Sosyalist Realizmden Online Realizme
Pera Müzesi’nde son derecede istinai, hiç görülmemiş bir sergi
açıldı: Bir Rüyanın İnşası: Arnavutluk Sanatında Toplumcu
Gerçekçilik.
İstisnai olması, eserlerin çekici
olmasından gelmiyor.
Tam aksine eserler gayet itici.
Estetik bir ilişkiye giremezsiniz.
Yani, bir hakikatin keşfiyle ilgili,
dalmaya, düşünsemeye, tefekküre yol açan, duygularınızı coşturan, sizi
kendinizden geçiren bir deneyim yaşayamazsınız.
20. yüzyılda estetik-politika ilişkisini sorgulamaya zorlar sizi.
Sergi, estetik yönden ne kadar yoksunsa, sanat tarihi yönünden o kadar zengindir.
Nitekim, gerek katalog metnini yazan Ermir Hoxha gerekse küratör Artan Shabani de
aynı görüşte.
Ermir Hoxha, sergidekiler gibi sosyalist realizm (toplumcu gerçekçilik)
dönemi eserlerin “grotesk” olmalarından, “sanat niteliğine ve değerlerine ciddi
olarak zarar verdiklerinden” bahsediyor.
Bir yandan da “kırk yıllık bu mirasla yüzleşmemizin” öneminden bahsediyor,
ve sosyalist realizmin “sanatla iktidar arasındaki ilişkilerin çözümlenmesinde
sınırsız fırsatlar” sunduğunu belirtiyor.
Artan Shabani de “bu dönemi araştırmanın ve çalışmanın kırk yıldan fazla
hüküm süren [dogmatik içerikli] bu totaliter sanatın anlaşılması” bakımından
önemine değiniyor.
Gerçekten de sergi vesilesiyle zihnimize üşüşen soruların sınırı yok: 20. yüzyılda
sadece Sovyetlerin ve Sovyet bloku ülkelerin sanatına değil, komünist
enternasyonal sayesinde bütün dünya sanatına nüfuz eden bu realizm, nasıl bu
kadar etkin olabiliyor?
Özellikle Lukacs, Brecht ve Benjamin arasındaki
tartışmalarla tarihçileri meşgul eden “modernizm-realizm” arası
çatışmalar?
Soyutun realizme meydan okumasının politik mahiyeti?
Öteki realizmler: natüralizm (Courbet, Millet, Corot), kübo-fütürist
realizm, dünya-ötesi realizm (Mayakovski), klasik realizm (Nazi sanatı,
Breker, Wissel, Thorak), nouveau réalism (Klein, Foutrier),
büyüsel realizm (Frida Kahlo), fantastik realizm (Fuchs), foto- realizm,
hiper-realizm (Chuck Close).
Platon’un mimesis ilkesinden bu yana gerçekçilik,
gerçeklik ilişkisi?
Temsil, tasvir, gerçeklik, doğa?
Özerk sanat, angaje sanat?
Her dönemde sanat, zamanının politik, sosyal ilişkilerinden etkilendiğine göre
bir anlamda bağımlı sayılmaz mı?
Antik Mısır’dan beri bütün sanat, tanrılara, peygamberlere, azizlere; öte
yandan, imparatorlara, krallara, prenslere ve diğer birtakım kutsallara tapınma
üzerine kurulmuş.
O zaman niye bunlar göklere çıkarılıyor da, Enver Hoca’yı veya Stalin’i
kutsayan sanat yerden yere vuruluyor?
Sekülarizmle birlikte dinin yerini sanat mı aldı.
(Terry Eeaglton:Tanrının Ölümü ve
Kültür)?
Ondan mı Stalin, sanatçıları “ruhun mühendisleri” olarak tanımlıyor?..
Bu soruların arkası gelmez.
Readymade’leriyle, pisuarıyla, bisiklet
tekerleğiyle vb. Duchamp, sanatı
kavramsallaştırıyor, sorunsallaştırıyordu; sanatın ontolojisiyle, ne olup ne
olmadığıyla ilgili bir kışkırtma yapıyordu.
Tamamıyla karşı kutupta olmasına rağmen, bu sosyalist realist dram da bir
bakıma aynı işi görmüyor mu?
İki Dünya Savaşı Arasında Modernizm Düşmanlığı ve Sosyalist Realizm
19. yüzyıl sonu ve Birinci Dünya Savaşı’na giden yıllar, akademizme ve
klasizme meydan okuyan modernist/avangard hareketlerin coştuğu yıllardı:
empresyonizm, sembolizm, kübizm, fütürizm, süprematizm, kontrüktivizm…
arkasından Dada, sürrealizm.
Siyasette ise devrimci dalgalar kabarıyordu.
Sadece Rusya’da değil, Almanya’da ve Macaristan’da da “sovyetler”
kuruluyordu.
Sanki “Dünya Devrimi”nin eli kulağındaydı.
Ama Savaş’tan sonraki yıllarda işler giderek tersine dönmeye başladı.
Avangard düşmanı, akademist, klasist, realist hareketler hortlamaya
başladı.
Bu hareketler, giderek gericileşen ve totaliterleşen milliyetçi
siyasetlerin yoluna girdi.
Realizmin restorasyonu, en önce, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte Paris’ten bütün
Avrupa’ya yayılan ve Andre Lhoté’un baş ideoloğu olduğu
“düzene dönüş” hareketiyle başladı.
Bu hareketi, savaş dönemindeki Fransa-Almanya düşmanlığı körüklüyordu.
Lhoté ve çevresi, Fransız sanatı üzerinde bir hegemonya kurmuş olduğunu
iddia ettikleri Alman kültürüne saldırıyorlardı.
Dolayısıyla “düzene dönüş” doğal olarak milliyetçiydi.
Kaynağında Alman romantik düşüncesinin olduğu modernizmin ve avangardın
terk edilerek, ilahi geometriye dayalı akademik dogmalara, ve bu dogmalara
bağlı Jacques-Louis David, Ingres gibi sanatçıların temsil ettiği 19. yüzyıl
neo-klasizmine dönüşü savunuyorlardı.
Arkalarına İkinci Dünya Savaşı’na doğru tırmanacak gerici, milliyetçi,
otokratik siyasal ideolojileri aldıkları için bütün Avrupa sanatı üzerinde
gayet etkin oldular.
Picasso bile Ingres stilinde boyamaya başladı.
Karşılarına devrimci siyasetlerle eklemlenen bir tek Dada çıktı.
Modernizme karşı başlatılan “estetik restorasyon” hareketi, Hitler
ve Mussolini diktatörlüklerinin inşasında ırkçı ve totaliter bir renge büründü,
“kişilik kültü”ne evrildi.
Diktatörler, Greko-Romen sanatını kutsuyorlar, bunun Aryan ırkının üstünlüğünün
ifadesi olduğunu savunuyorlardı.
En yüce sanatçılar bizzat Hitler ve Mussolini’ydi.
“Yeni insan”ı onlar yaratıyorlardı.
Naziler modernizm düşmanlığını sanat ve edebiyat eserlerinin yakılmasına kadar
vardırdı.
1937’de Münih’te açılan “Dejenere Sanat” sergisiyle önceki dönemlerde Alman
sanatına damgasını vuran avangard hareketler lanetlendi.
Bu serginin hemen yanında Aryan sanatını kutsayan ve yıldızları Thorak ile Breker olan “Büyük Alman Sanatı
Sergisi” açılıyordu.
Siyaset baştan aşağı
estetikleştiriliyordu.
İşte sosyalist realizm bu aynı süreç içinde doğdu.
Rusya’da 1917 Devrimi’nden sonraki ilk dört yılda sanatı tamamıyla avangard kolektifler yönetti:
başta Maleviç’in öncüsü olduğu süprematistler ve Tatlin’in başını çektiği
konstrüktivistler.
Bütün akademileri ve müzeleri yeniden düzenlediler.
Klasizmi ve realizmi tasfiye ettiler.
Herkesin sanatçı/şair olacağı bir topluma ilişkin 19. yüzyıl ütopyalarını
canlandıran örgütlenmelere giriştiler.
Bu dört yılın, tarihte sanatın
sanatı yönettiği yegâne dönem olduğu kabul edilir.
Ancak 1921’e kadar süren ve “heroik komünizm” dönemi denen bu zamandan
sonra Parti, sanatı denetimi altına almaya başladı ve
Parti’yi, devleti, rejimi, liderleri, işçi sınıfını, üretimi kutsayacak bir propaganda sanatına yöneldi.
Bunun başarılmasını da, avangardın tasfiye edilerek realizmin ve
klasizmin restorasyonunda gördü.
Rusya’nın zaten 19. yüzyıldan kalma, Gezginler gibi güçlü bir realist sanat
mirası vardı ve bu mirası sürdürenler egemen estetiği ele geçirmek için pusuda
beklemekteydiler.
1922’de Stalin’in Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin başına geçmesiyle
birlikte, her alan gibi sanat da önce Parti’nin sonra da “sanatçı-diktatör”ün
mutlak iradesi altına girdi.
1917-21 arasında örgütlenmiş olan sayısız özerk sanat kolektifine son verildi;
avangard sanat ve sanatçılar zor kullanarak gözden uzaklaştırıldı.
Bir realizm hegemonyası yaşanmaya başladı.
Yüzyıl başlarında klasizme meydan okuyan birçok meslektaşı gibi, Maleviç bile, Avrupa’daki estetik restorasyona
ayak uydurarak geleneğe
dönmek zorunda kaldı.
1934’te Sovyet Yazarları Kongresi’nde ilan edilen ve bizzat Stalin’in
adını koyduğu “sosyalist realizm”, bu zamanların totaliter kültür politikasını
pekiştiriyordu.
Sosyalist realizm, arkasından, bütün yerel, ulusal komünist partilerin ve hareketlerin
SBKP önderliğinde birleştiği Komünist Enternasyonal aracılığıyla tüm dünyaya dikte
edildi.
Dolayısıyla, sol radikal siyasetler de, sağ radikal nasyonalist, gerici
hareketler gibi, bütün Batı’da modernizme, avangarda, soyuta karşı cephe aldı.
Bu arada, Almanya, İtalya ve Sovyetler’deki parti devletleri gibi Türkiye’de de sanat CHP’nin ve “Millî Şef”in
öncülüğünde örgütleniyordu.
1930’larda milliyetçiliğin kabarmasıyla birlikte CHP’nin kültür ideologları
arasında, Avrupa’da yükselen milliyetçi, otokratik estetik politikalarına karşı
bir ilgi uyanmış, Türkçülük ve devletçilik, siyasetin yanı sıra sanatı ve
sanatçıları da ele geçirmişti.
İlki Almanya’nın, ikincisi
İtalya’nın resmi sanatçıları olan Thorak
ve Canonica, Türkiye’nin de resmî sanatçıları oldu.
Kendisini modern Türk sanatının ve sanat tarihinin önderi sayan Nurullah
Berk, 1943’te yayınlanan “Sanat ve Devlet” makalesinde, “en öz sanatın
teşkilatla, hatta direktifle… kuvvet kazanabileceğinden” ; tarihte büyük
sanatın “büyük şefler”in eseri olmasından bahsetmekte, ayrıca o yıllardaki
süregelen geleneğe dönüş rejimini onaylamaktaydı:
Bugün
dünyayı sarsan siyasi ve içtimai buhranlara rağmen, belki de
onlardan dolayı bizi eski devirlerin esprisine yakınlaştıran bir değişmeye
şahit oluyoruz.
Bir taraftan sanat mücerretlikten
[soyutluktan] ve aşırı entelektüellikten çıkarak, herkesçe anlaşılabilecek,
daha doğrusu sevilebilecek munis şekiller alıyor.
Öteki
taraftan devletler, şimdiye kadar görülmemiş ehemniyette teşkilat kurarak,
sanat ve sanatkarı geniş bir himaye çerçevesi içine alıyorlar.
Soyut Sanatın Zaferi ve Sosyalist Realizmin
Sanattan Dışlanması
Her ne kadar reel politikada karşıt söylemleri temsil ediyor olsalar da, iki
dünya savaşı arası realizmleri estetik politikada birbirleriyle özdeş:
dayatıldıkları her toplumda otokratik partilerin ve devletin yönetiminde;
despotik bir kişilik kültü oluşturuyorlar; sosyalist realizm işçi sınıfını
putlaştırırken, ötekiler Aryan ırkını yüceltiyor ve insan-üstü kalıplara
sokuyorlar; estetikleri aynı, klasist ve realist; “gerçekçi” denmelerine rağmen
hepsi de gerçeği örten ve saptıran bir sembolik dil ve iktidar oluşturuyorlar…
Ama sonuçta bütün Avrupa’yı, hatta bir dönem Amerikan Komünist Partisi’ne
yakın olan öncü ABD sanatçılarını dahi etkisi altına alan bu estetik
politikanın günahı, Stalin rejiminin sosyalist realizmine yükleniyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sanatçılar realizmi parçalar.
Onların gözünde realizm, olsa olsa, savaşın vahşetinin ve buna yol açan diktatörlüklerin,
nasyonalizmin “gerçekliği”ni ifade eder.
Hatta realizm bir yana, sanat yapmak bile o zamanda itici gelir.
Adorno, “Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın” mümkün olmadığını söyler.
Bu çıkmaz, “soyutlamanın” yeniden keşfiyle aşılır.
Bu ise, kolonilerden ve diğer Batı dışı ülkelerden dünya kadar sanatçının
Paris’e akmasıyla başarılır.
Daha 1944 yılına kadar Nazi
işgalinde olan Paris, birkaç yıl içinde bu kez
göçmenlerin işgaline uğrar ve kozmopolit bir dünya kenti olur.
“Soyut”, esasen Paris’in Üçüncü
Dünyalı göçmenler kolektifinin yaratısıdır.
Bu zafer Batı’da modernizmi canlandırırken, Batı dışı ülkelerde de sanatın
özerkleşmesiyle birlikte yerel modernizmlerin uyanmasına yol açar.
Türkiye’de de modernizm, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Paris’e
göçen sanatçıların eseridir.
İkinci Savaş döneminde Avrupa merkezlerinden birçok sanatçı Atlantiği aşarak
New York’a sığınır.
Paris’ten gidenler: Breton, Duchamp, Léger, Mondrian, Ernst, Matta, Masson,
Tanguy, Hofmann, Ozenfant…
Bu grup, daha sonra soyut ekspresyonizmi (ya da New York Okulu’nu) kuracak
olan Pollock, Koonig, Gorky, Baziotes, Motherwell gibi sanatçılara otomatizmi,
soyutu öğretir.
Ve bu sayede New York, modernizmi “Paris’ten çalar” .
Amerikan modernizminin üstadı eleştirmen Clement Greenberg’ün sözleriyle,
“Arshile Gorky, Jackson Pollock ve David Smith gibi enerji saçan cevherlerin
belirmesiyle son beş yılda Amerikan sanatının nasıl yükseldiğine baktığımızda
sonuç ortadadır: Nihayet Batı sanatının temel vaatleri, endüstriyel üretim ve
politik gücün ağırlık merkeziyle birlikte Birleşik Devletler’e göçmüştür.”
Ve soyut ekspresyonizm, Savaş’tan sonra Avrupa’ya bir kültür çıkarması
yapan ABD’nin estetik gücü halinde örgütlenir.
Bütün Soğuk Savaş döneminde de “soyut” ve “ekspresyonist”, Sovyet
blokunun “sosyalist” ve “realist” sanatı karşısında özgürlüğün ve liberalizmin
sembollerine dönüştürülür.
Sovyetler’e karşı yürütülen anti-komünist diplomasinin aracı olur.
Öyle ki, New York Modern Sanat Müzesi’nin (MoMA) kurucusu ve küratörü
Alfred Barr, 1953’teki bir polemiğinde bütün figüratif sanatı hedef alarak,
realizmi totalitarizme bağlar.
Sonuçta, sosyalist realizm, sanattan ve sanat tarihinden dışlanır.
Bununla da kalmaz aşağılanır, horlanır.
Sosyalist realizmin Soğuk Savaş’ın önemli bir kültürel hedefi haline
getirilmesinin başka bir sonucu da Sovyet rejimin sonuna kadarki dönemde
Sovyetik ülkelerdeki tüm sanatın sosyalist realist olarak damgalanarak aynı
potaya konması ve sanat tarihinden silinmesidir.
Oysa, sosyalist realizm Sovyetler’de bile bir estetik hegemonya
oluşturamamıştır.
Ageta Pyzik “Sovyet Sosyalist Realizmine Yeniden Bakmak” makalesinde bunun örneklerini verir:
Sözgelimi,
Realist Rus Sanatı Enstitüsü’ndeki eserler, yekpare bir stil olduğu düşünülen
sosyalist realizmin, en erken dönemlerinde, yani 1930’ların başında bile, kendi
içinde birçok çeşitlilik barındırdığını ortaya koyuyor.
Deyneka,
Pimenov, Kuzma Petrov-Vodkin, ve Aleksandr Tişler gibi sanatçıların eserlerine
baktığımızda, Stalin zamanının son derecede katı ve dehşetengiz koşullarında
bile realist sanatın, dönemin toplumsal açıdan eleştirel resminden Alman
sanatçıların cesur realizminden etkilendiğini görüyoruz.
Üstelik, sosyalist realist estetik Sovyetler çöktükten sonra da sürüyor.
Propagandadan eleştirel temalara dönüyor ve 1990’larda yoğun olan
yoksulluğun, alkolizmin ve fahişeliğin teşhiriyle uğraşıyor.
Sovyetler’de Stalinist dönemde resmî estetik dışında, hatta
ona karşı sanat icra edenler de olmuştur.
Örneğin Rodçenko "Anti-realizm" başlığıyla soyutlar boyamıştır.
John Berger da, Sanat ve Devrim: Ernst Neizvestny ve
SSCB’de Sanatın Rolü kitabında
sanatçıların Kruşçev döneminde
resmî sanata direnişlerini anlatır.
Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerine gelince,
buradaki tablo daha da
heterojendir.
Bir kere sürrealizm bu bölgede hep canlı kalmıştır.
André Breton ve çevresinin İkinci Savaş’ta New York’a sığınmalarından
sonra, sürrealist merkezin Paris’ten Prag’a taşındığı söylenebilir.
1966’da, Breton’un ölümünü izleyen sürrealizmi tasfiye girişimleri
karşısında da Sürrealist Enternasyonal’in başını çekenler Prag sanatçılarıdır.
Guy Debord’la birlikte Sitüasyonist Enternasyonal’i kuran Isidore Isou’nun
da, Tristan Tzara gibi Romanyalı olduğunu hatırlamak gerekir.
Yugoslavya’da, özellikle Stalin’den kopulduktan sonra, modernist hareketler gayet canlıdır.
Ne var ki bütün bu birikim, Soğuk Savaş’ın egemen anti-komünizm ikliminde,
“sosyalist realizm” potasında tarihten silinmiştir.
1990’larda Belgrad, Lyublyana ve Zagrep’ten bir grup sanatçı ve tarihçi
biraraya gelerek, bu silinen tarihi kurtarmak üzere araştırmalar yapmış,
sergiler açmış ve Mümkün Olmayan
Tarihler: 1918-1991 Arasında Yugoslavya’da Tarihsel Avangardlar,
Neo-Avangardlar ve Post-Avangardlar başlığıyla kapsamlı bir tarih
kaleme almışlardır.
Kapitalist Realizm
Mark Fisher’ın Kapitalist Gerçekçilik: Başka Alternatif Yok mu? kitabında “kapitalist gerçekçilik” terimi, aynı terimi
kullanmış olan ve yukarda değinilen Alman popçularınınki gibi bir akım değil.
İkisi de Soğuk Savaş’ın sosyalist realizmi yalıtmasını ve karalamasını ima
ederek, kapitalist dünyaya, piyasaya özgü realizmleri vurgular; ama Fisher,
sanatın ötelerine geçer.
Fisher, postmodernlik yerine “kapitalist realizm” terimini kullanmayı uygun buluyor.
Sanata veya reklam gibi propaganda teknolojilerine indirgenemeyeceğini
belirtiyor.
Ona göre kapitalist realizm, “sadece kültürel üretimi değil, çalışma
ortamını ve eğitimi de koşullandıran; düşünce ve davranış biçimlerini dayatan
bir nevi görünmez engeller koyan bulaşıcı bir atmosfer.”
Bu atmosferin kapitalizmi
mutlaklaştırdığını, kültürü ekonomi içinde erittiğini, inançları estetiğe ve
gösteriye indirgediğini; ve gerçekliğin, her şeyin karşıtıyla
birlikte savunulabileceği iletişim teknolojilerine eklemlendiğini belirtiyor.
İmgelerin etkin olduğu iletişim sistemlerini Stalin döneminin propaganda
sanatına benzeterek, bunlara “piyasa Stalinizmi” adını veriyor.
“Kapitalist realizm” deyince, bunu en radikal olarak temsil eden sanatçı
Andy Warhol olmalıdır.
Sanatı reklam estetiğiyle birleştirmek bir yana, Brillo marka sabun tozu
ambalajlarını sanat eseri olarak sergileyerek reklamla sanatın farkını
silmiştir Warhol.
Üstelik, “para yapmanın sanat” olduğunu söylüyor: “en müthiş sanat
ticarettir”
Bir de tabii Jeff Koons akla geliyor.
O da örneğin, zamanın ünlü İtalyan
porno sanatçısı Cicciolina ile seks yaparken çektirdiği fotoğraflarını getirip
Venedik Bienali’ne koyuyor.
Mario Perniola’nın İletişime Karşı kitabındaki görüşleri
de Fisher’in “kapitalist
realizm”ini tamamlıyor.
Perniola, iletişimin bilginin karşıtı olduğunu öne sürüyor.
"İletişim, fikirlerin düşmanıdır, çünkü fikirlerin temel aldığı her
türlü içeriğin eritilerek yok edilmesidir."
Ona göre "iletişim, her türlü belirlemeden bir salgın hastalık
gibi kaçar.
Bir şey, aynı zamanda hem kendi karşıtı olmak ister; hem
de karşıtıyla arasında duran her şey.
Bu nedenle iletişim, geleneksel siyasal totalitarizmden çok
daha büyük ölçüde totaliterdir.”
Dolayısıyla iletişim, birbirlerine ne kadar karşıt olurlarsa olsunlar, anlamlar arasında
gezinmekte serbesttir.
Anlam anlamsızlaşır.
Dışlayacağını benimser, "her şeyin eşitlenmesi yoluyla her türlü
ayrımı (ve dolayısıyla her türlü değeri) yok eder".
Nihayetinde, iletişim bir gösteridir.
Zamanımızda iletişim teknolojilerini, ‘makinalarını’, dijital medya
oluşturuyor.
Öyle ki, Matematiksel İmha Silahları’nın yazarı Cathy O’Neil’in
sözleriyle, hayatımızı yazılım sistemleri yönetiyor; insanların davranışları,
duyguları algoritmalara indirgeniyor.
Dijital iletişim sistemlerini yapılandıran, piyasa yönetimi.
“Mikro hedefleme” matematiğini geliştiriyorlar: “Büyük veri”ler üzerinden her
bireyi tek tek tanıma, profil çıkarma, ölçme (sosyometri, psikografi), kümelere
bölme gibi algoritmik programlar ve modeller sayesinde onları etkileme ve
yönetme.
Tabii bu, bir iletişim ve pazarlama modelini uyarlayan politikanın da iştahını
kabartıyor.
2015’te Cambridge Analytica politik veri şirketi, ABD seçmenlerinin Facebook profillerini,
demografik ayrıntılarını ve nelerden “hoşlandıklarını” belirlemek için 40
milyonu aşkın insanın psikografik analizlerini çıkardı.
Bu da “politik mikro hedefleme”.
Mikro hedefleme modelleri piyasa, şirket ve siyaset yönetiminin ötesinde
sosyal ilişkileri de kapsar.
Ekranlarda dolaşan muazzam sayıdaki sözcüğü analiz ederek öbeklere ayırır,
hem yeni diller kurar (örneğin, emoji gibi ideogramlar), hem de iletişimi
manipüle eder; böler, kamplaştırır, dönüştürür, yönlendirir vb.
Sonuçta, iletişim ile, onun teknolojileri birdir. İktidar, özünde iletilere
değil, bu teknolojileri işleten algoritmalara, matematiğe içkindir.
Ve giderek daha yoğun olarak online icra edilen çağımızın
sanatı bu iktidarın bir
bileşenidir.
Online Realizm ve Sayıların Gücü
Postmodernlik, komünizmin sona erdiği ve kapitalizmin küreselleştiği
dönemin sanatı.
Doğal olarak postmodernlik, sosyalist realizmi de siliyor.
Tamamıyla karşıt bir estetik rejim
örgütlüyor.
Ama günümüzün penceresinden bakarsak, doğrusu, postmodernliğin veya
Fisher’ın tabiriyle “kapitalist realizmin”, komünistlerin sosyalist
realizminden estetik anlamda da, ideolojik anlamda da özde bir
eksiği yok.
Sanat gene sonuna kadar angaje, bilinçli olarak özerk değil.
Yalnız sanatın yönetimi ve denetimi devletten şirkete devrolmuş.
Postmodernlik de sosyalist realizm gibi modernizmi ve avangardı horluyor.
Her türlü harekete, akıma, stile karşı, heterojen bir estetiği kutsamasına
rağmen, iletişim disiplinleri altında homojenleşerek totaliter bir nitelik arz
ediyor.
Öznelliğin tasarlandığı bir sosyal/ideolojik mühendislik sanatına
dönüşüyor.
Sosyalist realizmin komünizmi bir telos olarak sunup
mutlaklaştırması gibi, öteki de kapitalizmi tarihin sonu olarak görüyor,
kapitalizmin ilelebet süreceğini varsayıyor.
Ayrıca, aşağıda online sanat
üzerinde dururken değinileceği gibi “kişilik kültünü”
zirveye çıkarıyor.
Ne var ki, bütün bunlar “zor”la olmuyor, “rıza”yla oluyor.
Tarihte görülmemiş bir özgürlük sunduğu varsayılan “akıllı” ekranlar
aracılığıyla ve onları kumanda eden sayılar aracılığıyla örgütleniyor.
Bilimsel, teknolojik devrimler ve “kapitalizmin yaratıcı yıkıcılığı” (Marx)
sayesinde başarılıyor.
Alt-Right
Günümüzde realizmin odağı online sanat.
Bu sanat “kapitalist realizmin” en güncel, en son aşaması.
Son derecede yaygın, etkin, ve viral.
Aslında, 15. yüzyıldaki büyük salgından sonra adı konan “veba sanatı” gibi
bir “korona/covid-19 sanatı” düşünülecekse eğer, bu online Alt-Right
sanatı olmalıdır.
Uluslararası Alt-Right: 21. Yüzyılın Faşizmi’nin yazarları, şöyle tanımlıyor Alt-Right hareketleri: Öncelikle online işleyen
ancak offline uzantıları da olan; “beyaz kimliğinin”, Batı
medeniyetine ve beyaz erkeklerin haklarına tecavüz eden çokültürlü ve liberal
elitler ve “sosyal adalet savaşçıları”
tarafından saldırı altında olduğuna inanan; uluslararası bir dizi grup ve birey…
Daha
basitçe, geleneksel/müesses muhafazakârlığa radikal bir alternatif öneren
aşırı-sağcı, küreselcilik karşıtı hareketler…
Batı
şovenizmine, “beyaz” ırkçılığına dayalı bloglar, vloglar, web siteleri,
podcastler…
Alt-Right Politikası/ideolojisi
Alt-Right’ın fantezisi, Hitler’in de öykündüğü, beyaz ırkın üstünlüğüne
dayalı Büyük Roma İmparatorluğu.
Onun için yer yer Büyük Alman İmparatorluğu’na da (Reich)
özeniliyor.
Alt-Right propagandasında imparator, Donald Trump’tır.
Tanrı Kek’tir, vatan ise Kekistan.
Kekistan, ırkçı ve totaliter bir diktatörlüğü ima eder.
- Irkçılığı mizojini tamamlıyor.
Erillik kültü.
Mizojini, feminizm düşmanlığını körüklüyor.
Öyle ki, “ırza geçmenin felsefesi”ni yapan ve ırza geçmeyi “kadınları ıslah etmenin” bir yolu olarak
gören, “orospu (veya kaltak) nefreti” gibi siteler
açılıyor.
Öte yandan da, erkeklerin kadınlardan ‘kurtuluşunu’ savunan Özgür
Erkeklerin Ulusal Koalisyonu gibi erkek-ayrımcı dijital mekânlar örgütleniyor.
- Alt-Right’ın hayali, hiper-kapitalist bir totaliterliktir.
Bu rejimde devlet gücü bizzat sermaye olacaktır.
Aynı zamanda bir medya teorisyeni, filozof ve estetikçi olan, yeni
muhafazakâr simalardan Nick Land’e göre, “kapitalizm bedenleri atomlaştırır,
belirli topluluklara boyun eğdirir, ve sonunda sosyal alanı parçalar…
[kapitalizmin hızlandırılması sayesinde] insanlık, antropomorfik
(insan-merkezli) eşitlikçi toplum ve öznellik modellerinden kurtulacaktır.”
- Kapitalizm tapınmasını, teknoloji fetişizmi izliyor.
Bunun Aydınlanma’yla, “akıl”la bir ilgisi yok.
Aksine, bu fetişizm, dili ve icraatı dijital olan bir din mertebesinde: “Yeni
muhafazakârların inancı, kapitalizmin hızlandırılması, teknolojik yenilenme ve hümanizmin
aşılmasıdır.”
Nick Land, “nihayetinde, basitçe niceliksel bir birim veya aritmetik bir
kavram olmayıp dinamik bir mimarlık olan Sayı’nın otoritesine biat edeceğimizi”
öngörmektedir.
Alt-Right’ın siber-ütopyası, kadınların, beyaz olmayan ırkların ve cinsel
gerilimin etkisinden arınmış “yeni insanı” teknolojinin yaratacağına inanır.
İnsanın aklına Blade Runner filmlerinin dünyası geliyor.
- Aşırı sağ, kapitalizmi mutlaklaştırırken, öte yandan da bir
sosyalizm (Marksizm) ve liberalizm düşmanlığı geliştiriyor.
Trump’ın da dilinden düşürmediği bir “kültürel Marksizm” teranesidir gidiyor.
Ona göre Demokratlar’a oy vermiş olan tüm eyaletlerin yöneticileri, başta
ana-akım medya olmak üzere tüm liberal oluşumlar, “kültürel-Marksist”.
Bu sağcı söylem 1968 Devrimi düşmanlığında odaklanıyor.
Kuşak Kimliği: ‘68’lilere Karşı Savaş İlanı’nda Avusturyalı Markus Willinger, kitabının “basit bir manifesto
değil bir savaş ilanı” olduğunu belirtiyor:
Yeni
bir politik hareket Avrupa’yı istila etmektedir.
Bu
hareketin tek bir amacı, sembolü ve düşüncesi vardır: Kimlik…
Bu
kitap, Avrupa’yı hasta eden ve onu harap eden her şeye karşı, ‘68’lilerin
sahte ideolojisine karşı bir savaş ilanıdır…
Mehmet
ve Mustafa’nın Avrupalı olmasını istemiyoruz.
- Her ne kadar parodik görünse de, Alt-Right’ın bir de ilahiyatı
vardır: ezoterik Kekizm.
Kekizm, antik Mısır mitolojisindeki
“karanlığın kurbağa tanrısı” olan (ama aynı zamanda
argoda “kahkaha” anlamına da gelen) Kek’ten türer.
Kek, “mem”lerin [meme] tanrısıdır.
Online iletiler olan “mem”ler, bir
anlamda, mucizelerini göstermesi için Kek’e yapılan yakarılardır.
Ama Alt-Right estetiği üzerine yazan Ambedkar’a göre, asıl etkili olan,
Buda’yı bir Aryan ikonuna dönüştüren ve Budizm ile Nazizmi bileştiren
ilahiyattır.
Alt-Right ruhaniyet, Avrupa’da iki dünya savaşı arasındaki diktatörlük
rejimlerinde olduğu gibi bir kişilik kültüne yol açar.
Bu kültün en popüler siması
Trump’tır.
Trump Kek’tir.
Yaradandır, kurucudur, kurtarıcıdır, uludur.
Hareketin ideologlarından Richard Spencer’e göre zamanımızın Napolyon’udur.
Spencer bir konferansının sonunda Trump’ı Hitler’in selamlandığı gibi
selamlar: “heil Trump, heil halkımız, heil zafer”.
- Alt-Right söylem (bilgi, imge ve iktidar rejimi) mevcut
iletişim dilinin ve teknolojilerinin beslediği antagonizm kültürüyle
örgütlenir.
Antagonizm, trol saldırganlığıyla beslenir.
Dolayısıyla, uzlaşmazlığa, tecavüze, tacize, tahkire, tahrike, tezyife, ayrıca, öldürmeye ve ırza
geçmeye kadar giden tehditlere dayanır.
Karşısına aldığını yaftalar, nefrete boğar.
Hakikati hakaretlerine kolayca feda eder.
Bu kadar zehirli ve cüretkâr olmasında, dijital medyadaki anonimliğin de
etkisi vardır.
Alt-Right bir “kültür savaşı” vermektedir.
Hedefi bütün online iletişimi, Google, Facebook, Twitter
gibi sosyal medya platformlarını ele geçirmek, hatta marjinalleştirerek ve
torpilleyerek de olsa ana-akım medyaya da nüfuz etmektir.
Bunda da hayli başarılı olabilmiştir.
Şaka değil, Trump’ı ‘Dünyanın başına’ geçirmiştir.
Alt-Right’ın örgütlediği kültürel ağ konusunda, Angela Nagle’ın 2017’de
yayınlanan Kill All Normies: Online Culture Wars from 4chan and Tumblr
to Trump kitabı gayet zengin bir kaynaktır.
- Alt-Right iletişim stratejisini, Gramsci’den çarpıtarak uyarladığı “kültürel hegemonya”
fikrine dayandırır.
Gramsci’ye göre burjuvazi, iktidarını, şiddetten ziyade “üstyapı”
sayesinde, ideolojik aygıtlar vasıtasıyla sürdürür.
İletişim düzeneklerine dayalı bu
aygıtlar sayesinde egemen bilgi
ve hakikat rejimini meşrulaştırır.
Zamanımızda bu iletişim düzenekleri
sayılara, algoritmalara dayalıdır.
Alt-Right hegemonyasını bunlara hükmederek kuracaktır.
Emiliano Treré, “algoritmaların
kendi başlarına var olmadıklarını, sosyal, kültürel,
politik alanlardaki etkileşimin [iletişimin] çok yönlü ekolojilerine yedirilmiş
olduklarını, ve dolayısıyla dünyayı kavramanın türlü türlü veçhelerini
yansıttıklarını” söylemektedir.
- Alt-Right kendine ezoterik bir dil icat eder: özel semboller,
terimler, anlamlar, sözdizimi.
Antagonistik bir nefret dili yaratır.
Örneğin femoid, “female” ve “humanoid” kelimelerinin
bileşiminden gelmektedir ve kadınların insan bile sayılamayacağını
tanımlar.
Cuckservative, karısını
başkalarıyla yatmaya teşvik eden bir erkek anlamına gelen “cuckold” ile
muhafazakâr anlamına gelen “conservative” karması, davayı satan konservatifler
için kullanılıyor.
Alt-Right sözlüğünden sık kulanılan diğer bazı kelimeler:
Meek, Chad, Goolag, Wrongthink, Trumpire , Hypergamy,
Black Pill, anti-feminist MGTOW …
Alt-Right Estetiği
-Alt-Right estetiği mem [meme] estetiğidir.
Kendi yarattığı jargona özgü bir terim olan “mem”, hareketin sitelerinde,
platformlarında dolaşıma soktuğu dilin, iletilerin göstergeleri olan metinler,
imgeler, videolardır.
En popüler olanı, Kurbağa Pepe’dir.
Baştan bir çizgi roman kahramanı olan Pepe, 2016’da, ABD seçimlerindeki Trump
kampanyasıyla birlikte, Alt-Right’ın en popüler memi olmuştur.
Hareketin ikonu, maskotu, kahramanıdır. Trump dahil her kılığa girer.
“Bütün aşırı-sağ hareketler propagandalarını sanat yoluyla yürütmelerine
rağmen, Alt-Right, toplumu kazanma mücadelesinde sanatı bir savaş meydanına
dönüştürür…
Zaten okuma-yazma yoksunluğunun sınırlarında sayılan postmodern çağda,
insanlar okuma alışkanlığını kaybederken, sesler ve resimler onların dikkatini
çekmek için çarpışmaktadır.”
2003’te ortaya çıkan 4chan, mem kültürünün en popüler, örgütlü
platformudur.
Kullanıcıların genellikle memlerini anonim olarak yayınladıkları bir imageboard (imge
panosu) sitesidir.
2020 Haziran’ında günde 900 bin meme yer vermiş ve
22 milyon kişi tarafından izlenmiştir.
Bu memler sanat olarak kabul görür.
- Pepe’yi Kek ikonografisi tamamlar.
Ve her şey Nazi sembolleriyle bezenir.
Örneğin, Kek bayrağı, Nazi bayrağından kopyadır.
Alt-Right’ın müzik
platformları fashwave ve cybernazi açık açık
faşizandır.
Biri faşizm, diğeri de Nazi kelimesinden türetilmiştir.
- Alt-Right sanat, video oyunu estetiğiyle kaynaşır.
Oyunlar gibi saldırgandır, imha ettikçe haz verir.
Toksik ve pornografiktir; ultra-realisttir.
Savaşı ve teknolojiyi görselleştirir.
Algoritma aktivistlerine göre, “oyun kültürü, feminizmin ve ‘kültürel
Marksizmin’ tehditleri karşında, beyaz eril hegemonyanın son kalesi sayılır.”
Cybernazi, video oyunlarının türevidir.
Kek, World of Warcraft adındaki bir video oyunundan
uyarlanmıştır.
Video oyunu zamanımızda habis bir bağımlılık oluşturur.
Gençlerin önemli bir bölümü her gün, saatlerce bu oyunlara dalar ve
ekranlarda kendilerini kaybederler.
Bu kadar talebi olunca, mobil oyunlar devasa bir endüstri oluşturur.
Bir fikir vermek gerekirse, 2020 Mayıs’ında San Francisco merkezli Zynga’ya
satılan Türk video oyun şirketi Peak, 1,8 milyar dolar almıştır.
- Alt-Right estetiği, postmodernlikle başlayan tarihsel avangardın
yağmalanması olayını daha da radikalleştirir.
Gramsci’yi çarpıtarak temellük ettiği gibi, fütürizmin savaş
çığırtkanlığını; Dada’nın skandal tutkusunu; sürrealizmin gerçekliği ve dili
bozmasını, deliliğe, çılgınlığa düşkünlüğünü; sitüasyonizmin sınırları ihlalini
ve “gösteri” kuramını kendine mal eder.
Tersine çevirir, saptırır, siyasal ve düşünsel içeriğinden sökerek içini
boşaltır.
“Pop kültürünü çalar ve ırkçı düşüncelerle yeniden paketler.”
Angela Nagle’ın incelediği gibi, avangardın rehberleri sayılan Marquis de
Sade’ı, Nietzsche’yi, Baudelaire’i ve Bataille’ı Alt-Rigt’ın
mizantropik nefret felsefesine tercüme eder.
Epilog
Şimdi başa dönersek ve Pera Müzesi’ndeki Enver Hoca dönemi sanatını Trump
dönemi sanatıyla kıyaslarsak, görürüz ki sosyalist realizme atfedilen estetik
cürümler, Soğuk Savaş propagandasının komünizme yamadığı habislikler değildir.
Bir kere sosyalist realizm, lafta da olsa, eşitlikçidir ve sömürüye karşıdır.
Sosyalist realizmi besleyen tüm idealler, sosyallik ve eşitlik düşmanı,
kapitalizm hayranı, ırkçı vb. Alt-Right'ın nefret yaydığı ideallerdir.
Üstelik Alt-Right’ın inşa ettiği kişilik kültünün de, ne Stalin ne de Hitler ve
Mussolini kültlerinden aşağı kalır tarafı yoktur.
İnsanüstü “yeni insan” mühendisliği de öyle.
Öte yandan, online kültürü
hem Alt-Right cephesinde hem de farklı veya karşıt politik/ideolojik cephelerde
son derecede yaygındır.
İletişim teknolojileri, herkesi adım adım bağımlı hale getiriyor;
zehirliyor.
Bunun için Stalin ya da SBKP gibi otoritelere, zora ihtiyaç yok.
Seve seve kaptırıyoruz kendimizi.
Yer yer de dijital medyayı, sosyal medyayı eleştire eleştire.
Solun online kültürü de, retoriğinde Alt-Right'tan ne
kadar farklı olursa olsun, sonunda “anti-entelektüel bir nefret makinası”na,
bir “grup histerisi”ne dönüşüyor.
Çünkü özneleri kuran güç, iletişim ağlarında, iletişim teknolojilerinde ve
onlara can veren algoritmalarda, sayılarda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder