Sistem Odaklı Sanattan Biyopolitik Sanat Pratiğine
Software – Information
Technology: Its New Meaning for Art, sanatçı ve
eleştirmen Jack Burnham’ın küratörlüğüyle
1970’te
New York’taki Jewish Museum’da düzenlendi.
Jack Burnham, serginin
küratörlüğünü yapmadan önce Massachusetts
Institute of Technology’de (MIT) bazı disiplinlerarası projelere katılmıştı.
Software sergisinin tarihi
aynı zamanda Joseph Kosuth’un Art after Philosophy adlı
kitabının yayınlanmasından bir yıl sonrasıydı.
Burnham’ın, Kosuth’un
tartışma yaratan bu kavramsal sanat manifestosuna yaptığı gönderme, sergi
kataloğuna yazdığı önsözde açık şekilde görülüyordu.
Kosuth’un yapısal
dilbilim kuramına yönelik atıflarını geliştiren Burnham, matematiksel
enformasyon teorileri ile kavramsal sanat arasında koşutluklar kuruyordu.
Kavramsal sanat ile
matematiksel enformasyon teorisi arasında gördüğü yapısal
benzerlikler, Burnham’a göre, sanat üretiminde esaslı bir
odak değişimi anlamına geliyordu: geleneksel sanat nesneleri yerine, kültürel,
toplumsal ve sosyal [societal] açıdan kesişen gösterge sistemleri
üreten, nihayet modern sanatın mitik yapısını sarsan bir sanat.
Burnham
kavramsal sanat ile yeni enformasyon teknolojileri arasındaki ortak yönlere
ilişkin tezlerinde sadece Kosuth’un değil, Lawrence Weiner, Robert Barry ve
Douglas Huebler’in eserlerinden de etkilenmişti – hepsi de o dönem Seth
Siegelaub’la çalışan sanatçılardı.
Siegelaub,
sanatın geleneksel sunum, dağıtım ve alımlanma biçimlerini yeniden tanımlamayı
amaçlayan, bu doğrultuda katalog ve benzeri basılı medya formatında sergiler
düzenleyen bir galericiydi.
Burnham, teorik ve
küratoryal çalışmalarında Siegelaub’un sanat ile medyayı bütünleştirme
fikrinden esinlendiğini açıkça gösteriyordu.
Artforum dergisinde
yayınlanan “Gerçek Zaman Sistemleri” (1969) başlıklı makalesine
eşlik edecek görsel için, Siegelaub’un katalog
sunumundan bir fotoğraf seçmişti.
Bu makalede, yeni bir
paradigma veya model olarak “sistembilim”i açıklıyordu Burnham: Nesne
üretimindeki dönüşüm, sistem
odaklı bir topluma yol açacaktı.
Software sergisinde ve
1968’de yayınlanan Beyond Modern Sculpture kitabında da bu
yaklaşımı geliştiriyordu.
Katıldığı diğer
disiplinlerarası projelerde olduğu gibi, amacı modern sanatın tarihini yeni
doğan bir modern teknolojinin perspektifinden yeniden anlatmaktı.
Sanatın modernliğin
başından beri maddenin kısıtlayıcı sınırlarını aşma peşinde olduğu
varsayımından yola çıkarak, modern heykelin yerini “yaşam simülasyonu
sistemleri”nin alacağını öne sürüyordu.
Software sergisi, yeni
teknolojilerin toplumun genelindeki rolü konusunda hem önemli hem de zamanlama
açısından yerinde soruları gündeme getiriyordu: 1970’lerin başında bu
teknolojiler henüz başat olarak bilimsel gelişme ve askerî kullanıma hizmet
etmekteydi.
Bilgisayar zamanla iş
dünyası ve devlet yönetimi alanlarına, kısa
süre sonra da evlere nüfuz edecekti.
Bilgisayara daha çok
sayıda insanın erişmesi, enformasyon ve
iletişim alanında başat mecra olmasının, sonra da yaygın
bir tüketim malı haline gelmesinin yolunu açtı.
Ama kavramsal sanatın ilk
evrelerinde bilgisayar henüz kültürel ve
toplumsal deneyimin sıradan bir unsuru değildi.
Dolayısıyla, 1970’lerin
ortalarına gelindiğinde bilgisayar teknolojisinin kolektif imgelemi böylesine
büyük güçle ele geçirmiş olması hakikaten kayda değerdir.
Bu dönemde sibernetik
teorilerinin bu kadar rağbet görmesinde, Norbert Wiener’in
1948’de yayınlanmış olan ve sanatçılar ile kavramsal sanat
alanında çalışan teorisyenler arasında yaygın
kabul gören Cybernetics kitabının payı da vardı.
Wiener’in
teorisi, koordinatları sürekli değişen bir matematiksel model ortaya koyar.
Bu
değişimlerin her biri ve ona verilen sayısal koordinat, matematiksel sisteme
yeniden entegre olarak daha ileri matematiksel işlemlerin matrisini oluşturur.
Bu
tür bir modeli kullanan her düzenleme sistemi, ister bir silah sistemi olsun
ister kimyasal ya da biyolojik işlemlerin tarifi, “sibernetik” olarak tarif
edilebilir.
Wiener’e
göre sibernetik, analog bağlantı veya süreçlerin gösterilebileceği,
destekleyici bir bilgi sistemi işlevi görür.
Bu işlev, sözgelimi füze savunma sistemleri
ile nöroloji ve sanal gerçeklik teknolojileri arasındaki bağlantıları
kapsayacak şekilde genişletilebilir.
Bu tür teorik modellerin
sanatçılar ve bilim insanları tarafından nasıl
karşılandığını gösteren bir örnek, Software sergisi
kataloğunun kapağında bulunabilir.
Fotoğraf, Nicholas
Negroponte’nin MIT Media Lab’in öncüsü Architecture
Machine Group’la birlikte hazırladığı enstalasyona aittir: bilgisayarla kontrol
edilen, küçük yansımalı küplerle doldurulmuş interaktif bir ortam.
Edward Shanken bu çalışmayı
“zeki mimari” olarak tarif
edecekti: sakinlerinin alışkanlıkları ve davranışlarıyla karmaşık
bağlantılar kuran bir mimari – bu durumda sakinler çöl fareleriydi.
Burnham Software sergisi
için en geniş anlamıyla sibernetik geribildirim
sistemleri kategorisine girebilecek eserleri seçmişti.
Edward Shanken,
Burnham’ın aslında “kendi teorilerini örnekleyen sanat eserleri” seçmek gibi bir niyeti
olmadığını yazacaktı.
Küratorlük projesinin
altında yatan asıl fikir, sanat eserleri ile teknik
aletleri hiçbir hiyerarşi olmadan yan yana sunmaktı.
Sanat ile sanat olmayan
ayrımı Burnham’a göre ziyaretçilere bırakılması gereken bir ayrımdı.
Sofware, kavramsal sanatın
ironik biçimde tam da kurumsallıktan kurtulmuş bir sistem
çağrısında bulunurken kurumsallaşıp müze yapısına entegre olması olgusunun
örneklerinden biridir.
Ama nesne odaklı bir
sanat üretimi tarzından yüz çevirmiş sanatçılar bile o dönem bu tür sorunların
farkındaydı.
Sanatçı Patricia Norvel, 1969’da Robert Barry,
Douglas Huebler, Sol LeWitt,
Robert Morris, Robert Smithson, Lawrence Wiener ve Seth
Siegelaub’la yaptığı söyleşilerde Burnham’ın teorileri hakkındaki düşüncelerini
sormuştu.
İlginçtir, Burnham’ın
sanat alanında sistem teorilerini kullanma şekli bu sanatçıların merakını uyandırmamış veya
onları etkilememişti.
LeWitt ile Smithson’ın
cevaplarına bakılırsa, bu iki sanatçıya göre paradigmatik değişim teorileri,
nesne odaklı geleneksel kategorilere yeni terimlerin eklenmesinden ibaretti.
Burnham’ın, modernist
ilerleme anlayışını ütopyacı bir bakışla algıladığını öne süren Smithson bu
tutumu daha da açık ifade ediyordu.
Smithson
Burnham’ı ütopyacı olarak nitelemekle, Burnham’ın teknoloji anlayışının modern
sanatın ideolojisinden ayrılamaz olduğuna işaret ediyor; bilgi, iletişim,
enformasyon, hatta daha geniş söylem kategorisini ana konusu olarak işleyen bir
kültürel üretim tarzının, sanatın ve sanatsal özgürlüğün pahasına bilimsel ve
teknik ilerlemenin aracısı haline gelme tehlikesi konusunda uyarıda
bulunuyordu.
Kavramsalcılığın tarihine
baktığımızda, nesne üretimi ile sistem odaklı üretim arasındaki bu gerilimin
birbiriyle çelişen iki sonuca yol açtığını görüyoruz: hem sanat piyasasına
karşı bir direnç veya isyan, hem de sanat piyasasının çok kısa bir süre sonra
yerleşecek kurumsal kültürle bütünleşmesinde suç ortaklığı.
Software sergisinin
kataloğundaki söylem bu durumu gözler
önüne sermektedir.
Bir iletişim, enformasyon
ve bilgi üretimi sistemine katılmak, kuşkusuz sanatçının yeni temsil ve kendini
sunma stratejileri geliştirmesini gerektirir.
Sergide önerilen katılım
biçimine, sanatsal kabiliyet anlayışında bir dönüşüm eşlik eder: iletişim ve
enformasyon becerileri, bilgiye
erişim gibi imkânlar ağır basmaktadır artık.
Faks makineleri,
televizyon, radyo ve sibernetik çevreler kadar, teknik
gösterimler ve sanatçıların teknisyenlerle, vakıf yöneticileriyle, şirket
yönetim kurulu başkanlarıyla, müze temsilcileri ve ziyaretçilerle yaptıkları
tartışmalar da serginin bir parçasıdır.
1970
dolaylarında ekonomik, toplumsal ve sanatsal alanlarda birbirine tekabül eden
gelişmeler yaşandığını kabul edersek şunu sormamız gerekir: Ford tipi montaj
hattı üretim modelinden uzaklaşan hâkim işletme modeli, sanat pratiğinin
gelişimi üzerinde etkili olmuş mudur veya ne şekilde etkili olmuştur?
Ekonomi
ve istihdam alanlarına damgasını vuran esneklik, hareketlilik, ânında üretim
vs. gibi özellikler sanat üretimine ve
sanatın teknoloji odaklı alımlama biçimlerine nasıl taşınmıştır?
Dönemin medya
teorisindeki önemli boyutlardan biri, toplumsal
denetim üzerindeki vurgusuydu.
1976’da sosyolog Jean
Baudrillard bu süreci, malların üretimine dayalı bir toplumdan göstergelerin
üretimine dayalı bir topluma geçiş olarak analiz edecek, bu yeni toplum
biçimini “semiyotokrasi” olarak adlandıracaktı.
Bu noktada Gilles Deleuze’ün “Denetim Toplumlarına Ek” başlıklı metni daha
başka yorum imkânlarının önünü açabilir: Fordizmden post-Fordizme geçişle
kısmen ilişkili olan “disiplin toplumu”ndan “denetim toplumu”na geçiş,
kavramsal sanat ile sistem odaklı pratikler arasındaki örtüşmeleri tarihsel
bakışla kavrayabilmek açısından önemli bir olgu olabilir mi?
Şöyle diyor Deleuze:
Disiplin toplumlarında birey her
zaman yeniden, hep yeniden başlamaktadır (okuldan kışlaya, kışladan fabrikaya),
oysa
denetim toplumlarında kimse herhangi bir şeyi bitirecek durumda değildir –
korporasyon, eğitim sistemi, askerî hizmet, hepsi, evrensel bir deformasyon
sistemine benzer tek ve aynı modülasyon içinde birarada var olan metastaz
konumları gibidirler.
Deleuze sanat nesnesinin
konumunda da benzer bir değişimin izlerini görür: “Sanat bile artık
kapatıp-kuşatma mekânlarını bırakarak bankanın açık uçlu devrelerine dahil
olmaktadır.”
Sanat
ile ekonomi arasında nedensellik hatta suç ortaklığı bulunduğu yolundaki bu
teze karşı, kavramsal sanatın kendi ekonomik kurallarını tanımlama peşinde
olduğu öne sürülebilir.
Bu
kurallar, bir yandan kitle iletişim araçlarının ve onlara eşlik eden bilişim çağının
aldatıcı özelliklerini dikkate almayı, hatta bünyesine katmayı, öte yandan da
onlara meydan okumayı hedefliyordu.
Software sergisine
baktığımızda, sanatçının atölye, galeri veya müzenin
sunabileceğinden çok daha geniş ve soyut bir koordinat sisteminde konum alması
demekti bu.
Dağıtım stratejilerindeki
değişim nedeniyle nesne odaklı üretim süreçlerinin (geçici de olsa) maruz
kaldığı anlam kaybı, sanat üretiminin teknolojik alana doğru genişleyip
zeminini değiştirmesiyle sonuçlandı.
Bu da kendilerini
yalnızca sanat nesnelerinin yaratıcıları veya müellifleri olarak kavrayan
sanatçıların ihtiyaç duyduğundan çok daha fazla medya bağımlısı ve medyaya duyarlı
kendini tanıtma stratejilerini gerektiriyordu.
O
halde, kavramsalcılık, yeni teknolojiler ve sistem teorisi arasındaki
yakınlaşmanın, Hardt ile Negri’nin fabrika odaklı emeğin genişleyip dönüşmesi
olarak tarif ettiği “sosyal fabrika”nın inşasına bilfiil katkıda bulunup
bulunmadığı sorulabilir.
“Sosyal
fabrika”, kamusal ve özel hayatın, bilgi üretimi ile iletişimin her alanına ve
boyutuna temas eden bir üretim tarzıdır.
Kavramsal sanattaki belli
unsurlara yönelik benzer bir yaklaşıma Jeff Wall’un yazılarında da rastlanır.
Sanatçı ve yazar Wall,
Dan Graham’ın eserlerini konu alan bir makalesinde başta Kosuth olmak üzere
bazı kavramsal sanatçıların eserlerini inceler.
Wall’a göre bu eserler,
(ampirik sosyoloji, enformasyon ve medya teorisi, pozitivist dilbilim gibi)
“değerden bağımsız” akademik disiplinlere ait öğeleri 1960’ların
reklamlarındaki son moda stille sunmaktadır.
Kavramsal sanatın şu
hususu aydınlattığı veya güçlendirdiği kanısındadır Wall: “Medya tekelleri
kadar üniversite sistemleri de, Soğuk Savaş sırasında Marksizm’den
arındırıldıktan sonra, yeni sanatın başat destekleyici sistemleri haline
gelmiştir ve birçok eser, tıpkı sanatçıların kendileri gibi, bilişsel
kurguları, hatta epistemolojileri bile tanıtımdan ibaret olan otorite ve bilgi
yapılarına bağlanmıştır.”
Sanat
ve kurum, medya ve pazarlama, bilgi ve akademi gibi geleneksel
kategoriler arasında köprü kuran merkezsiz bir sanat eseri bağlamının
kurulmasının, biyopolitik üretici kavramı çerçevesinde yeniden incelendiğini
hatırlatmakta da yarar var.
Hiç
durmadan üreten, ara vermeyen eleştirel sanatçı imgesi, konuşma yapmak, gazete
çıkarmak, küratörlük yapmak, sanatçı galerileri kurmak ve sanat eleştirisi
işini çoğu zaman bizzat üstlenmek gibi faaliyetleri aynı anda yürütmenin
giderek çoğalmasıyla oluşmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder