Kapitalizmin Mekânsal ve Bedensel Ritimanalizi
“Ürünleri için durmadan genişleyen
bir pazara gerek duyması, burjuvaziyi yeryüzünün dört bir
bucağına salar.
Her yerde yuvalanmak, her
yere yerleşmek, her yerle bağlantılar kurmak zorundadır burjuvazi.”
Karl Marx ve Friedrich
Engels'in Komünist Manifesto’daki bu tespitinde geçen “durmadan” ve
“yeryüzü” ifadeleri, sermayenin mekân ve zaman ikiliğinin ritmine işaret eder.
Tarihsel ölçekte
sermayenin “merkezîleşmesi” ve “yoğunlaşması” olarak beliren genişleme süreci
eşzamanlı olarak bütün ülkelerdeki üretime ve tüketime kozmopolit bir nitelik
kazandırır.
Mekân ile zamanın organik
ilişkisi, sermayenin organik bileşiminin gelişmesine paralel
yeni bir görünüm kazanır.
Sermayenin “merkezîleşme”
ve “yoğunlaşma” hızı değiştiği oranda, insanlığa, karşısında etken (mekân ve
mekâna müdahale) ve edilgen (zamanın akışı) kaldığını düşündüğü kavramlara dair
yeni perspektifler kazandırmıştır.
Yığınsal meta üretiminin
kaynak ve pazar ihtiyacını karşılama arayışı, demiryolları, telgraf hatları,
yollar, posta servisi gibi teknik ilerlemeleri zorunlu kıldıkça, mekân
üzerindeki operasyonel faaliyetlerin önemi daha fazla anlaşılmıştır.
Bu bağlamda, mekân,
hammadde kaynaklarından emek gücü potansiyeline, pazar koşullarını düzenleyen
devlet ölçeğinden uluslararası ticaret alanlarına dek çeşitli öğeleri içermesi
nedeniyle sermayenin ilgisine mazhardır.
Mekân, belirleyici olduğu
kadar, kendisi de belirlenime tabidir.
Fredric Jameson’ın
Kartezyen mekân ile parçalanmış mekân arasında yaptığı ayrıma sadık kalarak,
söz konusu olgunun kapitalizmin seyrine göre yeniden form kazandığını
söyleyebiliriz.
Kapitalizm yerküreye
yayıldığı ölçüde türdeş yapısal bir sistem haline gelmekte,
toplumsal formasyonların niteliğine göre farklı kapitalizmler var
olmaktadır.
Ne var ki, bu süreç
türdeş ve soyut olduğu kadar, parçalanmış mekânlar da üretmektedir.
Kolonyalist dönemin zor
eşliğindeki birikim koşullarına veya Fordist üretim modelinin sürekliliğine
göre şekillenen mekânsal yapı ile, finans-kapitalin hükümranlığına göre
projelendirilen mekânsal düzenlemeler arasındaki fark, hâkim birikim stratejisi
tarafından belirlenir.
Mekânın mutlak ve kadim
tek bir formu yoktur; Kartezyen veya parçalanmış mekânın dışında, karşıtlıklara
ve tezatlıklara göre izotopyalar (benzer mekânlar), heterotopyalar (birbirinin
dışına atılmış mekânlar) ve ütopyalar (sembollerin, hayal
gücünün, idealliklerin işgalindeki mekânlar) bulunur.
Çeşitliliğin bu denli
yüksek olmasındaki en önemli neden, sınıfsal
asimetriler ve sınıf savaşıdır.
Kapitalizm mekânlara yayılarak hem ekonomik
hem de teknolojik egemenliğini tesis ederken, pek çok keşif yaparak işleyişini ve
dinamiklerini metodik hale getirir.
Yeni bir mekânın yahut
yeni bir tekniğin keşfi, ideolojik, siyasi ve kültürel egemenliğin tohumlarını
atar.
Marx’ın belirttiği gibi
sermaye bir “ilişki” olduğu için, bir mekânda nüfuz alanı bulabildiği ölçüde,
orada siyasi ve kültürel temsil ilişkilerini de yaratır.
Bu ilişki aynı zamanda,
bireylerin iradesinin mülk edinilmesini içeren farklı pratiklerle örülüdür.
Marx’tan hareketle söylersek, egemenlik
ilişkisinin bir başkasının iradesinin mülk edinilmesine dayalı oluşu,
edilgen kılınmış ve soyutlanmış bir beden üzerindeki egemenlik ilişkisini
pekiştirir.
Bu sadece ekonomik değil,
siyasal ve kültürel düzeylerde de iktidar anlamına gelir.
Kapitalizm, siyasal ve
kültürel temsillerini somutlaştırmak için mekânsallaşmaya yönelir; semboller,
yapıtlar ve kurumlar yoluyla iktidar ritmini yakalamayı hedefler.
Mekânların düzenlenme ve
parçalanma yoğunluğuna paralel olarak, herhangi bir “dış mekânın”
kalmadığı topos inşa edilmektedir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin siyasi,
kültürel, ideolojik öğeleri tarafından işgal edilen bu topos, bir hiper-mekân olarak, ikamet
eden kitlelerin bilinç ve davranış düzeyinde yönsüzleşmeye yol açmaktadır.
Jameson’a göre söz konusu
yönsüzleşme, kent, devlet, uluslararası merkezler gibi büyük mekânların temsil sürekliliğini
de zorlaştırır.
Ne var ki, zaman ile
mekân ilişkisinde bitmeyen bir gerilim bulunur.
Mekân üzerindeki teorik
veya pratik çok sayıdaki operasyonun kaynağında ne bulunmaktadır?
Bu soruya siyasal iktisat
boyutundan verilebilecek temel yanıt, Marx’ın
görüşlerinden hareketle, sermayenin, asla elle tutamayacağı ve mülk
edinemeyeceği bir olguyu aşma çabasıdır: zaman.
Zaman, her ne kadar
hesaplanabilir ve ölçülebilir hale getirilse de, doğrudan özel mülkiyetin
parçası haline dönüştürelemediği için çeşitli
müdahalelerle kontrol altına alınmaya çalışılır.
Uluslararası ticari
sevkiyatın periyodunun artırılması veya bir fabrikadaki çalışma sürelerinin
uzatılması, eşzamanlı olarak artık değer sömürüsünün yoğunlaştırılmasını ve
servet birikimini kolaylaştırır.
Sermaye birikiminin temel
aksında, zaman üzerinde yürütülen bitmeyen bir
mücadele bulunur.
Mekân dolayımıyla zaman
aşılmaya; kapitalizmin ritmini hızlandırmak için normlar yoluyla zaman
dizginlenmeye çalışılmaktadır.
Jameson’ın bağlamına geri
dönersek, zaman-mekân çatışkısını çözüme kavuşturmak
amacıyla kapitalizmin türdeş mekânı lehine zaman olgusu
silinmektedir.
Somut örnek vermek
gerekirse, yığınsal üretimin gerçekleştiği bir üretim merkezinde insani çalışma süresinin
veya sınıf kazanımlarına ait tarih duygusunun silikleştirilmesi gibi.
Henri
Lefebvre, zaman ile mekân arasındaki gerilim ve ilişkiyi Ritimanaliz
eserinde serimlemeye çalışmıştır.
Daha doğrusu,
Lefebvre’inki bir kuramsallaştırma çabasıdır: “Ritim” kavramını pratik sonuçlarıyla birlikte
yeni bir bilgi alanına dönüştürürken ritimanalizin odağına aldığı alanlardan
birisi de zamandır.
Lefebvre açık bir
şekilde, “bir yer, bir zaman ve bir enerji tüketimi arasında etkileşim olan her
yerde” ritmin bulunduğunu yazar.
Doğrusal ve döngüsel
süreçlerin; doğma, büyüme, gerileme ve
son gibi anların tümü ritimleri barındırır.
Lefebvre’in söz konusu
savı, tarihin, müziğin, birey veya grupların yaşamındaki tikel, gerçek ve somut
durumların analizinde ritimlerin bize kuramsal bir çerçeve sunacağıdır.
Bu sav, kapitalist üretim
tarzının zaman ve mekânla ilişkili örüntüleri üzerinden tartışmaya açılabilir.
“Modern çağa kadar mekân cömertçe
insan türüne, zaman ise Tanrı’ya atfedildi” diyen Lefebvre, kitabının
“Zamanın Manipülasyonları” bölümünün büyük kısmını sermayeye ayırır.
Sermayenin ritmi zamanı
sıkıştırmaya dönüktür.
Özel mülkiyete
geçirilmesi söz konusu olmayan zaman, saatle,
takvimle, periyotlarla sınırlandırılmaya çalışılır.
Çağdaş kapitalizmde
sermayenin ritmi, her şeyin üretimini ve
her şeyin yıkımını içermektedir.
Anonimleşen “yaratıcı yıkım” nitelemesinde
ritim, yaratıcılıktan
yıkıma doğru kaymaktadır.
Lefebvre bu durumu, “sermaye üretim ve yıkımın
çatışan ikiliğini koydu ama yıkıcı kapasite en yüksek noktasına yaklaştı”
diyerek nitelemektedir:
Sermayeye uygun olan ritim, üretimin
(her şeyin üretimi: şeyler,
insanlar, halklar vs.) ve yıkımın ritmidir (savaşlarla, ilerlemeyle, icatlar ve
gaddar müdahaleler, spekülasyonla gelen yıkım).
[…] Sermaye bu birbirini izleyen
değişimler yerine üretim ve yıkımın
çatışan ikiliğini koydu; giderek öncelik kazanmış olan yıkıcı kapasite en
yüksek noktasına yaklaşmış ve dünya çapında bir ölçüye çıkmış durumda.
Doğanın yıkımı (yeraltı
ve yerüstü kaynaklarının tahribatı), kamusal alanın yıkımı (özelleştirmeler ve
yurttaşlıktan müşteriliğe kayış) ve bedenin yıkımı (aşkın hazzın
değersizleşmesi, şiddetin arzulanması), sermayenin hâkim ritminden bağımsız
değildir.
Kapitalizmin aritmisinin
(arythmie), yani yaratıcılık ile yıkıcılık arasındaki ahenksizliğin,
yıkıcılıktan yana büyümesindeki neden, sermayenin kendisidir.
Marx’ın Kapital’de
vampir metaforuyla tanımladığı “ölü emek” olan sermaye, canlı emek olmaksızın
yaşayamayacak tarihsel bir olgudur.
Lefebvre’e göre “sermaye
[…] kendi etrafında ne varsa dünya ölçeğinde öldürür.
Sermaye inşa etmez.
Üretir.
Yükseltmez; çoğalır.”
Sermayenin ölü emek oluşu “yaşamı
taklit etmeye” zorlamaktadır.
Kapitalizmin ritminin
başka bir öğesi bedenin ritmidir.
Daha da somutlaştırırsak,
bedenin “terbiye”sidir.
Marx’ın vurgusuyla, ıslah
edilmiş hapishane olan bir fabrikada bir işçinin nasıl davranması
gerektiğine dair kurallar ve protokoller bulunur.
Belirli deneyimler ve
üretimin artırılmasına dönük ideal formüller eşliğinde yaratılan bu kurallar,
işçi sınıfının terbiyesini amaçlar.
Fordizmden post-Fordist
üretime, Taylorizmden yalın üretime kadar geniş bir kurallar
manzumesi, kapitalist üretim ritminin aksamamasına yöneliktir.
"Terbiye"
terimi bu bağlamda rastgele bir seçim değildir.
Lefebvre’in çalışmasında
bedenin ritmine yönelik kritik bir ayrım vardır: Eğitim, öğrenim ve terbiye
farklı şeylerdir; yaşamayı bilmek, yapmayı bilmek ve yalnızca bilmek gibi: “Bir
topluma, gruba veya vatandaşlığa girmek, (öğretilen) değerleri kabul etmek,
belirli kanalları takip ederek bir mesleği öğrenmek, ama aynı zamanda adap
karşısında kendini eğmektir (bükülmektir).”
Lefebvre, insanların
da hayvanlar gibi terbiye edildiğini belirtir.
Bu tespiti abartılı gelebilir ama Antonio
Gramsci’nin de Fordist üretimin başlangıç aşamasında buna benzer tespitleri
olduğunu hatırlayabiliriz: Çok sayıda parçanın üretildiği, montaja dayanan,
büyük ölçekli bir fabrikada zamanın etkili kullanılması ve maliyetlerin
minimize edilmesi temel ilkedir.
Bu kapitalist ilke, hem
üreticilerin hem de tüketicilerin standartlaştırılmasına dayanır.
Fordizmin değişen ve değişmez
sermaye kalemlerini tasnif ve işleme mantığı, özünde Prusya
bürokrasisine benzer hiyerarşik kurumsal örgütlenmeyle birlikte işler.
Fonksiyonalizmin ve
üretkenliğin ön planda olduğu Fordizm, sadece bir
üretim sistemi olarak kalmamıştır; Gramsci’nin Amerikanizm olarak adlandırdığı
süreç, ekonomik ve entelektüel damarları bulunan bir hegemonya
projesi olarak tüm toplumu kuşatmıştır.
Gramsci, buna bağlı
olarak, zor ve rızanın uygulanma şekilleriyle ve normlar
yoluyla, işçi sınıfının, üretimin gizli mabedinde ve boş
zamanlarının tüketime indirgenmiş örgütlenmesinde sermayenin parçalarına
dönüşümünü irdelemektedir.
Modern kapitalist toplumsal formasyonun
idealleştirilmiş kurgusunda, işçinin zekâ, fantezi, inisiyatif ve aktif
katılımını gerektiren “kalifiye profesyonel”likte işçinin terbiyesi ve
mekanikleştirilmesi şarttır.
Gramsci’ye göre:Amerikalı
sanayiciler işçinin fiziksel verimliliğinin sürekliliğini muhafaza
etme derdindedirler.
İstikrarlı, vasıflı emek
gücüne, kalıcı/iyi ayarlanmış bir komplekse sahip olmak onların çıkarınadır;
çünkü bir işletmenin beşeri kompleksi (kolektif işçi), hatırı sayılır bir kayıp
olmaksızın, çok sıkça sökülebilen ve tekil yeni parçalar kullanılarak
yenilenebilen bir makine değildir.
Bir üretim tarzının
rasyonel hale getirilmesindeki aşamalardan birisi ve belki de en
önemlisi, toplumsal yaşamda işçilerin ve ailelerinin davranışlarının disipline
edilmesi yoluyla toplumsal yeniden üretimin devamlılığıdır.
Çalışma ideolojisinin
sekteye uğramaması için çalışanların şekillendirilmesi
gerekir.
Gramsci, kapitalistlerin
Taylor’un “eğitimli goril” anlayışına uygun olarak işçinin emek-zaman
kapasitesini olumsuz yönde etkileyen tüm davranış pratiklerini terk ettirerek,
işçilerin verimliliğini azaltan eğlence, içki, cinsellik gibi haz nesnelerini
yasaklayarak artırabileceklerini düşündüklerini yazar.
Yeni bir üretim modeliyle
karakterize edilmeye çalışılan yeni insan profilinin emek-zaman kapasitesinin
dirimselliği, işçilerin gündüz ve gece, üretim alanlarının içinde ve dışındaki
tüm hareketlerinin denetlenmesiyle mümkündür.
Gerek devlet gerekse
işveren yetkililerinden oluşan kontrol mekanizmaları, bu aşamada, uysallaştırılmış “yeni
işçi”nin egemen sınıf çıkarlarına uyumlulaştırılmasında önemli
roller üstlenmiştir.
Taylor’un “eğitimli
goril” ifadesine istinaden, işçinin emek-zaman kapasitesini olumsuz etkileyen
tüm davranış pratiklerinin terk ettirilmesi, hem işyerinde hem gündelik yaşamda
toplumsal normativiteye uygun terbiye edilmesi elzemdir.
Lefebvre de benzer bir
çerçeveyi bedenin “terbiye” ritmiyle birlikte ele alır; terbiye edilmiş olanın
(mesela bir hayvanın) kullanım değeri olduğu düşünülür.
“Canlı bir varlığı, ona
belli bir edimi, belirli bir hareketi tekrarlatarak terbiye edebiliriz”
diyen düşünür, bu noktada tekrarın önemini vurgular.
Her tekrarın belirli bir sıradanlık taşıması
gerekmez: birisi kendisini takdim ederken ya da bir başkasını takdim
ederken, sadece basmakalıp davranışları değil, kutsallaşmış işlemleri ve
törenleri de gerçekleştirir.
Doğrusal komut ve jestler
döngüsel olarak tekrarlanır.
Bunlar terbiyenin
aşamalarıdır.
Her tekrar işleminde
yeniden üretilen maddi pratikler yoluyla ideolojik yeniden üretim de gerçekleştirilir.
İdeolojinin maddi yönünü
irdelerken onun bir pratikler bütünü olduğunu belirten Louis Althusser’in
Pascal alıntısında da buna benzer bir perspektif vardır: “İnanman gerekmiyor,
diz çök, dudaklarını kımıldat, dua ediyormuş gibi yap, yeter”.
Kapitalizmin belirli bir
zaman ve mekân ölçeğindeki ritimleri değişkenlik
gösterebilir.
Lefebvre’in
çalışmasındaki tasniften hareketle belki şunu söyleyebiliriz: “Gizli ritimler”,
yani anı ve belleği de içeren fizyolojik ve biyolojik ritimler ile “kurmaca
ritimler”, yani öğrenme süreçlerini içeren ritimler “terbiye” aşamasında
kendisini gösterir.
Sınıfsal kodların
yerleştirilmesinde ve buna uygun olarak bireyin disipline edilişinde
tamamlayıcı olan, “umumi ritimler”dir.
Takvimler, bayramlar, merasimler, bir toplumda
herkesi ilgilendiren zaman birimleri, terbiyenin limitlerini de belirler.
Örneğin bir işçinin üretim mekânında ustabaşı
tarafından korkutulması veya motive edilmesi gizli ritmi, gizli ritimler de
kümelenerek kurmaca ritmi şekillendirir.
Ritimler hızlandıkça
üretim süreci de hızlanacak, üretim hızlandıkça sermaye birikimi de
çoğalacaktır.
Elbette bu ritimlerin
tümü maddidir çünkü ritmin ahengini ve düzenini bozandan kurtulmak da, ritme
sadık kalanı ödüllendirmek de söz konusudur.
Sonuç olarak, Kartezyen
mekânın ritminden parçalanmış mekânın ritmine, her birinin zamansallıklarının
yarattığı etkiden bunların siyasal sonuçlarına dek, durmayan bir şey vardır:
sermaye.
Yukarıda vurguladığımız
üzere sermayenin mutlak ritmi patojeniktir; Lefebvre’in ifadesiyle doğanın,
şehrin, sanatsal yaratıcılığın, toplumsal zenginliğin katledilmesidir. “Siyasi
iktidar, zamanı, tarihi, zaman çizelgelerini nasıl kullanacağını ve manipüle edeceğini
bilir.
Kullandıklarının tezahürlerini birleştirir,
onlara ritim verir.
Buna resmî olarak
seferberlik denir”.
Bu seferberlik
haline karşı başka bir ritmi yaratmaksa kaçınılmazdır, yoksa kaçacak alan
kalmayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder