temeline ait unsurlardan biçimsel olarak
türetildikleri açıkça ortaya konabilirse, idealizmin dayandığı zemin de tümüyle
altından çekilecektir.
Şayet toplumsal temeller
köklü değişimlerden geçiyor, bu değişimler de emeğin toplumsal bağla ilişkisi
üzerinde etkide bulunuyorsa, o zaman bilimin formları ve aksiyomatik
ilkelerinde de önemli değişimler olmalıdır.
Nitekim bu tür
değişimler, Galileo-Newton fiziğine karşılık 20. yüzyıl görelilik kuramı ve
kuantum mekaniğinde son derece belirgindir.
Bu tür değişimler aynı
zamanda zihin ve kol emeği arasındaki gerçek veya potansiyel ilişkileri de
etkiler.
Dolayısıyla, matematik ve
doğa bilimini yabancılaşmış bilinçle ilişkilendiren makul bir argüman, bilimi
gizemden arındırarak ve toplumsal üretim ilişkileri ile doğayı kavrayışımız
arasındaki tarihsel bağı idrak etmemizi sağlayarak, sosyalizmin inşasına
katkıda bulunacaktır.
Bilimin ve bilim
insanlarının insanlığı aydınlık bir geleceğe taşıyacak rehberler olduğundan
şüphe etmek ve bunu dile getirmek alışılmadık bir şey değil.
Fakat ben, bilime yönelik
olarak, bilimin kötüye kullanılma olasılığına bağlı güven kaybından (hatta
şüpheden) daha derine inmeyi amaçlıyorum.
Bilimin mahiyeti üzerine
düşünmeyi; bilimin yabancılaşmayla birlikte ele alınması gereken bir bilme
biçimi olduğunu göstermeyi amaçlıyorum.
Bilim ile toplumsal değerler arasındaki
ilişkiye dair geleneksel yoruma aykırı bir yaklaşım bu.
Ortodoks bilimin pozitivist tutumundaki en
belirgin özellik, tek
tek olgu ve teorilere, içinde kök salmış oldukları değer ilişkileri ağından
bağımsız muamele etmesidir.
Aynı tutum, bilime,
toplumsal değerlerden bağımsız bir bütün gibi bakar.
Gelgelelim pozitivist bir
bilim insanı bile, klasik Yunan felsefesi ile matematiğini veya 16. ve 17.
yüzyıllardaki bilimsel devrimi doğuran tarihsel koşulların ne kadar önemli
olduğunu inkâr etmeyecektir.
Zihinsel faaliyetteki bu
iki büyük atılımın, içinde geliştikleri tarihsel dönemden beslendiğini o da
teslim edecektir.
Şayet düşünce tarihi
hakkında biraz bilgi sahibiyse, antik Yunan’daki metamatiksel fikirlerin modern
bilimin yükselişindeki can alıcı bir unsur üzerinde –Galileo Galilei’nin doğa
felsefesinde– temel bir etkisi olduğunu da kabul edecektir.
Lakin bilginimiz, bu
çağların ekonomik sistemleri ile, onlara damgasını vuran soyut kavramsal akıl
yürütme biçimi arasındaki ilişkinin önemini vurgulama noktasında Marksistlere
katılmaya yanaşmayacaktır.
Bir Marksist için bu iki
tarihsel dönemin özel bir önemi vardır.
İlkinde, MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda madeni
paranın icadı ve hızla yayılmasında görüldüğü üzere, meta üretimi tam bir
gelişmişlik düzeyine ermiştir.
İkincisinin önemi ise,
elbette, modern bilimin doğuşunun modern kapitalizmin doğuşunda köklenmiş
olmasından ileri gelir.
Toplumsal gelişmenin bu
iki aşaması da insanlık tarihi açısından olağanüstü önem taşır.
Yunan biliminin ve
Galileo biliminin temel kavramsal formasyonları ile,içinde geliştikleri
tarihsel çağ ve kendilerine özgü üretim tarzları arasındaki dolaysız bağı
göstermek mümkün olursa, pozitivist yorumcu ve tarihçilerin inkârlarına rağmen
bilimin toplumsal mahiyeti görülür.
Bilimin nesnelliği,
toplumsal meseleler karşısında tarafsız olmasını gerektirir; bu toplumsal
tarafsızlığın kabulü, her bilim insanının geçtiği eğitimin bir parçasıdır.
Bilimsel hakikatlerin,
zamandan, oluşma ve uygulanma koşullarından bağımsız olarak geçerli olduğu
kabul edilir.
Bilim insanı profesyonel
yaşamında hayatın diğer tüm unsurlarına gözünü kapatır.
Peki bu tarafsızlık
gerçekten bilime içkin ve onun nesnelliğine bağlı mıdır?
Burada daha derin bir
görmezden geliş söz konusu olmasın – bilim insanının ve bilimin, sermayenin
çıkarlarındaki rolünün görmezden gelinişi?
Bu durumda bilimin
nesnelliği, tam da, onun yabancılaşmasının dışavurumu olur; bilim insanını, kol
emeği ile kafa emeğinin ayrılışının ne anlama geldiğini idrak etmekten
alıkoyar.
Yabancılaşmış bir bilinç
biçimi olarak bilim eleştirisi, bilimin gelişim evreleri boyunca kol emeğiyle
arasındaki ilişkinin incelenmesini gerektirir.
Başka deyişle, bilimin
toplumdan ayrılmasının eleştirisi, zihin emeğinin kol emeğinden ayrılmasının
eleştirisine koşuttur; keza bütünleşmeleri de, sınıfsız bir topluma götürecek
sosyalist ilerlemenin ölçütüdür.
Bilimin, işaret ettiğimiz
anlamda yabancılaşmış bilinç olup olmadığı sorusu, ancak bilimin tarihsel
kökenleri dikkatle incelenerek cevaplanabilir – daha kesin söylemek gerekirse,
bilimi, meta üretiminin toplumsal tarihinin bir ürünü olarak ele alıp incelemek
gerekir.
Bundan kastım, bilimsel düşüncenin kavramsal
temelini veya mantığını, meta üretiminin toplumsal ilişkilerinden
çıkarsamaktır.
Başka deyişle, pozitivist
bilim insanının tümden imkânsız addettiği bir şey yapmayı amaçlıyorum – bu
hususu özellikle vurgulamak isterim.
Zihinsel formların mantıksal yönleri ile
tarihsel yönlerini birbirinden tamamen bağımsız biçimde
ele almak idealist düşüncenin ortak eğilimidir – sözgelimi pozitivizmde ve
(Hegel hariç) geleneksel düşüncede böyle yapılır.
Bu eğilim, bir ilişkinin
terimlerinin karşılıklı ve birbirine nüfuz eden yönlerini hesaba katmaz: yani,
diyalektik olmayan düşüncenin alamet-i farikasıdır bu eğilim.
Oysa anlam ilişkiseldir.
Diyalektik olmayan
düşüncenin sonucu, bu örnekte, mantığın ve
tarihin ayrılması ile kol ve zihin emeğinin ayrılmasının birbirine payanda olmasıdır: Mantık unsurundan ayrı
olarak yürütülen tarihsel analiz, sınıflı bir toplumun doğal ve kaçınılmaz
olduğunu düşünmeye devam etmemize yarar.
Dolayısıyla bilimin
özünde tarihdışı mı olduğu, yoksa meta üretimi çağındaki toplumsal tarihin bir
sonucu mu olduğu sorusu hem önemli hem de açık uçludur.
Burada, Galileo biliminin
kuruluşunda başat rol oynamış belirli bir kavramı incelemek istiyorum:
“hareketteki eylemsizlik” [inertial motion] kavramını.
Bu, harekete ilişkin,
tamamen matematiksel işleme tabi, ampirik olmayan, düşünsel bir kavramdır ve
modern bilimdeki matematik ve
deney yönteminin köşetaşı işlevi görmüştür.
Bu yöntemin kuruluşunda
bilim, matematiğin doğanın dili olduğu inancına uygun olarak hipotetik doğa
kanunlarını ortaya koymayı vaat etmiştir.
Bilim ayrıca, kol emeği dışındaki
kaynaklardan, hatta kol emeğine tamamen yabancı olup sermayenin ihtiyaçlarına
uyum gösteren zihinsel kaynaklardan, doğaya ilişkin kesin bilgiyi devşirmeyi
vaat etmiştir.
Bu bilimin kavramsal
kuruluşunda, tarihsel gerçekliklerle her türlü bağ nihayet koparılır.
Bizi bekleyen iş, “hareketteki eylemsizlik”
kavramının tarihsel temellerini ortaya koymak ve kavramın cazibesinin –soyut,
matematiksel bir bilgi türü olarak çekiciliğinin– bu tarihsel temellerde
yattığını göstermektir.
Marksist eleştiri lehine
zar tutmadığımızdan emin olmak için, hareketteki
eylemsizlik kavramıyla ilgili iddianamemize başlarken idealist bir tarihçinin ferasetli tanıklığına
başvuracağım: Alexandre Koyré.
Kendisi, bilim tarihinin,
fikirlerin kendi içindeki tarihi olduğunu savunan, dolayısıyla toplumsal
ilişkileri dışarda bırakan seçkin tarihçilerden biri.
Galileo hakkındaki kapsamlı
incelemelerinin iyi bir özeti olan “Galileo ve 17.
Yüzyılın Bilimsel Devrimi” başlıklı yazısından aktarıyorum:
Modern fizik, yani Galileo’nun
çalışmalarıyla, Galileo’nun
çalışmalarında doğ[an] fizik, eylemsizlik yasasını en temel yasası olarak
görür.
Eylemsizlik ilkesi çok yalındır.
Kendi haline bırakılmış bir cismin,
herhangi bir dış gücün müdahalesine uğramadığı sürece, durgunluk ya da hareket
halinde kaldığını söyler.
Başka deyişle, durgun haldeki bir
cisim, harekete sokulmadıkça, sonsuza dek durgun halde kalacaktır.
Hareket halindeki bir cisim de, dış
bir güç kendisini engellemediği sürece, hareket etmeyi sürdürecek, düz çizgi
üzerindeki tekbiçimli hareketi içerisinde kalacaktır.
Hareketteki eylemsizlik ilkesi bize
çok açık, inandırıcı, hatta
pratik açıdan apaçık görünür.
Galileo’nun hareket kavramı (tıpkı
mekân kavramı gibi) bize öyle doğal görünür
ki, hiç kimse bir eylemsizlik hareketini gözleyememiş olduğu halde (zira böyle
bir hareket tümüyle ve kesinlikle olanaksızdır, her şeyden önce
mutlak boşlukta hareket etmeyi
önvarsayar), eylemsizlik yasasının deney
ve gözlemden çıkarsandığını sanırız.
Yine, doğanın incelenişinde
matematiği kullanmaya öyle alışmışızdır ki, Galileo’nun “doğa kitabı geometrik
harflerle yazılmıştır” savındaki yürekliliği görmeyiz; mekaniği matematiğin bir
dalı olarak inceleme, yani günlük deneyimin gerçek dünyasının yerine tanrısallaşmış
bir geometrik dünya koyma, gerçeği olanaksızla açıklama kararındaki aykırılığın
bilincine varamayız.
Dolayısıyla Koyré’ye
göre, Galileo’nun “hareketteki eylemsizlik” kavramı deneyimden çıkarsanmamıştı.
Galileo’nun çığır açıcı
fikri, benzersiz bir üstünlüğü olan gayri ampirik bir kavramdı: hem doğadaki
sayısız olayda ortak olan hareket unsuruna sahipti, hem de aynı zamanda Öklid
geometrisine ait bir unsur gibi ele alınabilecek bir matematik kavramıydı.
Nitekim bu kavramın
açtığı kapı sayesinde matematik, verili hareket fenomenlerinin analizinde
kullanılıp, deneyle sınanabilecek matematiksel bir hipotez ortaya koymaya
yarayan bir araç olarak kendini kurabildi.
Soyut
Düşüncenin ve Bilimin Kökenleri: Meta Mübadelesi Soyutlaması
“Bilim” terimi, Yunan
antikitesinden beri, nesneler dünyası hakkında akılla denetlenen düşünce ve
bilgi geleneğini temsil ediyor.
Aynı zamanda zihin
emeğinin kol emeğinden kesin çizgilerle ayrışmasını temsil ediyor.
Bu ayrışma, uygarlık
öncesi komünal üretim tarzlarının özelliği değildi; rasyonel sosyo-ekonomik
pratik ile rasyonel doğa teorisini birleştiren bir toplum kurabilsek, zihin ile
el arasındaki bu temel ayrışma devam edemez.
Fakat biz şimdi, bir yandan daha iyi bir
geleceği düşünürken, içinde bulunduğumuz berbat karmaşanın
yapısal unsurlarına ve
tarihsel özelliklerine bakalım.
MÖ 500 dolaylarında
kavramsal akıl yürütmenin ortaya çıkışını kimileri “Yunan mucizesi” olarak
adlandırmıştır.
Bizim de bakmamız gereken
tarihsel ve mantıksal fenomen bu: Söz
konusu olaya, meta üretiminin anarşik toplumsal süreci temelinde
bir açıklama getirmemiz gerekiyor.
Peki onun yabancılaşmış
bir bilinç biçimi olduğunu gösterebilir miyiz?
Bu bilincin “hakikat”
fikrine sahip olduğu kuşku götürmez, peki bizzat “hakikat” fikri tarih içinde
yanlış bilincin tasarrufunda mı ortaya çıkmıştır?
Bu bilinç zorunlu olarak
mı yanlıştır?
Argümanın özüne
yaklaşıyoruz ve haliyle teknik Marksist dile meylettiğimi görüyorum.
Tanımları açmak ve
argümanı özetlemek için, George Thomson’ın benim yaklaşımımı da
özlü bir şekilde ortaya koyan şu savına başvuracağım: “Saf akıl” kavramı,
klasik Yunan’da, para ekonomisi ilişkilerinin bir yansıması olarak
oluşturulmuştur.
Şöyle diyor George Thomson:
Bu yolla, özne, yani insan, kendisini
dış dünyadan, nesneden soyutlamayı ve onu ilk defa insan iradesinden bağımsız, kendi
yasalarıyla belirlenen doğal bir süreç olarak görmeyi öğrendi.
Fakat aynı soyutlama eylemiyle insan,
yeni düşünce kategorilerinin, onları yaratmış olan toplumsal ve tarihsel
koşullardan bağımsız, içkin bir geçerlilikle donatılmış olduğu yanılsamasını da
beslemeye başladı.
İşte bu, “toplumsal açıdan zorunlu yanlış
bilinç”tir ve bu yanlış bilinç, bir yandan günümüze kadar modern bilimin
epistemolojik temelini sağlamış, öte yandansa filozofları, meta üretiminin
ideolojik refleksi olarak gelişmiş olan “ussal özerklik”lerinin sınırlarını
fark etmekten alıkoymuştur.
Thomson sözlerine, “çağın
yanılsaması” meselesiyle devam ediyor:
Sınıflı toplumun her çağında,
yerleşik toplumsal düzene tarihin değil de doğanın bir ürünü olarak bakmak,
yönetici sınıfın ayırt edici özelliğidir.
Marx ile Engels’in “çağın
yanılsaması” dedikleri budur.
“Toplumsal açıdan zorunlu yanlış
bilinç” kavramının karşılığıdır bu ve “insanların varoluşunu belirleyen
bilinçleri değil, tersine bilinçlerini belirleyen toplumsal varoluşlarıdır”
şeklindeki Marksist ilkeden türetilmiştir.
Bu yanılsamalar, yönetici sınıfın
felsefi ve bilimsel teorilerinde kaçınılmaz bir biçimde
yansır.
Doğa ve insan dünyası, aslında
tarihsel olarak belli bir çağda belli bir
sınıfın durumuyla belirlenmiş olmalarına karşın mutlak
hakikatler olarak sorgusuz kabul edilen varsayımlar temelinde yorumlanır.
Şimdi argümana dönelim:
Hem Yunan felsefesinde hem de Galileo ve Newton bilimlerinde rastladığımız,
zamandan bağımsız evrenseller çerçevesinde düşünme biçimine temel oluşturan
özgül soyutlamanın kökeni nedir?
Ben bu soruya Marksist
bir cevap veriyorum: Bu
soyutlamanın birincil kaynağı olarak zihne ve düşünmenin doğasına değil, meta
üretiminin toplumsal sürecine bakıyorum.
Bu soyutlama, teorik bir
kavram haline gelmesinden çok daha önce, toplumdaki mübadele sürecinde işlemeye
başlamıştı.
Kökeni düşünce değil,
insan eylemiydi.
Modern
Kapitalizm, Modern Bilim
Klasik antikite ve
Ortaçağ boyunca hâkim üretim biçimi küçük
köylü ve zanaatkâra dayanıyordu.
Fikir ile icraatın,
tasarlama ile yapmanın, kafa ile kol gücünün üretici
şahsındaki birliği üzerine kuruluydu.
Üretim süreci içerisinde
bilimin uygulanması için bir ihtiyaç olmadığı gibi, buna elverişli bir alan da
yoktu.
Ancak, Ortaçağ’ın
sonlarında başlayan ve sonraki üç veya dört yüzyıl boyunca (aşağı yukarı
1200-1600 arasında) genişleyip derinleşen ticari devrim, bu durumda yavaş yavaş
değişime yol açtı.
Çok ilginç bir tarihsel
dönemdir bu, aynı zamanda barutun ve ateşli silahların icadına, harp
tekniklerinde topyekûn devrime tanıklık etmiştir.
Bu gelişmeler, birçok
farklı faaliyet alanında, zanaatkârın ekonomik, teknik ve teorik açıdan sınırlı
imkânlarının yerine getirmekte yetersiz kaldığı birtakım işler doğurdu.
Ekonomik açıdan,
zanaatkârlar ticari sermayedarlara bel bağlamaya (dolayısıyla giderek onların
hükmü altına girmeye) başladılar.
Teknik alanda ise, küçük
bir zanaatkâr azınlığının, “uygulama ustaları”na, sanatçı ve mimarlara
dönüştüğünü görüyoruz.
Bu durum özellikle kent
sarayı, sur, kamusal anıt ve katedral inşaatı; nehirlerin tanzimi ve su
rezervlerinin tasarlanması; gittikçe daha da ağırlaşan silahların dökümü; maden
çıkarma ve ulaşım alanlarında artan talep gibi, büyük ölçekli işlerde yaşandı.
Bu “ölçek ustaları”,
başta matematikçiler olmak üzere âlimlerin bilgisine başvuruyordu, böylece
pratik işler ile matematiksel analiz ve
teori arasında yepyeni bir simbiyoz oluştu.
Brunelleschi gibi yapı
ustaları, Toscanelli gibi âlim ve matematikçilerle istişare ediyordu.
Toscanelli, matematiğini
daha önce hiç bedensel işle bağlantılandırmamıştı, Brunelleschi de bedensel
işlerini onlara uygun bir matematikle…
Toscanelli’nin
mektuplarından öğreniyoruz ki, bu işbirliğinin sonuçları ikisini de çok
heyecanlandırmış.
Başka isimlere
baktığımızda da aynı hikâyeyi görüyoruz: [Bonaccorso]
Ghiberti, Donatello ve Alberti, Giorgio Martini, Leonardo ve Dürer’in
isimlerine, [Niccolo Fontana] Tartaglia ve Benedetti, Cardano ve Ferrari,
Stevin ve nihayet bizzat Galileo gibi danışman matematikçiler eşlik etmiştir.
Modern bilimin evrimini
mecazen şöyle tarif edebiliriz: matematiğe
ve zanaate ait unsurların tek bir zihnin kapsamı içine yerleştirilmesi.
Ama âlim ile üretici
arasında Ortaçağ’da açılan mesafe kapatılırken, bu kez kapitalist istihdamdaki
proleter emek kütlesi için üretici güçleri tasarlayan bilim insanıyla arada
daha da büyük bir mesafe açılır.
Matematiğe ve deneye dayalı yöntemde, bedensel
organların –ellerin
ve duyuların– rolü, ölçme araçlarının yorumlanmasına indirgenir: bireysel
üreticinin somutluğunu, sosyalleştirilmiş zihnin matematiğine ve onun zamandan
bağımsız evrensel mantığına tercüme eden araçlardır bunlar.
Röneans’a dönersek,
Galileo’nun selefleri, mekânda harekete ilişkin ampirik tasavvurlardan
kurtulmayı başaramadıkları için başarılı bir teknik keşfedememişlerdi.
Galileo’nun tamamen
matematiğe dayanan eylemsizlik kavramı, bir doğal
fenomen olarak hareketin analizini, deneyime bağımlı olmayan soyut toplumsal
düşünceyle aynı seviyeye getiriyordu.
Galileo’nun
düşüncesindeki devrim niteliğindeki bu dönemeç, kapitalistlerin
zanaatkâr atölyelerine ve üretim araçlarına el
koyma hamlesiyle bire bir örtüşüyordu.
Bu el koyma yoluyla
kapitalistler “üretici”ye ve (bundan da ironik bir yanlış adlandırmayla)
“imalatçı”ya dönüşürken, gerçek üreticiler ücretli emekçi olarak onun için
“çalışma”ya başlıyordu.
Üretim ilişkilerindeki bu köklü değişimle
birlikte, üretim sürecinin sorumluluğu zanaatkâr-ustadan kapitaliste devroldu.
Çoğunlukla vasıfsız olan
kapitalist, bu sorumluluğunu ancak parası aracılığıyla yerine getirebiliyordu.
Parasını sermaye olarak
kullanan kapitalistin pazardan satın aldığı malzeme ve hizmetleri kendi
denetimi ve talimatları altında biraraya getirmesiyle, üretim sürecinin
bütünselliği oluşuyordu.
Kapitalistin üretim
sürecine bilfiil katılmasını sağlayacak üretici bir işlevi olmadığı için, bu
sürecin –kapitalistin ideolojisi açısından– kendi kendine işleyen bir süreç
olması gerekiyordu.
Kapitalist, kapitalizmin
üretim ilişkilerini zorunlu, kaçınılmaz, otomatik ve doğal (adeta bir kanun)
gibi sunuyordu işçiye.
Bu determinizm ve
otomatiklik görüntüsü, söz konusu mekanizmanın teknolojik mahiyetinin sonucu
değildir; belirli toplumsal ilişkileri (ve onların makineler biçiminde
sabitlenmiş tarihlerini) birer doğa kanunu gibi temsil eden kapitalizm
ideolojisinin parçasıdır.
Klasik mekanik teorisi,
üretim sürecindeki bu otomatiklik ve
kaçınılmazlık görüntüsüyle mükemmel bir uyum içindedir ve
çoğunlukla kapitalist ilişkilerin analojisi olarak kullanılır.
Üretimin sermayenin
kontrolüne geçmesi ile klasik mekaniğin epistemolojik
temeli arasındaki bu sıkı bağa rağmen, kapitalist üretim henüz bilimden sonuna
kadar yararlanma aşamasında değildi; bu aşamaya 19. yüzyılın ikinci yarısında
gelinecekti.
Üretim sorumluluğunun tamamen ve yalnızca
sermayenin kontrolüne geçmesi için, zanaate dayalı üretimin tüm izlerinin
ortadan kaldırılması gerekiyordu.
Bu gerçekleştirildikten
sonradır ki, üretim işi, üretim sürecinin teknolojisini ve örgütlenişini
geliştirmek için tamamen bilime bel bağlar hale gelmiştir.
Bu tarihe gelindiğinde
kapitalizm serbest piyasa rejiminin sonuna gelmekte, tekelcilik evresine
yaklaşmaktadır; bu evreye hükmeden ayırt edici özellik ise, meta üretiminin
piyasa düzenleyicilerinin manipüle edilmesi gereğidir.
Bu da toplumsal sentezde
değişimlere yol açacaktır.
Yeni fizik biçimlerinin
gelişmesi de buna eşlik eder.
Hikâyemizde yepyeni bir
bölümün yazılmasını gerektiren bir
noktaya gelmiş bulunuyoruz.
Bu noktada yapılacak
ayrıntılı bir analizde, “bilimsel yönetim” taşıyıcı bant fabrikaları ve yeni yönetim
bilimleri ile, kuantum mekaniği ve
moleküler biyolojinin biçimsel özellikleri arasındaki bağlantıların
vurgulanması gerekecektir.
Burada amacım, hem
yararlı bir perspektif kazanmamıza imkân verecek kadar bize uzak olan, hem de
bugün bilimi hâlâ meta formuyla ittifak içine sokan yabancılaşmış düşünme ve
varlık tarzını verimli biçimde eleştirme yolları sunacak kadar zamanımıza
benzeyen bir döneme odaklanan bir analiz tarzı sunmaktı.
Hâlâ sermayenin
standartlarına tabi olmaya devam eden bilimsel anlayışlar, bu açıdan kafa ve
kol emeği ayrımını idame ettirmektedir.
Bilim ile kapitalist meta
ilişkileri arasındaki mevcut sentezi aşan bilimsel
yaklaşımlar, zihin ile kol emeğinin toplumsal birliğine destek olacak
perspektiflere katkıda bulunabilir, böylece insanı hemcinsleriyle ve kendisiyle
yeniden birleştirebilirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder