Sanat Aşısı
Bill & Melinda Gates Vakfı’nın partnerleri arasında bulunduğu, “kâr
amacı gütmeyen aktivist tasarım laboratuvarı” olarak tanımlanan Amplifier
[Yükseltici] adlı kuruluş, aşıların “güvenli ve zorunlu” olduğu mesajını yaymak
üzere başlattığı #Vaccinated başlıklı kampanya kapsamında sanatçıları afiş
tasarlamaya çağırıyor.
Kuruluş, kampanya çerçevesinde sanatçılara toplamda 100 bin dolar ödül dağıtılacağını
duyuruyor.
Çeşitli toplumsal meselelerle ilgili sanat projeleri geliştiren Amplifier,
kendi tabiriyle “sanatçıları aktiviste, izleyicileri katılımcılara çeviriyor”.
Yaptıkları işi ise şöyle tarif ediyorlar: “Gerek kâr amaçlı gerek kâr amacı
gütmeyen sektörden toplumsal değişim odaklı partnerlerimizle birlikte, kültürün
akışını değiştiren ve ulusal anlatıyı dönüştüren medya kampanyaları inşa
ediyoruz.”
#Vaccinated afişleri milyonlarca insana dağıtılacak.
Kampanya ortaklarından Facebook afişleri dijital ilan olarak kullanacak,
ABD Reklam Kurulu reklam panolarında sergileyecek; afişler hastanelere, sağlık
merkezlerine ve sağlık çalışanlarına dağıtılacak.
Ayrıca hekimlerle COVID-19 aşısının güvenliği konusunda canlı Instagram
sohbetleri gerçekleştirilecek – fakat hekimlere de bunun için bir ödeme yapılıp
yapılmayacağı belirtilmiyor.
Kampanya, Vaccine Confidence Project adlı oluşumun işbirliğiyle
yürütülüyor.
Dünya çapında aşılara duyulan inancı güçlendirmeyi hedefleyen bu oluşumun
fon sağlayıcılarının çoğu da ilaç şirketleri.
Aşıların, onları tedarik edenlerin ve uygulanmalarını yöneten siyasi
yapıların, “kamunun üstün yararına hizmet ettikleri inancını” yerleştirmeyi
hedefliyorlar.
Yani sadece genel olarak aşılarla ilgili değil, onları üreten büyük
şirketlerle ve uygulatan resmî kurumlarla ilgili olumsuz fikirleri temizlemeyi
de hedefliyorlar.
Vaccine Confidence Project’in web sitesinde, araştırma, veri toplama, yorum
veya yazım süreçlerinde fon sağlayanların hiçbir rolü olmadığı söyleniyor.
Ana sayfada ise Johnson & Johnson’ın ürettiği COVID-19 aşısının Moderna
ve Pfizer aşılarına göre daha avantajlı olduğunu anlatan bir video ile bir
yazıya yer verilmiş – Johnson & Johnson oluşumun doğrudan fon sağlayıcıları
arasında, diğer iki şirket değil.
İlaç
sanayii lobi kuruluşu EFPIA, yeni korona virüsünün yol açtığı COVID-19 gibi epidemilere hazırlıklı olunması
anlamına gelen “biyolojik hazırlıklılık” çalışmalarına kaynak ayırmayı
gündemine almadığı gibi, 2018’de Avrupa Komisyonu’nun bu yöndeki önerisine de
itiraz etmiştir.
Yeni
korona virüsünün yakın akrabası olan SARS’ın 2003’te ortaya çıkmasından beri
araştırmacılar bu virüs tipiyle mücadele etmeye yönelik tıbbi teknolojilerin
geliştirilmesine hız verilmesi konusunda uyarıda bulunuyordu.
Ancak
şimdi, dünyayı saran bir pandemiyle birlikte acil kamu kaynaklarının bu
yönde seferber edilmesinden sonra, ilaç sanayii aşı ve tedavilerin
geliştirilmesine el vermeye tenezzül etti.
Tıpkı
Ebola salgınında olduğu gibi.
İlaç sanayii bu konuda yıllarca kulağının
üstüne yatmıştı; ne zamanki 2014’te Ebola epidemiye dönüştü, İnovatif İlaçlar
İnisiyatifi (IMI) o zaman bununla ilgili araştırma projelerine kaynak ayırmaya
başladı.
Ebola
örneği, bir epidemi çoktan seyretmeye başladıktan sonra yapılan gecikmiş
müdahalelerin, ilaç şirketlerinin karşı çıktığı biyolojik hazırlıklılık
çalışmalarına kıyasla çok daha yararsız olduğunu gösteriyor.
EFPIA’nın
temsil ettiği ilaç sanayii, 2008-2020 yılları arasında AB kamu araştırma
bütçesinden 2,6 milyar avro kullanmıştır.
Ancak
bugüne kadar, kamu finansmanına acilen ihtiyaç duyulan araştırma alanlarına
kayda değer bir yatırım yapmaya yanaşmamıştır.
Bu
alanlar arasında, (korona virüslerinin yol açtıkları da dahil) epidemilere
karşı uzun vadeli hazırlık; HIV/AIDS; yoksulluğa bağlı hastalıklar; ve ihmal
edilen tropikal hastalıklar bulunmaktadır.
EFPIA
bunlar yerine, kamu bütçelerini, ilaç sanayiine en çok kâr getirecek
alanlardaki projelere tahsis etmiştir.
Bu durum sadece Avrupa’daki ilaç şirketleri için geçerli değil elbette.
Sağlık endüstrisi genel olarak kaynaklarını hastalıkları önlemeye yönelik
projelerden ziyade “kriz” durumlarında iş görecek pahalı çareler üretmeye
ayırıyor; çünkü ikincisi şirketler için çok daha kârlı.
2008’de kurulduktan sonra hızla büyüyen biyoteknoloji şirketi BioNTech
bunun en son kanıtı.
Ebola, tedavilere yönelik araştırma sahalarının nasıl belirlendiğini
gösteren en önemli örneklerden biri.
Ağırlıklı olarak Afrika ülkelerini etkileyen ve ölüm oranları %88’e varan,
tarihteki en ölümcül salgın.
1976’da ilk kez tespit edilmesinin ardından Afrika ülkelerinde 20’den fazla
Ebola salgını yaşanıyor, ama ilk kez 2014’te Ebola’dan Avrupa ve ABD
vatandaşları da etkileniyor.
İşte ancak bundan sonra virüsle ilgili klinik araştırmalar artıyor.
Kriz durumları “kriz yönetimi”ni gerektirir, kriz yönetiminin ilk şartı da
agresif propagandadır.
#Vaccinated türü yüzlerce açık ve örtük kampanya burada devreye giriyor –
toplumsal bilinci geliştirmek için değil, bilincin yönünü
değiştirmek için.
Kabaca ‘aşı karşıtlığı’ olarak atıfta bulunulan güvensizlik ABD söz konusu
olduğunda genelde Trump taraftarı ‘cahil’ kitlelere atfedilse de, COVID-19
pandemisinden çok daha gerilere giden ve aşıyla da sınırlı olmayan bu
şüphecilik öteden beri aslen siyahlar ve azınlıklar arasında yaygın.
Bunun sebebini tahmin etmek de zor değil: Yoksul siyahlar, azınlıklar ve
dezavantajlı gruplar üzerinde yapılan tıbbi deneyler konusunda ABD’nin hayli
uzun ve karanlık bir sicili var; bu kesimlerin sağlık hizmetlerinde maruz
kaldıkları kötü muamele ve ayrımcılık da cabası.
Nitekim afişlerin tasarımında uyulması istenen ‘talimatnamede’ de bu
söyleniyor: “Sağlık hizmetlerindeki adaletsizlikler nedeniyle topluluklarımızın
birçoğunda aşılamaya karşı anlaşılır bir güvensizlik oluşmuştur…
Bu gruplar arasında aşılara güveni fark edilir biçimde göstermek
önemlidir.”
Talimatname çerçevesinde yollanan örnek afişlere baktığınızda da hedeflenen
profil belli oluyor.
Yani siyahların aşılarla ilgili güvensizliği, ‘cehalet’ten veya ‘bilim
karşıtlığı’ndan filan değil, tarih bilgisi ve sınıf bilincinden kaynaklanıyor.
Bu konuda, Kara Panterler’in 1970’lerde yoksul siyah gettolarında
başlattığı orak hücre anemisi kampanyasını hatırlamamak mümkün değil.
Erken (çoğu zaman çocuk) yaşta ölümle sonuçlanan ve acı dolu nöbetlere
sebep olan orak hücre anemisi, tıp literatürüne ilk kez 1910’da geçiyor ve
ağırlıklı olarak Afrika’da, ABD içinde ise siyahlarda görülüyor.
Hastalığın tarihi de sağlık alanındaki ayrımcı ve kâr odaklı politikaları
yansıtıyor: “Son 50 yılda orak hücre anemisinin anlaşılmasında çok büyük
adımlar atılmışsa da, tedavi geliştirme çalışmaları son derece nadirdir ve
olağanüstü yavaş ilerlemiştir”.
Kara Panterler’in 1970’lerde ücretsiz klinikler kurup gönüllü hekimleri
seferber ederek sağladığı tarama ve tedavi hizmeti, halk sağlığı çalışmalarında
bugün de örnek olarak gösterilmeye devam ediyor – özellikle de halk sağlığının
sadece tıbbi bir mesele olmayıp, gıdadan barınmaya ve eğitime birçok unsuru
kapsadığını göstermesi bakımından.
Bu tür bir kampanyanın “propaganda” araçları da, “güven” tesis etme
yöntemleri de, haliyle, #Vaccinated gibi şirket projelerinden çok daha farklı
olmuştu.
Sağlık, Sanat, Servet
Aktivist tasarım laboratuvarı Amplifier, sanatçıları ve hekimleri seferber
ederek aşılara güven propagandası örgütleyedursun, ABD’nin kamu müzeleri,
pandemi gerekçesiyle geçici olarak esnetilen eser satış düzenlemelerinden
faydalanarak halka ait eserleri özel koleksiyonculara peşkeş çekiyor.
- Brooklyn Müzesi, koleksiyonundaki 10’dan fazla eseri Christie’s müzayede
evinde sattı.
- Palm Springs Sanat Müzesi 28 Ekim’de kalıcı koleksiyonundaki bir eseri 3,9
milyon dolara elden çıkardı.
- Baltimore Sanat Müzesi, Ekim ayında Sotheby’s müzayede evinde satmayı
planladığı bir grup eseri, satışa saatler kala, protestolar üzerine müzayededen
çekti.
- Metropolitan Müzesi’nin eser satışına gideceği haberleri üzerine,
mütevelli heyetinde yer alan milyarderleri ‘göreve çağıran’ bir protesto
kampanyası başlatıldı.
Kamu müzelerinin büyük ölçüde kamu kaynaklarıyla finanse edilen koleksiyon
eserlerini satışa çıkarmaları şu anlama geliyor: Halka ait bu eserler artık
zengin bir koleksiyonerin duvarında ya da kasasında saklı kalacak; sergilenip
sergilenmeyecekleri veya vakti geldiğinde daha kârlı bir satışla elden
çıkarılıp çıkarılmayacakları onların tasarrufuna kalmış.
Sanatla Aklanan Zehir
İlaç şirketleri-hastalıklar-sanat kurumları denince de, son yılların en
büyük sponsorluk skandallarından birini yaratan, Purdue Pharma isimli ilaç
şirketinin sahibi Sackler ailesini unutmak olmaz.
ABD’den İngiltere ve Fransa’ya kadar birçok kalburüstü müze ve üniversite,
Sackler ailesinden ciddi bağışlar alıyordu.
Sackler ailesinin sahibi olduğu Purdue Pharma şirketinin piyasaya sürdüğü
OxyContin adlı ağrı kesici ilacın, ABD’de 200.000 kişinin ölümüne neden olduğu
ve 2,5 milyon kişiyi uyuşturucu bağımlısı haline getirdiği anlaşılmıştı.
1995’ten beri piyasada olan ilacın etkileri konusunda sonuçlanmış pek çok
dava olmasına rağmen, tazminat ödenerek üstü kapanan vakalar; doktorlara ödenen
paralar; akademisyenlere verilen burslar; tıp dergilerine verilen milyonluk
reklamlar derken, ilacın satış rakamları düşmek şöyle dursun, yükselmeye devam
etmişti.
İlacın kurbanlarından Nan Goldin başta olmak üzere sanatçılar kültür-sanat
kurumlarının Sackler ailesiyle sponsorluk ilişkilerine son vermeleri için yoğun
bir mücadele yürüttüler.
Bu uzun mücadelenin sonucunda
Sackler ailesinin ve ilaç şirketinin suçları medyada ilgi gördü ve isimleri
nihayet kültür-sanat kurumlarından silindi.
Mart 2021 itibariyle Purdue firması da iflasını ve Sackler ailesiyle
bağlarını kopardığını duyurdu.
Sonuç: ‘Sağaltıcı’ Sanat
Bir yılı deviren COVID-19 pandemisi, yıllar süren özelleştirmeler ve
kesintilerle sağlık sistemlerini çökerten hükümetlerin ve resmî kurumların “kriz
yönetme” tarzını gözler önüne serdi.
Yaratılan krizi fırsata çevirmeyi bilenler servetlerine servet katarken, en
ağır faturayı yoksullar, işçiler ve krizin sonuçlarıyla doğrudan savaşmak
zorunda kalan sağlık çalışanları ödedi.
Eve hapsedilerek en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılan çocuklar, şimdi
bir de hastalanma risklerinin çok düşük olduğu bir virüse karşı, şirketlerin
aşılarının deneği haline getiriliyorlar.
Ne işe yaradıkları hâlâ meçhul olan ev hapsi tedbirleri doğrultusunda evde
kalma ve uzaktan çalışma şansına sahip olan orta sınıflara ise, dört duvar
arasında çıldırmasınlar diye çeşitli yöntemler pazarlanıyor.
Konferanslar, söyleşiler, konserler, tiyatrolar vs. tanımı gereği yüz yüze
buluşmayı gerektiren ne varsa, ekranlara taşındı.
Taşınmakla da kalmadı, bu sözüm ona zorunlu durumdan “keyif alınması”
telkin edildi.
Birçok kavramın tanımı değiştirildi: Hasta komşunuzu yalnızlığa terk
etmenin veya parkta hava alanları ihbar etmenin adı “dayanışma” oldu.
Yine de sağlık krizleri bitmiyor.
Şimdi Dünya Sağlık Örgütü, “COVID-19 pandemisinin sebep olduğu yalnızlık,
kaygı ve kayıp duygusunun yol açtığı ruh sağlığı krizine çare
üretmek için sanatı seferber etmek üzere” sanat dünyasıyla el ele
veriyor: Healing Arts 2021 – Sağaltıcı Sanatlar 2021.
Yine bir küresel kampanya: Suudi sermayesinden Batı’nın dev müzayede evleri
ile sanat kurumlarına, medya holdinglerinden sinema şöhretlerine uzanan
“partnerler”, çevrimiçi etkinlikler üzerinden sanatla “şifa dağıtıyor”lar.
Tecrit koşullarında yaratıcılığın
nasıl besleneceğini öğretiyorlar.
Yalnızlığın ne demek olduğunu yeni baştan yazıyorlar: “Yalnızlık,
etrafınızda insan olmaması değildir; yalnızlık, sizin için en çok anlam taşıyan
şeyi ifade edememektir.
Ve sanat, tüm formları altında, tam
da bunu yapabilmek için gelişmiştir.”
İnsanın aklına, Die Wand (Duvar, 2012) adlı distopik
filmdeki kadın geliyor: Tüm insanları öldürdüğü anlaşılan meçhul bir felaket
sonucu, dünyada dost edindiği birkaç hayvan haricinde yapayalnız kalan kadın,
sonunda her gün düzenli olarak yazmaya karar veriyor – dilini, yani onu
dostlarından ayıran yegâne özelliğini de kaybetmemek için.
Distopik fantezilerin en bildik unsurlarından biri olan tecrit ve
yalnızlık, şimdi bize bir ütopya gibi pazarlanıyor
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder