19 Ocak 2023 Perşembe

 YÖNETME SANATI

 

 

Organizasyon yöntemleri arasında her yerde bir birlik olduğunu görüyoruz: hem ruhsal hem fiziksel yapılarda, hem canlı hem ölü doğada, hem tabiat güçlerinde hem de insanların bilinçli faliyetlerinde.

 

Bugüne kadar bu birlik kesin biçimde tesis edilmiş, incelenmiş ve araştırılmış değildi: Evrensel bir organizasyon bilimi henüz ortaya konmamıştı.

 

 Şimdi böyle bir bilimin zamanı gelmiştir.

 

Aleksandr Bogdanov (1873-1928), 1910’larda kaleme aldığı                            “Organizasyon Bilimi Nedir?” başlıklı makalesinde böyle diyor.

 

Bogdanov bir hekim, filozof, ekonomist, devrimci, ilk ütopik                                       bilim-kurgu romanının (Kızıl Yıldız, 1908) yazarı ve Proleter Kültürü Hareketinin (Proletkült) kurucularından.

 

Filozofluğundan romancılığına, bilimsel çalışmalarından Proletkült önderliğine kadar tüm faaliyetlerinin altındaki ortak payda ise “tektoloji”.

 

Yunancada “kurucu”, “yaratıcı” gibi anlamları olan tekton kelimesine dayanan “tektoloji”, Bogdanov’un kendi tarifiyle “evrensel organizasyon bilimi”.

 

 Şu temel varsayıma dayanıyor: “İnsan faaliyetlerinin tümü,                                                 ya organizasyondur ya da organizasyonun bozulması.

 

Bu demektir ki her insan faaliyeti, ister teknik, ister toplumsal,                                         ister bilişsel veya sanatsal olsun, bir organizasyonel deneyim malzemesi olarak görülebilir ve organizasyonel bakış açısından incelenebilir.”

 

Tektoloji, “herhangi bir sistemi, hem tüm parçalarının birbiriyle arasındaki ilişki açısından, hem de bir bütün olarak o sistem ile çevresi, yani dış sistemler arasındaki ilişki açısından” inceler.

 

Bogdanov’a göre dünya, “birbirlerinden organizasyon dereceleri bakımından farklılaşan, etkileşim halindeki sistemlerden” oluşur. 

 

Bogdanov’un bilimden felsefeye, ekonomiden politika ve kültüre kadar alanlara yaklaşımındaki paradigma “organizasyon”.

 

Toplumların sınıflı yapısını, üretim araçlarının mülkiyetine değil,                                   belirli bireylerin üretimi organize etme becerisine bağlıyor örneğin.

 

Sınıf ayrımlarının, “Marx ve Lenin’in savunduğu gibi şiddetli devrimler yoluyla değil, toplumdaki bireylerin organizasyon becerileri kazanacak şekilde eğitilmeleri yoluyla” ortadan kaldırılacağını savunuyor.

 

 Kelimeler, fikirler, sanat eserleri, toplumsal normlar ve nihayetinde ideoloji, Bogdanov’a göre, karmaşıklığı gittikçe artan birer “organizasyon enstrümanı”.

 

Devrimin hayata geçirilmesinde kitlesel eğitime ve proleter kültürünün geliştirilmesine birincil rol atfetmesinin altında da bu anlayış yatıyor. 

 

Kızıl Yıldız romanında tasvir ettiği ütopik sosyalist toplum örgütlenmesinden, Proletkült hareketinde Maksim Gorki ve Anatoli Lunaçarski’yle birlikte yürüttüğü faaliyetlere ve bu konuda yazdığı metinlere kadar Bogdanov’a ait pek çok şey, tektoloji çerçevesinde bakıldığında bütünlüklü bir anlam kazanıyor.

 

Bogdanov tektolojiyi, her şeyden önce işbölümü ile beden-zihin emeği ayrımını ortadan kaldıracak, tüm dünyanın işçi sınıflarını uyum içinde birleştirecek evrensel bir bilim olarak öneriyor.

 

İkincisi, bir toplumun maddi organizasyon tarzını, o toplumdaki düşüncelerin organizasyonundan ayırmıyor, ki zaten bütün teorisi bu tür ikilikleri aşmak üzerine kurulu.

 

 Son olarak, sınıfsız toplum fikri, Bogdanov’un ufkundan asla çıkmıyor.

 

Bogdanov’un monist felsefesinin uzantısı olan tektoloji, bugün sibernetik ve genel sistemler teorisinin selefi olarak kabul ediliyor.

 

Lenin –ve daha sonra Stalin–, merkezî planlama yerine sistemler içi                              ve arası dengeyi, diyalektik çatışma yerine parçalar arasındaki uyum ve işbirliğini vurgulayan Bogdanov’un görüşlerini tehlikeli bulduğu için teorilerinin yayılmasına izin vermiyor. 

 

Buna rağmen Bogdanov’un fikriyatı, Buharin, Gorki, Lunaçarski gibi                         aydınlar üzerinde etkili oluyor; konstrüktivizm başta olmak üzere                              devrim ertesindeki Sovyet avangardı Bogdanov’un felsefesine büyük ölçüde koşutluk gösteriyor; roman yazarı, eski Proletkült mensubu Andrey Platonov sıkı bir Bogdanov takipçisi; ayrıca Bogdanov’un adı anılmasa da, bilim, ekonomik planlama ve ideoloji konusundaki teorileri Sovyetler'de kimi ortodoks Marksistler tarafından da sessiz sedasız benimseniyor.

 

Bogdanov'un Toplumsal Bilinç Bilimi (1914) kitabı ile Tektologia’nın                                  iki cildi 1920’lerde Almancaya çevrilse de, Batı’da uzun yıllar sonra geliştirilecek sibernetik ve sistem teorilerinde Bogdanov’dan                                           hiç söz edilmiyor. 

 

Sibernetik, Batı'da İkinci Dünya Savaşı sırasında askerî savunma sistemleriyle ilgili pratik ihtiyaçlar çerçevesinde hız kazanıyor.

 

Kurucusu Norbert Wiener (1894-1964), matematik, felsefe ve zooloji alanlarında eğitim almış bir dâhi çocuk: Daha 14 yaşındayken                           üniversiteden matematik diploması alıyor; Harvard’da zooloji eğitimi görüyor; 17 yaşında Cornell’de felsefe eğitimini tamamlıyor;                                       Cambridge’de Bertrand Russel’ın öğrencisi oluyor.

 

 Birinci Dünya Savaşı sırasında ısrarla orduya yazılmak istiyor                                         ama nihayet kabul edildiğinde ateşkes ilan ediliyor.

 

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) uçaksavarlarla ilgili çalışmalar yürütüyor ve önemli buluşlara imza atıyor.

 

Enformasyon teorisine bu çalışmaları sırasında odaklanıyor;                                      canlılar ile elektronik ve mekanik sistemlerin davranışları arasındaki biçimsel benzerliklerin analizine dayanan sibernetiği de bu çalışmalarının sonucunda formüle ediyor.

 

MIT, Wiener’in savaş sırasındaki başarıları sayesinde, bundan böyle                      daha ziyade “yapay zekâ” olarak anılacak proje ve çalışmaların                        merkez üssü haline geliyor.

 

İnsan ile makineyi ayırt etmek, her ikisinde de organizasyon örüntülerinin ve yerine getirilen işlevlerin büyük ölçüde aynı olduğunu teslim eden Wiener’in hayatı boyunca vazgeçmediği bir takıntıydı.

 

 İnsanların İnsanca Kullanımı kitabında [1950], insanlar ile makineler arasındaki özdeşlik/karşıtlık konusundaki görüşlerini insancıl bir toplum felsefesi çerçevesine yerleştirmeyi amaçlamıştı.

 

Heims’e göre sibernetiğin Wiener’in hümanizminden soyutlanarak                            izlediği gelişim, dönemin büyük ölçüde askerî nitelik taşıyan yapay zekâ teknolojilerinin ve akademik psikolojiye egemen olan davranışçılığın sonucudur:

 

Sibernetik makineler –örneğin genel amaçlı bilgisayarlar– insan zihninin yapısına dair bir olasılığa işaret ediyordu: Zihin, muhakeme ve algı yetisine sahip olan ve aynı zamanda eyleme yönelik talimatlar verebilen bir makinenin biçimsel yapısını ve organizasyonunu, başka deyişle yazılım boyutunu andırıyordu.

 

Böylece, maddeyle birlikte organizasyonu, mesajları ve enformasyonu da kapsayan bir materyalizmle, nicedir devam eden zihin-beyin ikiliği aşılmıştı.

 

Wiener’in insancıl toplum felsefesi çıkarıldığında sibernetikten                          geriye kalanları, son derece mekanik ve gayri insani,                                      hatta militarist bir bakış açısıyla kullanmak mümkündür.

 

Gelişkin bir otomat metaforunun bu kadar sık kullanılıyor olması da, insanı fiilen bir makine olarak düşünmeye davetiye çıkarmaktadır.

 

Sibernetiğin salt teknik unsurlarını öğrenen pek çok kişi,                                       onu Wiener’in şiddetle karşı çıkacağı amaçlar için kullanmış                                ve kullanmaya devam etmektedir.

 

Gerçekten de Wiener, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendi fikirleri başta olmak üzere bilimin militarist amaçlarla kullanılmasına karşı çıkmaya başlayacak, dahası otomasyon teknolojilerinin geniş çaplı kullanımının insanlığın geleceği için büyük tehditler barındırdığına işaret ederek bilim insanlarını etik ve toplumsal sorumluluğa davet edecektir.

 

Ama ok yaydan çıkmıştır: Otomasyon askerî alanda kazandığı ivmeyle sanayinin tüm sektörlerine yayılıp evlere girerken, sibernetiğin geribildirim döngüleri karşı-kültürü ve avangard sanatı cezbederek toplumun muhalif damarlarında kendine yol açacaktır.

 

Karşı-Kültürden Silikon Vadisi’ne: Yeni Kapitalizmin Ruhu

 

1960’larda yeni teknolojilerin ve iletişim araçlarının önünü açtığı imkânlarla ilgili heyecan, yine bu teknolojilerin ima ettiği topyekûn kontrol korkularıyla iç içeydi.

 

İnsanlığı makinelerin güdümüne sokarak bireyselliği yok edecek bir taliter makine” metaforunda kendini gösteren endişelerdi bunlar.

 

Sibernetiğin o dönem sanat, karşı-kültür ve mimarlık alanlarındaki yansımalarını ortaya koyan Douglas Spencer’a göre, Amerikan karşı-kültürünün teknokratik kontrol tehdidine tepkisi “bireysel kaçış”tı:1960’ların sonunda ABD’nin pek çok eyaletinde kent merkezlerinden uzak, işbirliğine ve kendin-yap (DIY) kültürüne dayalı komünler ortaya çıkmıştı.

 

Son tahlilde amaç, sistemle kolektif biçimde mücadele etmek değil, ondan kaçarak sözümona “alternatif” topluluklar oluşturmaktı.

 

Gelgelelim teknolojiye dayalı rasyonaliteden kaçan bu topluluklar,                         kendi “alternatif” yaşamlarında da buna paralel bir örgütlenmeyi hayata geçiriyordu: Stewart Brand’in başlattığı ve farklı eyaletlerdeki komünler arasında işbirliği ve iletişimi sağlamayı hedefleyen Whole Earth Catalog adlı yayın, “organik bahçecilik, kendi kendine hipnoz, kendi bilgisayarını yapma ve Norbert Wiener’in sibernetiği” gibi konuları biraraya getiriyor;                        “komünler arası bir ağ” işlevi görüyordu. 

 

Öyle ki Catalog, yıllar sonra Steve Jobs tarafından, “Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, bir nevi matbu Google” olarak tarif edilecekti.

 

Nitekim Steve Jobs da dahil geleceğin Silikon Vadisi kurucuları,                                      tam da bu karşı-kültürden beslenip büyüyecekti.

 

Boyutları gittikçe küçülen ve kişiselleşen dijital cihazların,                                    “sınırlardan azade”, “özgür” bir hayatı kolaylaştıran araçlar olarak görülmesi, bu kültürün beslediği bir algıydı.

 

Devletin topyekûn kontrolünden kaçan Amerikan karşı-kültürü,                               şirketlerin topyekûn kontrolünün işbirlikçisi olmuştu.

 

“Özgürlük”, “yaratıcılık”, “isyankârlık” gibi kavramların şirketlerin                           işletmecilik jargonuna dahil edilmesi de bu kültüre dayanıyordu.

 

Apple’ın 1984’te ilk Macintosh kişisel bilgisayarı için yayınladığı                                 reklam filminde, Orwell’in totalitarizmi eleştiren 1984 romanına göndermeyle şöyle deniyordu: “24 Ocak [1984’te] Apple şirketi Macintosh’u piyasaya sürecek.

 

İşte o zaman niçin 1984’ün 1984 gibi olmayacağını anlayacaksınız.

 

” Fred Turner’ın From Counterculture to Cyberculture adlı kitabı , karşı-kültürün “alternatif ağlarının” bilgi-işlem teknolojisine evrilerek yeni ekonominin itici gücü haline geldiği “dijital ütopya”yı tüm detaylarıyla ortaya koyacaktı.

 

Sermaye tarafından massedilmeye son derece elverişli,                                                 hatta bilfiil sermayeye tahvil olduğu görülen bireysel özgürlükçü yaklaşıma karşılık, sibernetiğin ve yeni teknolojik aygıtların örgütlü kullanımla “devrimci” amaçlara hizmet etme potansiyeli olduğunu savunanlar da vardı.

 

“Düşmanı kendi silahıyla alt etme” şiarıyla ileriki yılların hacker hareketlerini anımsatan video hareketleri bunlara örnekti.

 

Video sanatçısı Paul Ryan, teknokratik kontrol ve manipülasyona karşı “Sibernetik Gerilla Savaşı” (1971) öneriyordu:

 

Sibernetik gerilla savaşı… Çünkü portatif video aracı insanın                     sibernetik bir uzantısıdır ve sibernetik bilimi, ekolojik açıdan uygulanabilir yegâne zekâ ve güç dilidir.  

 

Düşmanın kaynaklarını kullan.

 

Portatif video sayesinde Amerikan efsanesini ânında yayından kaldırabilir ve onu yeni bir algı kolajı için kullanabilirsin.

 

Ancak Paul Ryan’ın bir sonraki onyılın sonunda (1988) teslim edeceği gibi, sibernetiğin “gerilla” potansiyeli kısa sürede aşınacak, video ise öngörülen radikalliğe ulaşamayarak kurumsallaşacaktı.

 

 

Sibernetikle Mutlu Buluşmalar: Sanat-Teknoloji-Sanayi

 

Biri 1968’de Londra’da, diğeri 1970’te New York’ta düzenlenen                                       ve sibernetiği “yaratıcılıkla” ilişkilendiren iki büyük sergide ise,                           teknolojik gelişmelerin karanlık yüzüne dair endişelerden eser yoktu.

 

Londra Çağdaş Sanat Enstitüsü’nde düzenlenen ilk sergi,                                     sanat ile bilim ve teknoloji arasındaki kaynaşmayı kutluyordu: Cybernetic Serendipity – “Sibernetikle Mutlu Buluşmalar”.

 

Müzikten şiire, resimden mimariye kadar pek çok alanda                                  sibernetik araçlarla yaratılmış çalışmaları biraraya getiren serginin amacı, “sanatçıların bilimle, bilim insanlarının da sanatla iştigal ettiklerini gösteren bir faaliyet alanını ortaya koymak”tı.

 

 Sergiyi gezenler, “baktıkları şeyi bir sanatçının mı, bir mühendisin mi, bir matematikçinin mi yoksa bir mimarın mı yapmış olduğunu                                 ayırt edemeyecekler”di, zira tüm bu sınırlar ortadan kalkmıştı.

 

 Sergi kataloğunda 1890’lardan itibaren bilgisayar teknolojisinin tarihçesini sunan metinler, bu teknolojiyi içinde üretildiği toplumsal bağlamlardan ve ordu-sanayi kompleksi başta olmak üzere hizmet ettiği amaçlardan kopuk, nötr bir buluşlar silsilesi olarak sunuyordu.

 

Bizzat sibernetiğin kurucusu Norbert Wiener’in akıbeti yok sayılmıştı.

 

New York’ta düzenlenen ve bugün sibernetik/sanat örtüşmesinde                               çığır açıcı sayılan Software sergisi de aynı çerçevedeydi:                                           Hans Haacke’den John Baldessari’ye, Nam June Paik’ten Allan Kaprow’a kadar kavramsal sanat ile yeni medya sanatının öncülerine ait çalışmaların yanı sıra, MIT öğrencilerinin projelerini, amatör bilgisayar kulüplerinin deneylerini sergiliyordu.

 

Küratörü Jack Burnham’ın ifadesiyle Software “ne tam olarak                            mühendislik teknik bilgisinin ortaya serilmesi ne de bir sanat sergisi”ydi, “sanatçının çağdaş kontrol ve iletişim sistemleriyle ne tür sonuçlara ulaşabileceğini ortaya seriyor”du.

 

 Bu “kontrol ve iletişim sistemleri”nin tehdit edici içerimleri konusunda bir çekince sergilemiyor, sanat ile teknoloji arasındaki sınırların silindiğini muştuluyordu:

 

Software, sanatsal ve teknik alt-kültürler arasındaki alışıldık                               nitel ayrımların hiçbirini yapmıyor.

 

Sonuçta, teknolojik karar alma süreçlerinde estetik içgörünün de payı olması gereken bir devirde, böyle bir ayrım hâlâ anlamlı mıdır?

 

Asıl önemlisi, Jack Burnham sergideki teknolojik deney ve projeleri “teknik alt-kültürler” olarak tanımlayarak, bu projelerin büyük şirketlerle ve sanayi kurumlarıyla arasındaki organik bağı yok sayıyordu.

 

Her şey bir yana, Pentagon’la ve şirketlerle bağı apaçık olan MIT’yi                             “alt-kültür” olarak tanımlamak imkânsızdı.

 

Sergi, ABD’nin en büyük otomotiv şirketlerinden American Motors Company’nin sponsorluğuyla düzenlenmişti.

 

Kataloğun başında, sanat ile teknolojinin tasarım bünyesinde birleşerek sanayiye hizmet edişine işaret eden AMC’nin başkanı Roy D. Chapin, adeta çağımızın “tasarım dehşeti”ni haber veriyordu:

 

Bu sergi, sanatçıları, elektronik teknoloji mecrasını merak uyandırıcı ve alışılmadık biçimlerde kullanmaya teşvik ediyor. 

 

Software sergisindeki sanatçılar sanat ile bilim arasındaki                                     bağı inceliyorlar, bizim otomobil tasarımı ve mühendisliği konularında araştırıp güçlendirmemiz gereken de bu bağdır.

 

 

Felaket Habercisi Kassandra, İyimser Filozof Pangloss’a Karşı

 

Zygmunt Bauman, her yeni teknolojik buluşun topluma yayılmasıyla birlikte, o buluşun yol açacağı karanlık sonuçlara odaklanan “felaket habercileri” (Kassandra’cılar) ile, olanaklı en iyi dünyayı temsil ettiğini muştulayan “naif iyimserler” (Pangloss’çular) arasında kıyasıya bir kavganın                    yaşandığına dikkat çeker. 

 

“Kötümserlik” ile “iyimserlik”, bazen de “geri kafalılık” ile “ilericilik” gibi değer yargıları arasına sıkıştırılan bu tartışmalar, teknolojik gelişmelerin sosyolojik içerimlerini gerçekçi ve eleştirel bir bakışla kavramayı büyük ölçüde engeller.

 

Bauman, televizyonla ilgili kamplaşma üzerine şunları yazar:

 

Kassandra’cılar yeni mecrayı, toplumun modern çağın başından beri yürüdüğü totaliter hâkimiyet yolunda atılmış dev bir adım olarak gördü: Büyük Birader ile uşaklarının “sihirli mermi”si; kameraların karşısına yerleşmiş olanların, ekranların önünde oturanlara karşı ustalıkla kullandığı emsalsiz ve karşı konulamaz bir zihinsel sakatlama, beyin yıkama, endoktrinasyon silahı olarak.

 

Pangloss’çular ise onu, Aydınlanma denen o büyük uyanıştan beri insanlığın yürüdüğü özgürleşme yolunda atılmış bir sonraki dev adım olarak gördü: Bilgi güç demekse, ekran da insan bilgisinin en nadide parçalarının seyre dalınacağı o büyük cam pencereydi.

 

Bauman’a göre medya (veya genel olarak teknoloji) konusunda kötümser” veya “iyimser” olmak, araçlar ile amaçlar konusundaki kafa karışıklığının sonucudur: Amaçların baştan beri verili olduğunu, yeni mecralarla birlikte o amaçları hayata geçirecek araçların keşfedildiğini varsayan bir aymazlıktır bu.

 

Oysa gerek yeni medyada, gerek başka teknolojik gelişmelerde yaşanan şey Bauman’a göre çoğu zaman bunun tam tersidir: Yeni araçlar, kendilerine uygulama alanı olacak birtakım amaçlar arar;                                          hatta sırf varlıklarıyla, yepyeni amaçlara davetiye çıkarırlar.

 

Yani televizyon, daha önce başka yöntemlerle hayata geçirilen “bilgiyi yayma” amacını daha hızlı ve geniş çaplı biçimde hayata geçirmenin aracı değildir sadece; keşfedilip yayılmasıyla birlikte, daha önce var olmayan amaçlar yaratmış, insanı da dünyasını da değiştirmiştir.

 

Teknoloji, içinde üretildiği toplumun hâkim örgütlenme tarzından soyutlanabilecek, ilerleme yolundaki “nötr” bir araçlar toplamı da değildir.

 

Ariella Azoulay, fotoğraf makinesine, daha icat edilmesinden önce nakşolmuş “emperyal bakış”tan söz ederken bunu kasteder: Eşitsiz bir iktidar ilişkisi çerçevesinde gelişen, her şeyin görülmeye ve kaydedilmeye açık olduğu fikri, bir araç olarak fotoğraf makinesinin icadından önceye uzanır.

 

Fotoğraf da, başka teknolojiler gibi, “emperyal iktidar oluşumlarına” dayanır ve “emperyal şiddet üzerine” kurulur. 

 

Teknolojiyi “nötr” bir araca indirgeyen yaklaşım, ona işlemiş amaçları doğallaştırmaktadır: “araçsal ilişki içinde, fotoğraf bir amaca ulaştıran araç olarak anlamlandırılmakla kalmaz, amaç da baştan kabul edilmiş bir öncüle dönüşür: her nesnenin, bakışa –bu durumda fotoğraf makinesinin bakışına– açık olduğu fikri böylece en baştan olumlanır.”

 

Kısacası Norbert Wiener’in, hiç de “insanca” olmayan bir                                        toplumsal örgütlenme tarzı altında sibernetiğin hiç de “insanca” olmayan amaçlara hizmet etmesi karşısında kapıldığı hayal kırıklığı abestir.

 

Toplumun hâkim düşünsel örgütlenişi, hâkim maddi örgütlenişinden ayrılamaz.

 

Sonuçta Bauman’ın televizyon özelinde söyledikleri, her teknolojik gelişmeyi içerecek şekilde genişletilebilir:

 

Televizyonun işleyiş şeklini değiştirmek, başlı başına dünyayı değiştirmeyi gerektirir, ne eksik ne fazla.

 

Her kim “Medya konusunda ne yapabiliriz?” diye soruyorsa,                                “Bu medyanın içinde işlediği dünyaya dair ne yapmalı?” diye de sormak zorundadır.

 

 

 İkincisine gerçekçi bir cevap verilmeden birincisi de cevaplanamaz.

 

Bogdanov, “kurucu ve yaratıcı” bir evrensel bilim olarak önerdiği tektolojiyi dünya işçi sınıfının ve devrimin hizmetine sunmak istemiş, ama (kısa süren özerk Proletkült ve erken Sovyet avangardı deneyleri sayılmazsa) teorilerinin pratiğe geçtiğini görememişti.

 

Wiener ise, komünizmi demokratik toplum karşısındaki en büyük iki tehditten biri olarak görüyordu; hevesle benimsenip uygulanan “hümanist” bilimi de, sonradan kendisinin tüm engelleme girişimlerine rağmen, verdiği isme yaraşır bir seyir izleyecekti – kybernētēs: yöneten.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  SANAT EĞİTİMİ Sanatın Tanımı Günümüzü algılayıp anlamak, günümüze kadar geçmişte olup bitenleri ve yapılanları öğrenmek, bilmekle g...