Sosyalist Realizmin İkinci Hayatı
Varşova Müzesi
küratörleri, 2013 yılında üzeri örtülü bir mürali gün
yüzüne çıkardılar.
Wojciech Fangor’a ait
1954 tarihli müralde, demirhanenin kızıl alevleri arasında hep birlikle tırpan
döven üç demirci betimleniyor.
Eserin ısmarlandığı sırada, yani Polonya
politik ve kültürel yaşamında Moskova’ya bağımlıyken, tam da bu türden kolektif
emek betimleri teşvik ediliyordu.
Buna rağmen, tam olarak bilinmeyen sebeplerden
ötürü, tamamlandıktan kısa bir süre sonra müralin üstü ince bir kontrplak duvar
paneliyle kaplandı 2013’e kadar hiçbir zaman izleyici karşısına çıkarılmadı.
Müralin keşfi, bir
modernleşme projesinin arifesine denk geldi.
Müze, Tırpan
Dövenler adlı mürali, tadilat çalışmaları için geçici süreliğine
kapılarını kapatmadan hemen önce sergiledi.
Açılışta, Fangor daha
önceden imzasız olan duvara imzasını attı.
Muzaffer bir edayla
kollarını açarak resmin önünde kameralara poz verdi.
Dünyanın bu bölgesinden bir sanatçının –ve bir
müzenin– eski bir sosyalist realist eseri bu denli kendinden emin bir şekilde
sahiplenmesi alışıldık bir şey değildi.
Eski Doğu Bloku’ndaki
kurumlar ve aynı şekilde tek tek sanatçılar için, Stalin döneminde üretilen
sanat eserleri uzunca bir süredir utanç kaynağı olmuştu.
Eski Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetlerinde ve uydu devletlerde, sosyalist realizm, işgalcinin kültürüyle
ilişkilendiriliyor.
Moskova’daki Tretyakov
Galerisi, dev Stalin ve Lenin tablolarını hâlâ gururla
sergilerken, Bükreş, Prag, Budapeşte ve başka yerlerdeki müzeler, sosyalist
realist tarzdaki eserlerini depoda tutmayı yeğliyor.
Eski Doğu Bloku’nda,
sosyalist realizm devlet propagandasıyla, sanatın siyasal
bir gündem uğruna araçsallaştırılmasıyla bir tutuluyor.
Birçokları, sosyalist
realizmin ahlaki açıdan iler tutar yanı olmadığını, totalitarizmle suç
ortaklığı ettiğini söyleyecektir.
Montaj hattından çıkma
birer kopya ve klişe olarak görülen bu eserler ayrıca estetik sebeplerle de
horlanıyor.
Eski Batı Bloku’nda da
sosyalist realizme yönelik tutumlar aşağı yukarı aynı.
Müze koleksiyonlarında ve
eleştirel söylemde sosyalist realizmin neredeyse esamesi bile
okunmuyor.
Clement Greenberg’ün 1939
tarihli “Avangard ve Kitsch” başlıklı makalesinde vardığı hüküm
geçerliliğini koruyor: Sosyalist realizm bugün hâlâ modernizmin karşıtı olarak
görülüyor.
Ne var ki, Fangor’un
unutulup gitmiş müralinin seyirci karşısına çıkarılması, Doğu Bloku sanatının
ve sanatçılarının hikâyelerine farklı bakış açıları getirmeyi amaçlayan, yeni,
revizyonist yaklaşımın bir örneği – bölge ülkelerinin birçoğunda iktidarda olan
sağcı partilerin tek boyutlu milliyetçi anlatıları teşvik ettiği günümüzde bu,
siyasal açıdan giderek aciliyet
kazanan bir görev.
Sosyalist realizm
programı ilk olarak 1934’teki Sovyet Yazarları Kongresi’nde açıklandı.
Sovyetler Birliği’nin
Berlin’in doğusunda iktidarını pekiştirdiği 1948 yılında, uydu devletler,
Sovyet Komünist Partisi’nde üst düzey bir yetkili olan Andrey Jdanov tarafından
geliştirilen politikayı benimsedi.
Jdanov Doktrini’ne göre,
sanat, tikel vakalardansa, temel hakikatleri ortaya koyan tipik örnekler
sunmaya çalışmalı ve iyimser, popülist bir ton benimsemeliydi.
Sovyetler Birliği’nde
sosyalist realizmin görsel dili, büyük ölçüde fotoğrafa dayanarak 19. yüzyıl
realist Rus resminin geleneklerini güncelledi.
Buna karşın Doğu Avrupa
ülkelerinde yerel varyasyonlara izin veriliyordu.
Stalin’in, bütünleşmiş
bir sosyalist kültüre giden yolda geçilmesi gereken aşamalardan birinin,
“biçimde ulusal, içerikte sosyalist” yerel kültürlerin gelişmesi olduğu
yönündeki görüşünün bir gereğiydi bu.
Kriterler, merkezî bir
sanat sistemi tarafından dayatılıyordu: Sanatçı
sendikaları siparişler veriyor; sanat dergileri parti çizgisini sıkı sıkıya
takip ediyor; sergi mekânları devlet tarafından işletiliyordu.
Stalin’in ölümünün
ardından gelen kültürel ve siyasal ‘yumuşama’ döneminde Jdanov doktrininin
etkisi azaldı, hatta bazı yerlerde tümden terk edildi.
Sosyalist realist tarzda
eserler, 1956 civarında Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan’da kamunun
nazarından çekildi (Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk’ta bu çok daha geç bir
tarihte gerçekleşti).
Sovyet işgalinin
sembollerinden biri olarak görülen sosyalist realizm, hiçbir zaman 20. yüzyıl
Doğu Avrupa sanat tarihine tam olarak kabul edilmedi.
Gün yüzüne çıkarılan
Fangor müralinin bir sergiyle onurlandırılması, bir tavır
değişikliğine gidildiğini gösteren ilk emarelerden biriydi.
Gerçi, bundan önce de, Estonya Sanat
Müzesi’nin 2006 yılında Talinn’de açılan ana
binası Kumu’nun daimi sergisine sosyalist
realist eserler alınmıştı.
Fakat, bu eski Sovyet
Cumhuriyetinin birçok yurttaşı, “işgalci”nin
sanatını kendilerinden saymaya hazır değildi.
Bu eserlerin, kültür
alanında bir gurur kaynağı olması gereken yeni ve
gösterişli bir müze binasının itibarını zedelediğini düşünüyorlardı.
Yerli sanatçılar, sergiyi
“kendilerine olsa olsa bir işgal müzesinde yer
bulabilecek” “marjinal şeylerden” oluşan “yüz kızartıcı” ve “utanç verici
derecede yakışıksız” bir sergi olarak tarif ettiler.
Sergi küratörü Eha
Komissarov’un eleştirilere cevabı şöyle oldu:
Günümüzde, Doğu Avrupa sanat
çevrelerinin çoğu, sosyalist geçmişle aralarına mesafe koymaya çalışıyor; Batı
ise, bizi, tam da bu geçmişle tanımlamaya çalışıyor.
Jeopolitik paranoyamızdan kurtulmaya çalışsak
daha iyi olmaz mı?
Ünlü Doğu Avrupa sanatı
uzmanı Piotr Piotrowski, sonradan, Komissarov’un
küratoryal yaklaşımını, “başından geçen travmayı hatırlatarak ya da yeniden
yaşatarak hastayı iyileştiren, tipik bir psikanalitik tedavi biçimine”
benzetti.
Sergi, etnisite veya
yerle tanımlandığında ulusal mirasın sınırları hakkında zorlu bir sohbet
başlattı.
Eski Sovyet Bloku’nun
komünist mirası hakkındaki tartışmalarda bugün hâlâ
aynı sorular gündeme geliyor.
Kumu’daki sergiden on yıl
sonra, 2017’deki Documenta 14 kapsamında Atina’daki Ulusal Çağdaş Sanat
Müzesi’nde düzenlenen sergide Arnavutluk’tan sosyalist realist tarzda eserlere
yer verilmesiyle beraber, sosyalist realizm uluslararası çağdaş sanat
arenasında boy gösterdi.
Küratörler, temkinli
davranarak, sergideki resimleri ayrı ayrı eserler olarak sunmak yerine
Tiran’daki Ulusal Sanat Galerisi’nden ödünç alınmış bir koleksiyon olarak
takdim ettiler.
Koleksiyonun bütünlüğüne
yapılan bu vurgu, sosyalist realizmin kolektif
karakteri hakkındaki klişeleri yeniden üretmenin yanı sıra, müzelerin, Batı ürünü
olmayan sanat eserlerini birer etnografik yapıntı, bir bireyin yaratıcı
vizyonundansa ait olduğu kültürü yansıtan birer nesne olarak ele alma
alışkanlığını tekrarladı.
Documenta’nın
küratörleri, muhtemelen, faşizm karşıtı ve marjinalleştirilmiş sanat
pratiklerine yaptıkları vurguyu güçlendirmek için bu eserleri sergiye dahil
etmişlerdi.
Ama serginin düzenlenişi,
Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve
Romanya’daki sanat kurumlarının 1990’larda izlediği, Stalinist sanatı
kültürel olarak yabancı sanat, hatta, sanat olmayan sanat olarak sunma
stratejisini akla getiriyordu.
1994’te, Varşova’daki
Ulusal Müze, Stalin döneminde satın aldığı sanat
eserlerini saklamak için kullandığı Kozlówka’daki deposunu, bir sosyalist
realist sanat galerisine dönüştürdü.
Teşhirdeki nesnelere,
onları üreten kültürü temsil eden parçalar olarak, ikinci sınıf bir statü
biçilmişti.
Ulusal Müze’nin başkentte
sergilediği eserlere hem coğrafi hem
de kültürel açıdan uzak nesneler olarak takdim edilmişlerdi.
Benzer bir şekilde,
Macaristan ve Litvanya da, sırasıyla 1989 ve 1991’de kaidelerinden devrilen
sosyalist kahraman ve önder anıtlarının sürüldüğü açık hava heykel parkları
açtı.
Buralar, turistlere
gülünç fotoğraflar çekme fırsatı sunan cazibe
merkezlerine dönüştü.
Ama son zamanlarda, sanat
kurumları pozisyonlarını gözden
geçirmeye başladı.
Tarihçiler, komünizm
projesinin Batı modernliğinin bir parçası olarak görülmesi gerektiğini, aynı
şeyin bu proje kapsamında üretilen sanat için de geçerli olduğunu
söylüyor.
Sosyalist realizm,
Stalin’in sanayileşme, şehirleşme ve ekonomik kalkınmaya odaklanarak Sovyet
yaşamını yeniden organize etme yönündeki modernleşme planının bir parçasıydı.
Filozof Boris Groys,
sosyalist realizmin, modernizmin bir olumsuzlaması olamayacağını çünkü hayatı
sanat yoluyla kökten değiştirme arzusunu gerçekleştirerek, avangard projeyi
devam ettirdiğini ileri sürmüştü.
Bu tez, 1930’ların Sovyet
kültürünü tarif etmek için geliştirilmişti ama Avrupa’daki sosyalist
cumhuriyetler için daha da geçerli olduğu söylenebilir.
Sovyetler Birliği’nde
1930’larda sosyalist realizme geçilmesiyle beraber, konstrüktivistler ve diğer
avangard sanatçılar akademiden ihraç edildiler.
Polonya ve Romanya gibi
ülkelerdeyse durum çok daha farklıydı: Savaş öncesi dönemde
avangard gruplar kuran sanatçılar ile 1950’lerde sosyalist realizmin saflarına
geçenler çoğunlukla aynıydı.
Modern sanat tarihine ilk
kabul edilen sosyalist realist sanatçılar, daha ‘makul’ olanlardı; yani, herhangi bir
politik adanmışlığı olmayan, dolayısıyla, komünizm-sonrası izlerkitle açısından
daha yenilir yutulur türden olan sanatçılar.
Hiçbir zaman önemli bir politik figür olmamış
Fangor’un durumunda olan buydu.
Tırpan Dövenler’in takdirle
karşılanmasında, muhtemelen, stilin de etkisi vardı.
Sosyalist realizm
döneminde yapılmış olsa da, Fangor’un mürali, iki savaş arası dönemde Polonya’da sık görülen
anıtsal realist resim stillerini akla getiriyordu; soyut arka plan ve kısıtlı
renk kullanımı ise yerel bir kübo-fütürist stil olan formizmin tipik
özelliklerindendi.
Dahası, ilerleyen
yıllarda yakaladığı başarılar, sanatçının, etik açıdan itibarını yitirmiş bir
sistem dışında da sanatsal maharet sergileyebildiğini kanıtladı.
Fangor, sosyalist realist
tablolarıyla ödüller kazandı kazanmasına ama sonradan kendini soyut resimler
yapan modernist bir sanatçıya dönüştürdü.
Ülkeyi terk ederek,
uluslararası ölçekte başarılı bir sanatçı haline geldi.
Op-art eserleri, 1965
yılında, New York’taki Modern Sanat Müzesi’nde düzenlenen “The Responsive Eye”
başlıklı çığır açıcı sergide yer aldı.
Guggenheim Müzesi, 1970
yılında Fangor’un kişisel sergisine ev sahipliği yaptı.
Alina Szapocznikow’un
(1926-1973) sosyalist realist tarzda eserlerinin modern sanat tarihine kabulü
de benzer bir güzergâh izledi.
Sanatçının Stalin dönemine ait eserleri
neredeyse tamamen yok sayılıyordu; ta ki, Polonya ile Sovyetler Birliği
arasındaki dostluk anısına yaptığı bronz heykel 2019 yılında Varşova Modern
Sanat Müzesi’nin koleksiyonuna girinceye kadar.
Komünizm dönemine ait
diğer anıtlar gibi, bu heykel de 1992 yılında ıskartaya çıkarılmış ve yeniden
keşfedilip, 420 bin dolara müzayedeye çıkana kadar neredeyse 30 yıl boyunca
özel bir şahsın hurdalığında yatmıştı.
Szapocznikow vakası,
ilginç bir vaka: Sanatçı, özel olarak komünist devletin inşasına katkıda
bulunmak için 1950’lerin başında Paris’ten Polonya Halk Cumhuriyeti’ne
dönmüştü.
Yaptığı tercih, ihtilaflı
bir gerçeğe delalet ediyor: Talimatlar
Moskova’dan gelse de, halihazırda var olan sanat çevrelerinin bilfiil katılımı
ve yaratıcı katkısı olmasa, uydu devletlerde sosyalist realizm gelişemezdi.
Doğu Avrupalı
sanatçıların, kendi iradeleriyle, sosyalist realizmi yeni görsel
dilleri olarak kabul etmelerinin birçok sebebi vardı.
Birçoklarına göre, devlet
himayesi ve sanatçıların yeni bir sosyo-politik gerçekliğin inşasında rol
almaya davet edilmesi, kültürel altyapıda yaşanan olumlu değişikliklerdi.
1950’lerin Doğu Avrupası,
1930’ların Sovyetler Birliği’nden farklıydı: Önceleri soyut resim ve
heykeller yapan birçok sanatçı, komünistler iktidara gelmeden önce de realizmle
deneyler yapmaya başlamıştı zaten.
Örneğin, 1920’lerde Blok,
Praesens ve a.r. gibi avangard grupların kurucu üyeleri arasında yer
almış olan (ve 1960 ve 1970’lerde konstrüktivist eğilimlerin yeniden
canlanmasında önemli rol oynayacak olan) Henryk Stażewski, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra neo-klasik figürasyona döndü; 1950’lerde, resimlerinde
traktör şoförlerini ve inşaat işçilerini betimliyordu.
Bazı sanatçılar, kültürü
daha anlaşılır ve eşitlikçi kılmanın yolunun realizmden geçtiğine
inanıyordu.
Bazıları, savaşın sebep
olduğu yıkım ve ıstırabı temsil etmeye kadir yegâne dilin realizm
olduğu sonucuna varmıştı.
Bir de, formla ilgili
tercihlerinden bağımsız olarak sol politik görüşler benimseyenler ve iki dünya
savaşı arası dönemde komünistlere sempati duyanlar
vardı.
20. yüzyılın başlarında
Budapeşte’yi fovizm ve kübizmle tanıştıran ilerici sanatçı grubu The Eight’in kurucuları
arasında bulunan Bertalan Pór,
bu son gruba örnek teşkil ediyordu.
Pór, 1919 Macaristan Devrimi sırasında,
üzerinde “Dünyanın bütün işçileri, birleşin” yazan devasa bir ekspresyonist
afiş yapmış; 1948 yılında da, Stalin ve Macaristan Komünist Partisi genel
sekreteri Mátyás Rákosi’nin portrelerini yapmak üzere Paris’ten Macaristan’a
dönmüştü.
Bükreş, Prag ve
Varşova’da Sovyet nüfuzuna direnen bazı sanatçılar vardı ama onlar da,
sosyalist realizmi destekleyen Fransız sanatçı ve aydınlara saygı duyuyorlardı.
Avangard şair Louis
Aragon, 1935 yılında “Bir Sosyalist Realizm İçin”i yayınladı; Pablo
Picasso ve Fernand Léger, 1940’ların ortasında Fransız Komünist Partisi’ne
katıldı.
1952’de Varşova’daki
Sanat Sergileri Merkez Bürosu’nda düzenlenen, Picasso, Léger ve André
Fougeron gibi Fansız komünist sanatçıların eserlerinin yer aldığı kapalı
gişe Fransız sanatı sergisi Polonyalı sanatçılar için büyük bir ilham kaynağı
oldu.
Katalog yazılarında,
“savaş sonrası Fransız sanatında, ilerici ve militan bir realizmin, anlaşılmaz
ve kendi kuyusunu kazan soyutlamaya galebe çaldığından” bahsediliyordu.
Doğu Bloku’ndaki
sanatçılar, kendi sosyalist realizmlerini geliştirebilmek için farklı farklı
sanat-tarihsel kaynaklara başvurdular.
Macar sanatçı Endre
Domanovszky, 17. ve 18. yüzyılın Hollandalı ustalarından ilhamla tenebrist
kompozisyonlar üretti; Macaristan’ın en büyük demir-çelik fabrikasının girişi
için yaptığı dev boyutlardaki fresk bunların bir örneğidir.
Romanyalı Alexandru
Ciucurencu’nun ve onun izinden giden birçok başka sanatçının
tablolarında görülebileceği gibi, sosyalist realizm, kolektif faaliyetlerin
coşku ve neşesini ifade edebilmek için çoğunlukla canlı renklerden
faydalanıyordu.
Çekoslovak sanatçı Edita Spannerová’nın
boş bakışlı kadınları, doğrudan doğruya Amadeo Modigliani’ninkilerden
esinlenmiş gibi gözüküyor.
Fangor’a gelecek olursak,
konu seçimi bakımından ideolojik doğrulardan sapmamış olsa da, form bakımından
herhangi bir Rus kaynaktan çok Alman Neue Sachlichkeit akımıyla ortak yanı
vardı.
Bu çeşitlilik, sosyalist
realizmi ikonografi ya da stil üzerinden tanımlama
eğiliminin zaafını ortaya koyuyor.
2012’de, Bratislava’daki
Ulusal Galeri’de düzenlenen “Yarım Kalan Şarkı: Sosyalist Realist Sanat
1948-1956” başlıklı sergide, bu
mesele enine boyuna irdeleniyordu.
Sergi küratörü Alexandra Kusá, Slovak
sanatçıların sosyalist realizmi yorumlarken sergiledikleri yaratıcılığı ortaya
koymuştu.
Sözgelimi, Ladislav
Guderna’nın bazı portreleri, erken İtalyan Rönesansı’ndan o kadar çok
esinlenmiş ki neredeyse Piero della Francesca’nın kopyalarına benziyor.
Alojz Klimo’nun
siyah-beyaz ahşap baskıları, bir Alman ekspresyonizmi sergisinde pekâlâ yer
alabilirdi.
Ester
Šimerová-Martinčeková’nın geniş renk parçalarına ayrılmış manzara resimleri, bütün Nabis hayranlarını
memnun ederdi.
Sanatçılar konu seçiminde de benzer bir
serbestiyetle hareket ediyorlardı: Hasat kaldıran ya da okuma-yazma öğrenen
köylüler gibi kanonlaşmış sahnelerin yanı sıra, Lenin’i Barok bir resmi
hayranlıkla izlerken betimleyen epey şaşırtıcı bir eserle de
karşılaşılabiliyordu.
Kusá, ülkenin Ulusal
Müze’sinde sosyalist realist eserler sergilemenin doğurabileceği tepkilerin farkındaydı.
1989’da kamusal alandan
kaldırılan bir Stalin anıtını galerinin girişine yerleştirmişti.
Heykeli kaidesiz olarak
sergileyen ve Stalin’in el ve ayak bileklerine halat bağlayan Kusá, böylelikle
hem Çekoslovakya’nın tarihsel gerçeklerine hem de post-komünist ikonoklazma
dikkat çekmişti.
“Yarım Kalan Şarkı”
sergisinde yer verilen eserlerden biri de, dinleme cihazlarıyla beraber
eksiksiz bir 1950’ler dairesinin rekonstrüksiyonuydu.
Sergi olumlu tepkilerin yanında olumsuz
tepkiler aldıysa da, Kusá, yergiye ya da
yüceltmeye kaçmadan, sanatçıların hayatlarını ve
sanatlarını tüm karmaşıklığı içinde anlatmayı başarmıştı.
Yakın tarihli diğer kayda
değer sosyalist realizm sergilerinden ikisi şunlar: Monica Enache’nn
küratörlüğünde 2018’de Bükreş’teki Romanya Ulusal Sanat Müzesi’nde düzenlenen
“Halk için Sanat? Resmî Romanya Sanatı 1948-1965” ve 2016’da Polonya’nın
Szczecin şehrindeki Ulusal Müze’de düzenlenen “Moskova’dan Uzakta: Gérard
Singer ve Müdahil Sanat”.
Bunlardan ikincisi,
küratör Szymon Piotr Kubiak’ın müzenin deposunda tesadüfen karşısına
çıkan Nice’te 14 Şubat (1950-51) başlıklı dev Singer
tablosunu odağına alan, son derece yaratıcı bir sergi.
Yukarıda değinilen 1952
tarihli Fransız sanatı sergisinde başrolü oynadıktan sonra tablonun kaybolduğu
sanılıyordu.
Söz konusu ülkelerde
komünist geçmişin kolektif hafızası üzerine mücadelelerin döndüğü günümüzde,
Stalin döneminde Doğu
Avrupa’da üretilen sanat hakkında tarafsız ve etraflı bir değerlendirmenin önemi iyiden
iyiye kendini hissettiriyor.
Macaristan ve
Polonya’daki sağcı liderler, komünist geçmişi kendi
politik gündemlerine hizmet edecek şekilde yeniden yazıyorlar.
Onların versiyonunda, yarım yüzyıllık
sosyalist geçmiş, bir
işgal ve ulusal esaret dönemi olarak sunuluyor.
Son derece dar bir “millî” kültürel miras
tanımından hareket ediyorlar.
1970’ler ve 1980’lerde
doğan ve çocukluklarında komünizme tanıklık eden birçok insan bu girişimlere
direniyor ve 1989 sonrası eğitimlerine hâkim olan anti-komünist kahramanlık
hikâyelerini sorguluyor.
Komünist rejimin ve sosyalist
realizm de dahil olmak üzere bu rejimin ürettiği kültürün, “bizim” kültürümüze
yabancı olarak yaftalanıp toptan itibarsızlaştırılmasının, sol politikalara ket
vurmakla kalmadığının, başka dışlamaların da önünü açtığının farkındalar.
Burada bahsedilen
sergiler, incelikli yaklaşımlarıyla, Stalin
dönemini romantikleştirmekten uzaklar.
Daha ziyade, Sovyet
komünizmi altında yaşayan sanatçıların gerçek
deneyimlerini gün yüzüne çıkararak, o kültürel uğrağın karmaşık
yönlerini ortaya koyuyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder