Punk Hareketi ve Günümüz Solunun İmgelemi: Politik ve Biyopolitik
Kültürdeki politika, yalnızca popüler müziği konu alan akademik yazında
değil, daha geniş kültürel çalışmalar alanında da merkezî bir yer tutar.
Kültürel çalışmalar uzmanı Lawrence Grossberg, rock müzik üzerine genel
değerlendirmelerinde rock’ın “politikası”nı tanımlamıştır.
Grossberg’e göre rock “duygulanım düzleminde işleyen ve birincil etkileri
duygulanımsal nitelik taşıyan bir duygulanım makinesi” işlevi görür: yani rock
müzik “Amerikan ideolojisinin başat unsurlarına meydan okumaz; büyük ölçüde
liberal, ve iyileştirme yanlısıdır.”
Ancak “duygulanım makinesi”, “bir eğlence politikasını” hayata
geçirir, “burada eğlence, hazla aynı şey olmadığı gibi, tarihsel bir deneyimden
ibaret de değildir.”
“Eğlence politikası”nın mahiyeti, müziğin hedeflediği varsayılan
“gençlik”le ilişkisiyle ilgilidir: Gençlik kavramı, bir yaş meselesi olmaktan
çıkıp muğlak bir tavır meselesine dönüşmüştür; sıkıcılığın reddiyle ve
hareketliliğin, değişimin, enerjinin yüceltilmesiyle tanımlanan bir tavırdır bu
– yani, eğlenceyle.
Bu yüceltme de beden üzerinden yaşanır ve bedene nakşolur – dansta,
cinsellikte, uyuşturucularda, modada, stilde, ve bizzat müzikte.
Grossberg şu sonuca varır: “Rock, bir gündelik hayat politikası tarif eden
bir bölgesizleştirme makinesidir.”
Sitüasyonist Henri Lefebvre’in
“gündelik hayat” anlayışından yararlanan Grossberg’e göre rock’ın politikası,
“gündelik hayatın durağanlığını sıkıcılıkla özdeşleştirmesiyle” tanımlanır;
rock, “gündelik hayattaki tekrara dayalı sıkıcılığı, canlandırıcı eğlence
imkânlarına dönüştüren ‘kaçış çizgileri’ yaratır”.
“Rock’ın bütün yaptığı, gündelik hayatın ritimlerini değiştirmektir,”
derken şunu kasteder Grossberg: Bu bağlamda, her şeyden önce şu bariz ve acı
gerçeği teslim etmek gerek: rock, toplumun ekonomik ve politik kurumlarına
nadiren meydan okur, bunu yaptığı zaman da genelde ya marjinal ve ütopik ya da
riyakâr olur.
Gündelik hayatın politik ve ekonomik koşullarına meydan okumaya veya en
azından bunları yadsımaya kalkışmaz.
Büyük ölçüde gündelik hayatın korunaklı alanında kalmakla birlikte,
romantize ettiği Ötekisinin –temellük ettiği isyan imgesinin, siyahi müzikal
kaynaklarının– gündelik hayatın dışında yaşadığını hayal eder.
Grossberg’ün, rock’ın politikasının sınırlarıyla ilgili eleştirisi, kültürel
bir hareketi “politiğin” terimleriyle çözümlemenin nereye vardığını açıkça
gösteriyor.
Grossberg “rock, toplumun ekonomik ve politik kurumlarına nadiren meydan
okur” derken, başta punk hareketi olmak üzere rock’ın yol açtığı biyopolitik
etkileri görmezden gelir.
“Rock’ın bütün yaptığı, gündelik hayatın ritimlerini değiştirmektir,” diyen
Grossberg nezdinde rock, politik açıdan tamamen etkisizdir; halbuki gündelik
hayatın ritimlerini değiştirmek biyopolitik bir programın en büyük arzusudur.
Keza, punk da ne bir stildir, ne de
bir yaşam tarzı; yaşamın kendisine bağlılıktır.
Minor Threat ve Fugazi gruplarının üyesi ve
Discord Records adlı bağımsız plak şirketinin kurucusu Ian MacKaye şöyle diyor:
“[Punk benim için] önce bir moda olayı olarak başladı, sonra müzik devreye
girdi.
Sonra ilk punk konserime gittim, The
Cramps konseriydi.
Orada, bir salon dolusu insanın her
konuda alışıldık düşünceye kafa tuttuğunu gördüm ve anladım ki bunun hiçbir
sınırı yok!
Bu bir yaşam tarzı değil, bir varoluş
biçimi.
Halbuki ‘yaşam tarzı’ deyince dilediğiniz
zaman katılıp vazgeçebileceğiniz bir şey akla geliyor.”
Burada punk olmanın, hayatı dolu dolu yaşamak
anlamına geldiğine işaret ediliyor .
Gerçek anlamda punk olmak,
biyopolitik paradigmadaki nihai amaç; ve bu paradigmaya göre, politik olan her
şey kamusal dünyadaki politikanın meselesi olmaktan çıkıyor ve politikanın
nihai biçimi bir yaşam politikası şeklini alıyor.
Daha 1979’da, Dick Hebdige, punk hareketi üzerine yazılan ilk
monograflardan Subculture: The Meaning of Style adlı
kitabında, punk’ı yaşam tarzı, veya kimlik üzerinden analiz etmiş, punk’ın
İngiltere’deki siyah azınlığın alt-kültürüyle ve bu kültüre ait reggae
müziğiyle olan ilişkisine dikkat çekmişti.
Stuart Hall’un derlediği, Resistance through Rituals: Youth
Subcultures in Post-War Britain (1976) başlıklı çalışma ise, kültürel
çalışmalar alanında “alt-kültür” kavramını genel bir teori çerçevesine
yerleştiriyor, ve “yüksek düzeyde ritüelleşmiş ve stilize olmuş”
alt-kültürlerin olsa olsa, “büyük ölçüde sembolik düzeyde kurulmuş oldukları
için başarısızlığa mahkûm olan bir çözüm” önerebildiğini öne sürüyordu”.
Bu iddia bizi yeniden biyopolitika meselesine getiriyor.
Grossberg’ün, rock’ın oluşumundaki kimlik politikasına yönelik eleştirisi
de bu mesele dahilinde ele alınmalı: rock’ın, “romantize ettiği Ötekisi”nin
“gündelik hayatın dışında yaşadığı”nı varsayması.
Kendini-Marjinalleştirme
Bu bölümde, öne sürdüğüm iddianın biriciklik ve kimlik konusundaki
karmaşıklığını netleştirmeye çalışacağım.
Daha önceki bölümde, punk’ın estetiğini biriciklik
estetiği olarak tarif etmiş, ve punk hareketindeki biyopolitikayı bir kimlik politikası olarak
tanımlamıştım.
Bu karışıklık, punk estetiğine ilişkin tarifimdeki daha derin bir
paradoksun sonucu: Punk estetiği, her ne kadar içi boş bir biriciklik
dışavurumu olsa da, kişinin kendine bir punk kimliği atfetmesine yarayan
biyopolitik bir buyruk işlevi de görmektedir.
Bu gerçekten kafa karıştıracak kadar paradoksal bir durum – özellikle de
biricikliği, Hardt ve Negri’nin önerdiği gibi bir tür kimlik eleştirisi olarak
tanımladığınızda.
Fakat bu, aynı zamanda, gayet
mantıki bir durum.
Hardt ve Negri, Çokluk kitabının sonlarına doğru, çokluğun
“bir kimlik/özdeşlikte sentezlenmesi asla mümkün olmayan köklü farklılıklardan,
biricikliklerden oluştuğunu” söyledikten sonra, şunu öne sürerler:
“Çokluğun verdiği birincil karar, aslında yeni bir ırk, daha doğrusu yeni bir
insanlık yaratma kararıdır”.
Tabii “ırk” genelde bir kimlik kategorisi olarak görülür.
Hardt ve Negri’nin çokluğu geçici olarak “yeni bir ırk” diye
adlandırmaları, herhalde biyopolitik mahiyetinden ileri geliyordu – çokluğu,
bedensellik çerçevesinde veya beden metaforları üzerinden tarif ediyorlardı
çünkü onlara göre biricik öznenin uyması gereken buyruk şuydu: “Spontane ve
doğaçlama” bir süreçle, hiçbir “politik” programa başvurmadan, “olduğundan
farklı bir şeye dönüş”!
Hemen ardından da “ırk” kelimesini “insanlık” diye düzeltmişlerdi.
“Irk” kavramını kullanmalarının bir dil sürçmesi olduğu düşünülebilir,
fakat çokluğun amacını tarif etmek için şu veya bu türden bir kimlik
kategorosini kullanmanın şart olduğu da açıktır: ya kendi uydurdukları “çokluk”
kavramını kullanacaklar, ya da halihazırda adlandırılmış ve temsil edilebilir
olan mevcut bir kategoriye başvuracaklardır.
Punk estetiğinde biriciklik ile kimlik paradoksuna dönersek, bunu analiz
etmek için punk hareketinin ana ideolojik damarlarından biri olan Kendin-Yap
felsefesine bakmamız gerekir.
Craig O’Hara, The Philosophy of Punk kitabında şöyle
diyor: “Punk rock, standart rock ‘n roll’dan sadece sedası, sözlerinin içeriği
ve icra tarzı bakımından değil, grupların iş yapma tarzı ve izleyicilerle
etkileşim kurma biçimi bakımından da ayrılır.”
Kendin-Yap felsefesi, punk’ın bağımsız plak şirketlerine ait olması, kendi
dergilerini çıkarması, konserlerini kendilerinin organize etmesi anlamına
gelir.
O’Hara’ya göre Kendin-Yap taktiği şu nedenle anlamlıdır: “Büyük bir plak
şirketi için çalışmak ve grubun şarkılarını, eserlerini, şarkı sözlerini ve
imajını pazarlama hakkını onlara devretmekle, grup ticari başarıyı
yaratıcılığın ve vermek istediği mesajların önüne koyar.”
Brian Cogan’ın Kendin-Yap’la ilgili
değerlendirmesi ise daha açıklayıcı: Kendin-Yap estetiğinin eksiksiz ve kolay
tek bir tanımı olmasa da, hatta birçok punk gerçek anlamda bir Kendin-Yap
inisiyatifinin içeriği konusunda anlaşmazlığa düşse de, Kendin-Yap ethos’unu
şirket kontrolünden bağımsızlıkla, ve bireysel yaratıcılık ve kendini-ifade
vurgusuyla özetlemek mümkün.
Kendin-Yap estetiği hâlâ tartışmalı
olmaya devam ediyor, zira bir bireyin sistem içinde ne ölçüde bağımsız
çalışabileceği ve kendi eserleri ile üretim araçları üzerinde ne derece denetim
sahibi olabileceği açık değildir.
Bu açıklama, öncelikle, “gerçek
anlamda Kendin-Yap inisiyatifi”ni tanımlama arzusu ile böyle bir tanımın
imkânsız olması arasındaki gerilimin, içerme ve dışlama paradigmasına uyduğunu
gösteriyor; ikinci olarak da, bu paradigma nedeniyle Kendin-Yap estetiğinin
ancak hakiki bir punk ile hakiki olmayanı ayıran sınırla ilgili karışıklık
dahilinde işleyebileceğini ortaya koyuyor.
Mantıken bakıldığında, bu durum punk
estetiğinin biricikliğe bağlı kalmasının sonucudur: Punk’ın özü tanımlanamaz ve
temsil edilemez bir farklılık olduğu için, punk’ın felsefesi aynı anda hem
içerme ve dışlama retoriği içerisinde işlemeli, hem de punk kimliğini
tanımlamanın yapısal imkânsızlığıyla yüzleşmelidir.
Ama bu, biricikliğin paradoksunun
yalnızca punk estetiğine özgü olmadığına işaret ediyor.
Hardt ve Negri’den bir alıntı,
meseleyi netleştirebilir: Halkın parçası olan bileşenler, birlikleri içinde
ayrımsızdırlar; farklılıklarını yadsıyarak veya bir kenara bırakarak bir
özdeşliğe dönüşürler.
Dolayısıyla
çokluğun çoğul biriciklikleri, halkın farklılaşmamış birliğiyle karşıtlık
içindedir.
“Halk”, elbette ki homojen bir
kolektivite değildir; ancak belirli bir politik söylem türünde homojen olarak
kavramlaştırılabilir.
Aynı sebeple, halkın “parçası olan
bileşenler”in de hiçbir zaman özdeş hale geldiğini sanmıyorum; “halk” kavramı
daima, kimin halktan olup kimin olmadığına işaret eden sınırın karmaşıklığıyla
ilgili olmuştur.
Bu da demektir ki, aslında çokluğu
oluşturmak için “olduğumuzdan farklı hale gelmemiz” gerekmez: Mantıken bakıldığında,
birbirimizden zaten farklı olduğumuz ve kendimizi bir halk olarak tahayyül
etmemize yarayacak bir öze sahip olmadığımız için, zaten çokluğu
oluşturmaktayızdır.
Deleuze’ün de söylediği gibi, biricik
farklılıklardan oluşan heterotopya zaten bizim ontolojik koşulumuz, doğal
halimizdir.
Biriciklik şeklindeki mevcut duruma geri
dönmeyi savunmak, felsefi bir çarpıtmadır, hatta yeni bir muhafazakârlık biçimi
bile olabilir.
1970’lerin sonu ile 1980’lerin başına kadar olan dönemdeki Los Angeles punk
hareketini analiz eden Daniel S. Traber, eleştirel bir bakışla yorumladığı bu
hareketin estetiğini “kendini-marjinalleştirme” diye tarif eder.
Black Flag grubunun “White Minority” (Beyaz Azınlık) şarkısının sözlerini
–“Beyaz azınlık olacağım / Diğer herkes çoğunluk olacak / Aşağılık duygusunu
tadacağım / Beyaz azınlık olacağım”– epigraf olarak alıntıladığı bir
makalesinde şöyle der Traber: Punk hareketindeki kendini-marjinalleştirmenin
arkasında politik saikler olduğu açıktır; ama öncelikli ve temel dert, kişinin
kendi benliğini statükodan farklılaştırma, kendisi dışındaki her türlü
kontrolden bağımsız olma yönündeki kişisel arayıştır.
Biricikliğe bağlılık, kendi özünü köklü bir farklılığa dönüştürmek
suretiyle hayata geçirilecek bir özgürlüğe bağlılıktır.
Bu nazari değişimle birlikte, “kültür” bir estetik gerçekleşme olmaktan
çıkar, kişinin aidiyetinin ifadesine dönüşür.
“Biricik özne” kavramı, ontolojik
bir azınlığı tahayyül etme girişimidir: Kişi köklü bir farklılığın sureti
olduğunda, Hakikat’in dünyasında marjinalleşmiştir.
Burada teorik açıdan ancak “spontane ve doğaçlama” arzular öne sürülebilir,
çünkü Hakikat’in hükümranlığında marjinalleşmiş olanlar, Hardt ve Negri’nin de
dediği gibi akla veya rasyonaliteye başvuramazlar: “Lenin’in ve sovyetlerin,
elit bir öncünün isyancı faaliyetinin hedefi olarak önerdikleri şey, bugün
çokluğun tamamının arzusu aracılığıyla ifade edilmelidir.”
Çokluğun ilkesi akıl değil arzu olduğu için, hayata geçireceği süreç de
ancak “spontane ve doğaçlama” olabilir.
Biricikliğe bağlılık, arzulayan özneye bağlılıktır.
Hardt ve Negri burada, karşıt amaçlarla da olsa, neoliberal piyasa
köktenciliğiyle aynı paradigmayı kullanmaktadırlar .
Hal böyleyse, gerçekte arzuladığımız şey, neoliberalizm olmasın?
Çürütülmesi hayli zor bir iddia olurdu bu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder