20 Ocak 2023 Cuma

 

Sanat Aşısı

 

Bill & Melinda Gates Vakfı’nın partnerleri arasında bulunduğu, “kâr amacı gütmeyen aktivist tasarım laboratuvarı” olarak tanımlanan Amplifier [Yükseltici] adlı kuruluş, aşıların “güvenli ve zorunlu” olduğu mesajını yaymak üzere başlattığı #Vaccinated başlıklı kampanya kapsamında sanatçıları afiş tasarlamaya çağırıyor.

 

Kuruluş, kampanya çerçevesinde sanatçılara toplamda 100 bin dolar ödül dağıtılacağını duyuruyor.

 

Çeşitli toplumsal meselelerle ilgili sanat projeleri geliştiren Amplifier, kendi tabiriyle “sanatçıları aktiviste, izleyicileri katılımcılara çeviriyor”.

 

Yaptıkları işi ise şöyle tarif ediyorlar: “Gerek kâr amaçlı gerek kâr amacı gütmeyen sektörden toplumsal değişim odaklı partnerlerimizle birlikte, kültürün akışını değiştiren ve ulusal anlatıyı dönüştüren medya kampanyaları inşa ediyoruz.”

 

#Vaccinated afişleri milyonlarca insana dağıtılacak.

 

Kampanya ortaklarından Facebook afişleri dijital ilan olarak kullanacak, ABD Reklam Kurulu reklam panolarında sergileyecek; afişler hastanelere, sağlık merkezlerine ve sağlık çalışanlarına dağıtılacak.

 

Ayrıca hekimlerle COVID-19 aşısının güvenliği konusunda canlı Instagram sohbetleri gerçekleştirilecek – fakat hekimlere de bunun için bir ödeme yapılıp yapılmayacağı belirtilmiyor.

 

Kampanya, Vaccine Confidence Project adlı oluşumun işbirliğiyle yürütülüyor.

 

Dünya çapında aşılara duyulan inancı güçlendirmeyi hedefleyen bu oluşumun fon sağlayıcılarının çoğu da ilaç şirketleri.

 

Aşıların, onları tedarik edenlerin ve uygulanmalarını yöneten siyasi yapıların, “kamunun üstün yararına hizmet ettikleri inancını” yerleştirmeyi hedefliyorlar.

 

 Yani sadece genel olarak aşılarla ilgili değil, onları üreten büyük şirketlerle ve uygulatan resmî kurumlarla ilgili olumsuz fikirleri temizlemeyi de hedefliyorlar.

 

Vaccine Confidence Project’in web sitesinde, araştırma, veri toplama, yorum veya yazım süreçlerinde fon sağlayanların hiçbir rolü olmadığı söyleniyor.

 

Ana sayfada ise Johnson & Johnson’ın ürettiği COVID-19 aşısının Moderna ve Pfizer aşılarına göre daha avantajlı olduğunu anlatan bir video ile bir yazıya yer verilmiş – Johnson & Johnson oluşumun doğrudan fon sağlayıcıları arasında, diğer iki şirket değil.

 

İlaç sanayii lobi kuruluşu EFPIA, yeni korona virüsünün yol açtığı   COVID-19 gibi epidemilere hazırlıklı olunması anlamına gelen “biyolojik hazırlıklılık” çalışmalarına kaynak ayırmayı gündemine almadığı gibi, 2018’de Avrupa Komisyonu’nun bu yöndeki önerisine de itiraz etmiştir.

 

Yeni korona virüsünün yakın akrabası olan SARS’ın 2003’te ortaya çıkmasından beri araştırmacılar bu virüs tipiyle mücadele etmeye yönelik tıbbi teknolojilerin geliştirilmesine hız verilmesi konusunda uyarıda bulunuyordu.

 

Ancak şimdi, dünyayı saran bir pandemiyle birlikte acil kamu kaynaklarının bu yönde seferber edilmesinden sonra, ilaç sanayii aşı ve tedavilerin geliştirilmesine el vermeye tenezzül etti.

 

Tıpkı Ebola salgınında olduğu gibi.

 

 İlaç sanayii bu konuda yıllarca kulağının üstüne yatmıştı; ne zamanki 2014’te Ebola epidemiye dönüştü, İnovatif İlaçlar İnisiyatifi (IMI) o zaman bununla ilgili araştırma projelerine kaynak ayırmaya başladı.

 

Ebola örneği, bir epidemi çoktan seyretmeye başladıktan sonra yapılan gecikmiş müdahalelerin, ilaç şirketlerinin karşı çıktığı biyolojik hazırlıklılık çalışmalarına kıyasla çok daha yararsız olduğunu gösteriyor.

 

EFPIA’nın temsil ettiği ilaç sanayii, 2008-2020 yılları arasında AB kamu araştırma bütçesinden 2,6 milyar avro kullanmıştır.

 

Ancak bugüne kadar, kamu finansmanına acilen ihtiyaç duyulan araştırma alanlarına kayda değer bir yatırım yapmaya yanaşmamıştır.

 

Bu alanlar arasında, (korona virüslerinin yol açtıkları da dahil) epidemilere karşı uzun vadeli hazırlık; HIV/AIDS; yoksulluğa bağlı hastalıklar; ve ihmal edilen tropikal hastalıklar bulunmaktadır.

 

EFPIA bunlar yerine, kamu bütçelerini, ilaç sanayiine en çok kâr getirecek alanlardaki projelere tahsis etmiştir.

 

Bu durum sadece Avrupa’daki ilaç şirketleri için geçerli değil elbette.

 

Sağlık endüstrisi genel olarak kaynaklarını hastalıkları önlemeye yönelik projelerden ziyade “kriz” durumlarında iş görecek pahalı çareler üretmeye ayırıyor; çünkü ikincisi şirketler için çok daha kârlı.

 

2008’de kurulduktan sonra hızla büyüyen biyoteknoloji şirketi BioNTech bunun en son kanıtı.

 

Ebola, tedavilere yönelik araştırma sahalarının nasıl belirlendiğini gösteren en önemli örneklerden biri.

 

Ağırlıklı olarak Afrika ülkelerini etkileyen ve ölüm oranları %88’e varan, tarihteki en ölümcül salgın.

 

1976’da ilk kez tespit edilmesinin ardından Afrika ülkelerinde 20’den fazla Ebola salgını yaşanıyor, ama ilk kez 2014’te Ebola’dan Avrupa ve ABD vatandaşları da etkileniyor.

 

İşte ancak bundan sonra virüsle ilgili klinik araştırmalar artıyor.

 

Kriz durumları “kriz yönetimi”ni gerektirir, kriz yönetiminin ilk şartı da agresif propagandadır.

 

#Vaccinated türü yüzlerce açık ve örtük kampanya burada devreye giriyor – toplumsal bilinci geliştirmek için değil, bilincin yönünü değiştirmek için.

 

Kabaca ‘aşı karşıtlığı’ olarak atıfta bulunulan güvensizlik ABD söz konusu olduğunda genelde Trump taraftarı ‘cahil’ kitlelere atfedilse de, COVID-19 pandemisinden çok daha gerilere giden ve aşıyla da sınırlı olmayan bu şüphecilik öteden beri aslen siyahlar ve azınlıklar arasında yaygın.

 

Bunun sebebini tahmin etmek de zor değil: Yoksul siyahlar, azınlıklar ve dezavantajlı gruplar üzerinde yapılan tıbbi deneyler konusunda ABD’nin hayli uzun ve karanlık bir sicili var; bu kesimlerin sağlık hizmetlerinde maruz kaldıkları kötü muamele ve ayrımcılık da cabası.

 

Nitekim afişlerin tasarımında uyulması istenen ‘talimatnamede’ de bu söyleniyor: “Sağlık hizmetlerindeki adaletsizlikler nedeniyle topluluklarımızın birçoğunda aşılamaya karşı anlaşılır bir güvensizlik oluşmuştur…

 

Bu gruplar arasında aşılara güveni fark edilir biçimde göstermek önemlidir.”

 

Talimatname çerçevesinde yollanan örnek afişlere baktığınızda da hedeflenen profil belli oluyor.

 

Yani siyahların aşılarla ilgili güvensizliği, ‘cehalet’ten veya ‘bilim karşıtlığı’ndan filan değil, tarih bilgisi ve sınıf bilincinden kaynaklanıyor.

 

Bu konuda, Kara Panterler’in 1970’lerde yoksul siyah gettolarında başlattığı orak hücre anemisi kampanyasını hatırlamamak mümkün değil.

 

Erken (çoğu zaman çocuk) yaşta ölümle sonuçlanan ve acı dolu nöbetlere sebep olan orak hücre anemisi, tıp literatürüne ilk kez 1910’da geçiyor ve ağırlıklı olarak Afrika’da, ABD içinde ise siyahlarda görülüyor.

 

Hastalığın tarihi de sağlık alanındaki ayrımcı ve kâr odaklı politikaları yansıtıyor: “Son 50 yılda orak hücre anemisinin anlaşılmasında çok büyük adımlar atılmışsa da, tedavi geliştirme çalışmaları son derece nadirdir ve olağanüstü yavaş ilerlemiştir”.

 

Kara Panterler’in 1970’lerde ücretsiz klinikler kurup gönüllü hekimleri seferber ederek sağladığı tarama ve tedavi hizmeti, halk sağlığı çalışmalarında bugün de örnek olarak gösterilmeye devam ediyor – özellikle de halk sağlığının sadece tıbbi bir mesele olmayıp, gıdadan barınmaya ve eğitime birçok unsuru kapsadığını göstermesi bakımından.

 

Bu tür bir kampanyanın “propaganda” araçları da, “güven” tesis etme yöntemleri de, haliyle, #Vaccinated gibi şirket projelerinden çok daha farklı olmuştu.

 

 

Sağlık, Sanat, Servet

 

Aktivist tasarım laboratuvarı Amplifier, sanatçıları ve hekimleri seferber ederek aşılara güven propagandası örgütleyedursun, ABD’nin kamu müzeleri, pandemi gerekçesiyle geçici olarak esnetilen eser satış düzenlemelerinden faydalanarak halka ait eserleri özel koleksiyonculara peşkeş çekiyor.

 

- Brooklyn Müzesi, koleksiyonundaki 10’dan fazla eseri Christie’s müzayede evinde sattı.

 

- Palm Springs Sanat Müzesi 28 Ekim’de kalıcı koleksiyonundaki bir eseri 3,9 milyon dolara elden çıkardı.

 

- Baltimore Sanat Müzesi, Ekim ayında Sotheby’s müzayede evinde satmayı planladığı bir grup eseri, satışa saatler kala, protestolar üzerine müzayededen çekti.

 

- Metropolitan Müzesi’nin eser satışına gideceği haberleri üzerine, mütevelli heyetinde yer alan milyarderleri ‘göreve çağıran’ bir protesto kampanyası başlatıldı.

 

Kamu müzelerinin büyük ölçüde kamu kaynaklarıyla finanse edilen koleksiyon eserlerini satışa çıkarmaları şu anlama geliyor: Halka ait bu eserler artık zengin bir koleksiyonerin duvarında ya da kasasında saklı kalacak; sergilenip sergilenmeyecekleri veya vakti geldiğinde daha kârlı bir satışla elden çıkarılıp çıkarılmayacakları onların tasarrufuna kalmış.

 

 

Sanatla Aklanan Zehir

 

İlaç şirketleri-hastalıklar-sanat kurumları denince de, son yılların en büyük sponsorluk skandallarından birini yaratan, Purdue Pharma isimli ilaç şirketinin sahibi Sackler ailesini unutmak olmaz.

 

ABD’den İngiltere ve Fransa’ya kadar birçok kalburüstü müze ve üniversite, Sackler ailesinden ciddi bağışlar alıyordu.

 

Sackler ailesinin sahibi olduğu Purdue Pharma şirketinin piyasaya sürdüğü OxyContin adlı ağrı kesici ilacın, ABD’de 200.000 kişinin ölümüne neden olduğu ve 2,5 milyon kişiyi uyuşturucu bağımlısı haline getirdiği anlaşılmıştı.

 

1995’ten beri piyasada olan ilacın etkileri konusunda sonuçlanmış pek çok dava olmasına rağmen, tazminat ödenerek üstü kapanan vakalar; doktorlara ödenen paralar; akademisyenlere verilen burslar; tıp dergilerine verilen milyonluk reklamlar derken, ilacın satış rakamları düşmek şöyle dursun, yükselmeye devam etmişti.

 

İlacın kurbanlarından Nan Goldin başta olmak üzere sanatçılar kültür-sanat kurumlarının Sackler ailesiyle sponsorluk ilişkilerine son vermeleri için yoğun bir mücadele yürüttüler.

 

 Bu uzun mücadelenin sonucunda Sackler ailesinin ve ilaç şirketinin suçları medyada ilgi gördü ve isimleri nihayet kültür-sanat kurumlarından silindi.

 

Mart 2021 itibariyle Purdue firması da iflasını ve Sackler ailesiyle bağlarını kopardığını duyurdu.

 

 

Sonuç: ‘Sağaltıcı’ Sanat

 

Bir yılı deviren COVID-19 pandemisi, yıllar süren özelleştirmeler ve kesintilerle sağlık sistemlerini çökerten hükümetlerin ve resmî kurumların “kriz yönetme” tarzını gözler önüne serdi.

 

Yaratılan krizi fırsata çevirmeyi bilenler servetlerine servet katarken, en ağır faturayı yoksullar, işçiler ve krizin sonuçlarıyla doğrudan savaşmak zorunda kalan sağlık çalışanları ödedi.

Eve hapsedilerek en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılan çocuklar, şimdi bir de hastalanma risklerinin çok düşük olduğu bir virüse karşı, şirketlerin aşılarının deneği haline getiriliyorlar.

 

Ne işe yaradıkları hâlâ meçhul olan ev hapsi tedbirleri doğrultusunda evde kalma ve uzaktan çalışma şansına sahip olan orta sınıflara ise, dört duvar arasında çıldırmasınlar diye çeşitli yöntemler pazarlanıyor.

 

Konferanslar, söyleşiler, konserler, tiyatrolar vs. tanımı gereği yüz yüze buluşmayı gerektiren ne varsa, ekranlara taşındı.

 

Taşınmakla da kalmadı, bu sözüm ona zorunlu durumdan “keyif alınması” telkin edildi.

 

Birçok kavramın tanımı değiştirildi: Hasta komşunuzu yalnızlığa terk etmenin veya parkta hava alanları ihbar etmenin adı “dayanışma” oldu.

 

Yine de sağlık krizleri bitmiyor.

 

Şimdi Dünya Sağlık Örgütü, “COVID-19 pandemisinin sebep olduğu yalnızlık, kaygı ve kayıp duygusunun yol açtığı ruh sağlığı krizine çare üretmek için sanatı seferber etmek üzere” sanat dünyasıyla el ele veriyor: Healing Arts 2021 – Sağaltıcı Sanatlar 2021.

 

Yine bir küresel kampanya: Suudi sermayesinden Batı’nın dev müzayede evleri ile sanat kurumlarına, medya holdinglerinden sinema şöhretlerine uzanan “partnerler”, çevrimiçi etkinlikler üzerinden sanatla “şifa dağıtıyor”lar.

 

 Tecrit koşullarında yaratıcılığın nasıl besleneceğini öğretiyorlar.

 

Yalnızlığın ne demek olduğunu yeni baştan yazıyorlar: “Yalnızlık, etrafınızda insan olmaması değildir; yalnızlık, sizin için en çok anlam taşıyan şeyi ifade edememektir.

 

 Ve sanat, tüm formları altında, tam da bunu yapabilmek için gelişmiştir.”

 

İnsanın aklına, Die Wand (Duvar, 2012) adlı distopik filmdeki kadın geliyor: Tüm insanları öldürdüğü anlaşılan meçhul bir felaket sonucu, dünyada dost edindiği birkaç hayvan haricinde yapayalnız kalan kadın, sonunda her gün düzenli olarak yazmaya karar veriyor – dilini, yani onu dostlarından ayıran yegâne özelliğini de kaybetmemek için.

 

Distopik fantezilerin en bildik unsurlarından biri olan tecrit ve yalnızlık, şimdi bize bir ütopya gibi pazarlanıyor

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  SANAT EĞİTİMİ Sanatın Tanımı Günümüzü algılayıp anlamak, günümüze kadar geçmişte olup bitenleri ve yapılanları öğrenmek, bilmekle g...