Refik Anadol ve Algoritma Sanatı
Refik Anadol “bir medya sanatçısı" olduğunu söylüyor.
Pigmentleri veriler .
“Yapay zekânın yardımcı olduğu,
düşünen bir fırça”yla boyuyor.
Tualleri ise mimarlık.
Sonuçta Anadol, algoritmalarla verileri imgeleştiriyor, “güzel”leştiriyor.
Bu veriler, algoritmaları işletmeye elverişli olan ve milyonları bulan
“büyük data” cinsinden.
İlk işi, SALT arşivindeki 1,7 milyon
imgenin önce sayılara tercüme edilip sonra da Deep Dream, t-SNE gibi
algoritmalarla ‘sanatsallaştırılması’.
Yani, yeniden imgelere dönüştürülmesi ama bu sefer yapay zekânın,
makinelerin ‘yarattığı’ imgelere.
Ve sonuçta, duvarlara yansıtılan hareket halindeki imgelerin izleyicileri
kuşattığı koca bir sanal mekân çıkıyor ortaya: Düşleyen Arşiv.
Anadol “Eğer,” diyor, “makineler, hatıraları öğrenip işleyebiliyorlarsa,
düş de hayal de görebilirler”.
Anadol’un hamisi, her türlü bilgiyi, sanatı, iletişimi dijitalleştirip
denetleme ve yönetme peşinde olan Google.
Geraldine Juarez’e göre, Google, kültürü veriye dönüştürüp “dünyanın bütün
bilgisini arşivleyerek” bir “dijital kolonyalizm” kurmaktadır.
Anadol’un sonraki bir projesi, Los Angeles Filarmoni Orkestrası’nın bir
asırlık arşivlerine ait datanın mimar Frank Gehry’nin tasarımı olan Walt Disney
Konser Salonu’na yansıtılması.
Böylece Bilbao Müzesi’yle mimarlığı gösterileştiren Gehry’nin yapısı
tamamıyla bir ekrana dönüşüyor ve Anadol’a göre böylece düş görmeye başlıyor.
Zaten projenin adı WDCH
Dreams (“Walt Disney Konser Salonu Düş Görüyor”).
Şimdi de İstanbul’da Makine Hatıraları: Uzay sergisini
açıyor.
ABD Uzay Dairesi NASA teleskoplarının kaydettiği iki milyondan fazla
veriyle beslenen “veri tabloları ve heykelleri”.
İki bölümü var: Hatıralar ve Düşler.
“Veri heykelleri, teleskopların
‘rüyalarını’ tablolaştırırken; Makine Hatıraları başlıklı
sinema bölümü ise, izleyiciyi on beş dakika boyunca, uzayla ilgili sürükleyici
rüyalar gören bir makinenin zihnine adım atmaya davet ediyor.”
Refik Anadol’un bütün bu ‘tualleri’ ve ‘heykelleri’ sergilendikleri mekânı
duvardan duvara, yerden tavana kuşatarak, izleyicinin başını döndürüyor.
Algoritmaların İktidarı
Algoritma, en basit tanımıyla, bir problemin çözümündeki ya da bir işin
yürütülmesindeki, sırasıyla birbirini tamamlayan ve ayrıntılarıyla tanımlanmış
adımlardır, aşamalardır, talimatlardır, kodlardır, gramerdir…
Mantık ve matematik bileşimidir.
Matematiğin de mantık gibi birtakım aksiyomlardan oluştuğu düşünülürse,
“matematiksel mantık”tır, ya da düpedüz mantıktır.
Başka deyişle, bir işin, işlemin yürütülmesini tanımlayan önermeler
dizgesinin, aritmetik veya geometrik ifadesidir, dilidir.
Onun için algoritmaları nihayetinde rakamlar işletir.
Nitekim, “algorismus esasen, Hint-Arap rakamlarını hesaplama
yoludur”.
Ve “algoritma” terimi de, algebra (cebir) gibi, bu
hesaplama yolunu bulan 9. yüzyılın büyük
Acem matematikçisi Muhammed bin Musa el-Harezmi’nin adından türetilmiştir.
Ne var ki ilk algoritmalar, antik Yunan’a, matematiğin doğuşuna kadar
gidiyor.
İnsanların akıl yürüten, hesap yapan, yapacağını tasarlayan mantıksal
hayvanlar olduğu düşünülürse bütün çağdaş hayat bir anlamda algoritmiktir.
The Creativity Code – How AI is Learning to Write, Paint and
Think kitabının yazarı Marcus Du Sautoy, “Hayatımızı tamamıyla
algoritmaların çalıştırdığını” söylüyor.
“Dijital çağda bizi algoritmalar yönetiyor, ne var ki çok az insan
algoritmaların bilgisayarlardan binlerce yıl geriye, matematiğin kalbine kadar
gittiğini fark ediyor.”
James Bridle’a göre de “kitap okumak, müzik dinlemek, araştırma yapmak ve
öğrenmek gibi birçok etkinlik, gittikçe daha çok algoritmik mantık tarafından
yönetiliyor ve gizli, opak işlemleme süreçleri tarafından denetleniyor…
Toplumsal hayatımız algoritmalar tarafından yola sokuluyor…
Bütün beşeri bilgiyi indekslemeye girişen Google, bu bilginin kaynağı ve
yargıcı haline geldi: insanların aktüel olarak ne düşündüğünü oluşturuyor.
İnsanlar arası ilişkileri haritalandırmaya –toplumsal grafiğini çıkarmaya–
soyunan Facebook ise bizzat bu ilişkilerin platformuna dönüştü; toplumsal
ilişkileri bir daha geri dönülmez şekilde yeniden biçimlendiriyor.”
Algoritmalar ve “işlemleme, tam anlamıyla düşüncemizin temeli”.
Günümüzde popülizmi, Alt-Right ırkçılığı, komplo teorilerini, kamplaşma ve
düşmanlık dilini örgütleyen dijital iletişim, algoritmalar tarafından
yönetiliyor. İletişim ve kültür-sanat dünyası kadar, finans-sanayi-ticaret
dünyası, savaşlar, algoritmalar tarafından denetleniyor ve yönetiliyor.
Zaten algoritmaların kaynağı da, onları işleten bilgi-işlem makineleri ve
yapay zekâ gibi, savaş endüstrisi.
Algoritmalar verilerle besleniyor.
Veriler ne kadar hacimli, ne kadar ayrıntılı olursa algoritmaların iktidarı
da o kadar güçleniyor.
O nedenle zamanımızın en etkili araştırma alanlarından biri veri bilimi.
“Günümüzde veri bilimi, modern toplumların hemen her bileşeninde karar alma
süreçlerini yönlendiriyor.”
Kelleher ve Tierney’in tanımıyla “veri bilimi, hacimli veri kümelerinden
faydalı örüntüler çıkarmaya yarayan bir dizi ilkeyi, sorun tanımını,
algoritmayı ve süreci içerir…
Veri bilimi, yapay öğrenme ve veri
madenciliği terimleri sıklıkla birbirinin yerine kullanılır.”
Sonuçta, insanların ideolojileri, biyolojileri, psikolojileri,
fizyolojileri, nörolojileri vb. onların davranışlarını olabildiğince denetleyip
yönlendirmek amacıyla verilere indirgeniyor ve rakamlara tercüme edilip
algoritmalara teslim ediliyor.
Devletler gözetim ve denetim ağlarını
derinleştirebilmek için; Facebook, Amazon, Google, Microsoft gibi şirketler de
varoluşumuzu avuçları içine alıp, verilerden oluşan sermayelerini ve kârlarını
tırmandırmak için büyük bir açlıkla veri istifliyorlar.
Bu şirketler, “şimdi de politik davranışlarımıza ve bununla birlikte
Amerikan devletinin alacağı şekle ince ayar çekmek için gereken araçlara,
sadece [bu verileri işlemleyen] algoritmalar üzerinde oynayarak
kavuşmaktadırlar.”
İşte “büyük veri” terimi bu olayı açıklıyor.
Miller’e göre “büyük veri çağında”
yaşıyoruz.
2013 yılında İngiltere’de kurulan siyasi danışmanlık şirketi Cambridge
Analytica, Amerika’daki değişik seçimlerin manipüle edilmesi amacıyla verdiği
hizmet için Facebook’la işbirliği yaparak 50 milyon insanın psikografik
analizlerini çıkarmış.
Cenevre’deki bir fizik laboratuvarı her saniye 40 terabit veri üretmekte –
yani Amerikan Kongre Kütüphanesi’ndeki bütün kitapların üç misli kadar.
Bir başka büyük veri örneği: Deep Blue yazılımı,
1990’ların dünya satranç şampiyonu efsanevi Kasparov’u yendiğinde saniyede iki
yüz milyon hamleyi değerlendiriyordu.
Peki kime ait bu veriler?
Bizlere…
Dijital ortamlarda çalışan, iletişen hepimize.
Dijital bilişim ve iletişim oligarkları güya bizim onayımızı alarak bunları
kendilerine mal ediyor ve sonra da özellikle tüketimle ve siyasetle ilgili
davranışlarımızın tasarlanabilmesi amacıyla satıyorlar.
Kısacası veri demek para demek; büyük veri demek büyük para demek.
Yani nihayetinde veri, parayla ve rakamlarla bileşiyor.
Matematiksel İmha Silahları: Büyük Veri Eşitsizliği Nasıl Artırıp
Demokrasiyi Tehdit Ediyor? kitabının
yazarı Cathy O’Neil, Büyük Veri ekonomisinin nasıl “olağanüstü kazançlar”
getirdiğini anlatıyor.
Ve Google’ın arama algoritması bu kazançları daha da artırmaya odaklanmış.
Üstelik, bu “algoritmalar bizden gizlenmiş…
işlerini karanlıkta yürütüyorlar”.
İşte, algoritma sanatı da Büyük Veri sayesinde gerçekleşiyor.
Algoritmaların Yaratıcılığı
Zamanımızın belki de en can alıcı sorusu, makineler yaratıcı mıdır?
Sanat yaratabilirler mi?
The Artist in the Machine: The World of AI Powered Creativity kitabında, Londra Üniversitesi Bilim Felsefesi ve Tarihi profesörü Arthur
Miller, sanat/müzik/ edebiyat alanındaki Yapay Zekâ uygulamalarını tarayarak bu
can alıcı sorulara cevap arıyor.
Onun kaydettiğine göre, Yapay Zekâ uzmanları makinelerin zaten yaratıcı
olduğuna inanıyorlar: “insan beyni bilgisayara, bilgisayar da insan beynine
benzer”.
Beynin “bilişsel mimarlığıyla” bilgisayarınki özdeş.
İkisinin hafızası da enformasyon depoluyor ve bunu algoritmalar yoluyla
etkinleştiriyor.
Aslında bu gibi düşünceler insanın bir makine olduğunu savunan Thomas
Hobbes (1588-1679) ile La Mettrie’nin (1709-1751) felsefelerine kadar gidiyor.
Hatta daha da gerilere, insanı bir otomat gibi gören Demokritus’a (İÖ
460-370) uzanıyor.
Sinir ağları , beynin fonksiyonlarını taklit etmek üzere tasarlanan
algoritmalar.
Büyük Veri’yle işleyen ve görsel verilerin analizinde ve
sınıflandırılmasında kullanılan ilk yazılımlardan biri Deep Dream (Derin Düş,
2015).
“Google mühendisi” Mordvintsev’in algoritmaları milyonlarca imgeyi
sınıflandırarak aralarında örüntüler (patterns) oluşturuyor
ve bu algoritmalar ilk önce kedi ve köpek ‘alaşım’larından oluşan birtakım
“kâbus canavarları” yaratıyor.
“Tabii buradaki kritik nokta, makine bizim gibi kedi köpek görmüyor,
birtakım rakam kümeleri görüyor.”
Yani, veriler rakamlara tercüme ediliyor, dolayısıyla algoritmik sanatı da
nihayetinde rakamlar yaratıyor.
Mordintsev ve Deep Dream daha sonra halüsinasyonlarla tanınıyor.
Bu öyle yayılıyor ki, Sussex Üniversitesi’nde bir “Halüsinasyon Makinesi”
icat ediliyor (2017).
İmge üretmek için yaygın olarak
kullanılan diğer bir “algoritmik mimari”, Refik Anadol’un da kullandığı
GAN’lar.
Gene Google’da göreve başlayan Goodfellow ve ekibi tarafından 2014 yılında
geliştiriliyor.
Yeni sentetik veriler üretilmesi amacıyla iki sinir ağının birbiriyle
kapışması ya da yarışmasıyla işliyor.
Deep Dream ve GAN’lardan sonra yeni yeni algoritmalar geliştiriliyor.
Miller, kitabının “Deep Dream’den Sonra Ne Geldi?” bölümünde bunlardan
kayda değer gördüklerini aktarıyor: Elgammal’ın sanat tarihini aşan sanat
yaratma iddiasındaki CAN’ları, Colton’un duygulu portre ‘ressamı’ The Painting
Fool, Cohen’in AARON’u, Philip Isola’nın Pix2Pix’i…
(Miller bu bağlamda Refik Anadol’a
da değiniyor.)
Aslında, günden güne bu algoritmalara yenileri eklenip duruyor.
Bunda gittikçe yaygınlaşan uluslararası yarışmalar önemli rol oynuyor.
Başta Google’ın 2003 yılından beri düzenlediği Code Jam geliyor.
2020 yılında bu yarışmaya kaydolanların sayısı 96.000.
Hash Code ve Kick Start yarışmalarını düzenleyen de Google.
Yarışmalara bir de “kodlama” veya “programlama” olimpiyatlarını eklemek
gerekir.
Sonunda bakıyoruz, ortalık Google sanatı ve sanatçılarıyla doluyor.
Bu olay Google’ın kendi kadrolarını örgütlemesi bakımından da işe yarıyor.
Bu sırada birçok mecra herkesi kendi algoritma sanatını yapmaya çağırıyor.
Örneğin, Tariq Rashid’in Make Your Own Algorithmic Art adlı
kitabı.
Anlaşılıyor ki, özel bir yaratıcılığa, dâhiliğe filan gerek yok.
Ama girişimcilik ve iletişim hususunda Anadol’un becerisi muhakkak ki
nadir.
Tabii, ‘makine sanatı’ bu kadar popüler olunca, bu alanda müzayedeler de
yayılıyor.
İlk müzayedeler 2016’da başlamış olmasına rağmen, bu olayın miladı 2018’de
New York’ta düzenlenen Christie’s müzayedesi sayılıyor.
Bu müzayedede bir Fransız kolektifi olan Obvious’a ait Edmond de
Belamy’nin Portresi en fazla 10.000$ getirmesi beklenirken 432.500
dolara satılıyor.
Portre bir GAN.
WikiArt’dan yüklenen 15.000 portre arasında kurduğu ilişkilerle
algoritmaların türettiği, “rakamların boyadığı” bir resim.
Nitekim Obvious da kendi adıyla değil kullandığı algoritmanın formülüyle
‘imzalamış” resmi.
Buna rağmen büyük çatışmalar çıkıyor: Sanat mı, değil mi?
Telif sahibi kim?
Fikrî mülkiyet kimin?
Bu işin ahlakı nerede?
Neyse…
Bu müzayedeyle insanlar dışında makinelerin de sanat yaratabileceği bir
anlamda meşrulaştırılmış oluyor.
Christie’s yöneticisine göre bu işte bir beis yok; “duygu yüklü ve
esinlendiriciyse neden sanat olmasın ki?”
Google Sanatı
Bilginin iktidar olduğunu bilen egemenler öteden beri dünyanın bütün
bilgisini aynı mekânda yoğunlaştırabilme hayaline kapılmışlardır.
MÖ 4. yüzyılda kurulan ve yedi yüzyıl etkin olan İskenderiye Müzesi, “Hint,
Mezopotamya ve Yunan medeniyetlerine, hatta bütün yeryüzüne ait sözleri ve
imgeleri aynı mekânda biriktirme hayalinin ilk tasarımıdır; belleğin merkezidir.”
Helen imparatorluğunun kurulmasında en önemli merkezdir.
Roy Macleod’a göre “bir kültürel emperyalizm tasarısının ilk kefilidir”.
Müzelerin “altın çağını” başlatan Louvre gibi, British Museum, Viyana
Kunsthistoriches, Berlin Müzesi gibi 19. yüzyıl kolonyalist müzelerinin bütün
dünya sanatını yağmalayarak kendi mekânlarına taşıma hırsı İskenderiye
Müzesi’nden mirastır.
İşte şimdi bu mirası Google devralmıştır ve Büyük Veri çağında ilk kez
böyle bir zihnî kolonizasyon sanki mümkün görünmektedir.
Google’ın 2011 yılında başlattığı Arts & Culture projesinin kolonyalist
politikası konusunda gayet geniş bir literatür mevcuttur.
Melissa Terras “Digital cultural colonialism: measuring bias in aggregated
digitized content held in Google Arts and Culture” adlı incelemesinde iki
tür kolonizasyon ayırt etmektedir: Birincisi, Google sanat ve kültür projesinin
küresel sanat arşivini oluşturan 6 milyon imajın neredeyse tamamının Batı’ya
ait olması; ikincisi arşivin içeriği – sanatın özgürlük, özerklik cevherini,
siyasal ve devrimci cevherini ıskalaması.
Yani iki büyük sansür vakası.
Üstelik Google Arts & Culture yalnızca bir arşiv değildir, “50 milyon
kullanıcıya ulaşan sosyal medyadaki ölçüsüz erişimiyle, önde gelen bir kültür
üreticisidir.
Arkasında ise Google’daki sanatla ilgili aylık 500 milyon arama
bulunmaktadır”.
The Art Newspaper’da
2018 başında yer alan ve Google’ın sanat/kültür kolonyalizmi hakkında fikir
veren bu rakamların aradan geçen sürede ve pandemiyle birlikte katlandığına
şüphe yoktur.
Aslında, iletişim üzerindeki kurdukları küresel hegemonyalarıyla, Google ve
Facebook’un artık her kesimde ipliği pazara çıkmıştır: Sadece aydınlar arasında
ve kültür/sanat dünyasında değil, ekonomi dünyasında, siyaset dünyasında, bütün
toplumsal hayatta.
Google, Facebook ve Twitter ile ilgili ABD Senatosu’nun açtığı
soruşturmanın yanı sıra geçen Aralık ayında da 40 kadar eyalet ve Adalet
Bakanlığı Google’ı mahkemeye vermişlerdir.
Google’ın suçlandığı vakalar saymakla bitmiyor: sansür, siyasi
manipülasyon, cinsel taciz, ırk-yaş-cinsiyet ayrımcılığı, anti-tröst yasasının
ihlali, telif gaspı…
Liberal sermaye dergisi The Economist feryat etmektedir:
“Konuşmalarımızı Kim Denetliyor?”, kamu mu yoksa dijital iletişim oligarklarının
algoritmaları mı?
6 Ocak 2021 Capitol Hill darbesinden sonra New York Times’da
yayınlanan “Konuşmadığımız Darbe” makalesinde ise Shoshana Zuboff, genelde
demokrasiye karşı bir “epistemik darbeyle”, başka deyişle bilgiyi üretmeye ve
denetlemeye ilişkin bir darbeyle karşı karşıya olduğumuzu yazıyordu.
Bu darbenin arkasında, insanların hayatını verilere dönüştürerek onları
bedava hammadde gibi kendine mülk edinen Google ve Facebook gibi tröstler
vardır.
Kısacası, insanların sanat, kültür ve bilgi birikiminin ele geçirilerek,
onlar üzerinde iktidar kurmak üzere kullanılması totaliter bir hegemonya
politikasıdır.
Google Arts & Culture bu
politikayı estetikleştirme projesidir.
Refik Anadol da bu projeye bağlı AMI programında başlamış kariyerine.
Anadol’un Google’ın yanı sıra NASA ile de işbirliği yapması övgüyle
karşılanmaktadır.
Oysa, ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA, her ne kadar kendisini
“sivil ve barışçıl” bir kuruluş olarak tanıtsa da, kurulduğundan beri askerî
programlarla iç içedir.
Amerikan ordusu “drone suikast programı”nda da Google
algoritmalarını kullanmaktadır.
Sanat mı?
Refik Anadol ve diğer algoritma sanatçılarının işleri sanat mıdır?
Bu soru, zamanımızda geçerli bir soru değildir.
Çünkü 1980’lerdeki postmodernist dönemle birlikte başlayan anything
goes estetiği bağlamında her şey sanattır, yeter ki, “sanat” olarak
sergilensin ve satılsın.
Zaten Baudrillard bütün hayatın estetikleşerek, estetiği topyekûn
anlamsızlaştırdığını savunuyor.
Ona göre “Warhol bizi estetikten ve sanattan kurtarmıştır”.
Estetik filozofu Arthur Danto da, ünlü “Sanatın Sonu: Felsefi Bir Müdafaa”
makalesinde Warhol’la birlikte sanatın tarihinin sona erdiğini savunur.
Besbelli makine sanatı, Schiller’in özgürlükle, Nietzche’nin siyasetle,
Breton’un aşkla, Adorno ve Debord’un devrimcilikle özdeşleştirdiği sanat
değildir.
Estetik modernizm ve avangard gibi sanatın özerkliğini temel almaz, tam
aksine bu özerkliği parçalamak üzere örgütlenir.
Ne var ki, makine sanatı Debord’un tanımladığı anlamda bir gösteri
sanatıdır .
Gösteri Toplumu kitabında
Debord, gösteriyi “imaja dönüşene kadar yoğunlaşmış sermaye olarak” tanımlar.
Frank Gehry’nin mimarlığı gösterileştirdiği Bilbao Müzesi’nin ardından, Hal
Foster Debord’un sözünü tersine çevirir: “Gehry ve benzeri mimarlarla birlikte,
şimdi tersi geçerli: sermayenin bir imaja dönüşene kadar yoğunlaşması.”
Bilbao Müzesi’nin cepheleri, Refik Anadol’un Gehry’nin bir başka yapısı
olan Walt Disney Filarmoni’nin cephelerini “verileriyle boyamasından” çok önce
“düş görmeye” başlamıştır; dev ekranlar olarak kullanılmıştır.
Ama, ne Bilbao halkı, ne turistler bu gösteriyi bir sanat olayı filan gibi
görmezler; olsa olsa bakıp geçeceğiniz bir eğlencedir.
Sanatın hem egemenlik tarihine hem kendi tarihine meydan okuduğu ve 19.
yüzyıl başında Kant’ın estetiğiyle başlayan özerklik savaşımı, iki yüzyıl bile
sürmüyor; sanatın tarihinde bir parantez.
Baştan beri, hükmedenler hep sanatın sembolik gücüyle hükmetmişler.
İşte şimdi de öyle.
Üstelik çağımızda şirketlerin, bilgi
rejimi, sanat yönetimi rejimi üzerindeki iktidarı hiç olmadığı kadar kapsamlı.
Ama zora değil rızaya dayalı ve her zamankinden daha gösterişli, daha
parlak.
Bir o kadar da karanlık ve hegemonik.
Düşünsenize, Refik Anadol düşleri ve hayal gücünü bile teleskoplara ve
onların verilerini düşselleştiren algoritmalara teslim ediyor.
Daha da vahimi, kolektif hafızayı da verileştirip pigmentlere dönüştürüyor
ve binalara yansıtıyor.
“Kolektif hafıza” deyince ilk akla gelen, barbarlıklardır, soykırımlardır, köleciliktir,
katliamlardır: Holokost’tur, Hiroşima’dır, Kara Veba’dır ya da özgürlük
savaşlarıdır, devrimlerdir.
Google’ın sansür makineleriyle yapmaya çalıştığı gibi, bunlar hafızalarımızdan
silinecek mi?
“Post-human” denen çağımızda, beşeriyetten ne kaldıysa onlar da mı
makineleşecek?
Refik Anadol “insanlık neymiş arkadaş” diye yapay zekâlarla “dertleşmeyi”
özlediğine göre…
Makinelerle bu kadar hemhâl olurken, onların gizlediği despotluğu da hesaba
katmak gerekir.
Tamam… İnsan alet yapan hayvandır, bir homo faber’dir.
Tasarladığı aletlerle, baltayla da, siber endüstriyle de doğayı güttüğünü
varsayar.
Ama karşılığında bu ‘aletler’ de giderek onun toplumsal varlığını tasarlar.
Ünlü Mesaj Medyadır kitabında (1976) Marshall McLuhan,
yeni teknolojilerin kavrayışımızı etkileyerek toplumsal ilişkilerimizi
yönlendirdiğini yazar.
Telefonların bilişsel protezimiz haline geldiği dijital çağımızda herhalde
bunu açıklamaya gerek yok.
Endüstrileşme çağında özerk sanat, makinelerin oyuncağı olmak için değil,
makinelerin insanlık üzerindeki despotluğunu parçalamak için ‘icat’ edilmiştir.
Neyse ki, şirketlerin sanat üzerindeki tahakkümüne karşı mücadele eden
çağdaş sanatçılar az değil.
Bu sanatçılar, Sackler gibi,
ürettiği ilaçlarla yüz binlerce insanı zehirleyerek ölümlerine yol açan; BP gibi, okyanus canlılarını katleden şirketlerin, aklanmak amacıyla müzeler
üzerinde kurdukları himaye ve hayırseverlik egemenliğine son vermeyi başardılar.
Sanatçıların Google şirketini teşhir etmeye yönelik “fuck google”
kampanyası son yıllardaki en güçlü hareket.
Bu hareketin Almanya ayağı olan “fuck-off google” kampanyası, dünyada
birçok kentte yerleşkeler açan şirketin “Berlin Google Campus” projesini
engelledi.
Sanatçılar Google’a, Google sanatına ve sanatçılarına geçit vermediler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder