YÖNETME SANATI
Organizasyon
yöntemleri arasında her yerde bir birlik olduğunu görüyoruz: hem ruhsal hem
fiziksel yapılarda, hem canlı hem ölü doğada, hem tabiat güçlerinde hem de
insanların bilinçli faliyetlerinde.
Bugüne
kadar bu birlik kesin biçimde tesis edilmiş, incelenmiş ve araştırılmış
değildi: Evrensel bir organizasyon bilimi henüz ortaya konmamıştı.
Şimdi böyle bir bilimin zamanı gelmiştir.
Aleksandr Bogdanov
(1873-1928), 1910’larda kaleme aldığı “Organizasyon Bilimi
Nedir?” başlıklı makalesinde böyle diyor.
Bogdanov bir hekim,
filozof, ekonomist, devrimci, ilk ütopik bilim-kurgu
romanının (Kızıl Yıldız, 1908) yazarı ve Proleter Kültürü Hareketinin (Proletkült) kurucularından.
Filozofluğundan
romancılığına, bilimsel çalışmalarından Proletkült önderliğine kadar tüm
faaliyetlerinin altındaki ortak payda ise “tektoloji”.
Yunancada “kurucu”,
“yaratıcı” gibi anlamları olan tekton kelimesine dayanan “tektoloji”,
Bogdanov’un kendi tarifiyle “evrensel organizasyon bilimi”.
Şu temel varsayıma dayanıyor: “İnsan
faaliyetlerinin tümü, ya
organizasyondur ya da organizasyonun bozulması.
Bu demektir ki her insan
faaliyeti, ister teknik, ister toplumsal, ister
bilişsel veya sanatsal olsun, bir organizasyonel deneyim malzemesi olarak
görülebilir ve organizasyonel bakış açısından incelenebilir.”
Tektoloji, “herhangi bir
sistemi, hem tüm parçalarının birbiriyle arasındaki ilişki açısından, hem de
bir bütün olarak o sistem ile çevresi, yani dış sistemler arasındaki ilişki
açısından” inceler.
Bogdanov’a göre dünya,
“birbirlerinden organizasyon dereceleri bakımından
farklılaşan, etkileşim halindeki sistemlerden” oluşur.
Bogdanov’un bilimden
felsefeye, ekonomiden politika ve kültüre kadar alanlara yaklaşımındaki
paradigma “organizasyon”.
Toplumların sınıflı
yapısını, üretim araçlarının mülkiyetine değil, belirli
bireylerin üretimi organize etme becerisine bağlıyor örneğin.
Sınıf ayrımlarının, “Marx
ve Lenin’in savunduğu gibi şiddetli devrimler yoluyla değil, toplumdaki
bireylerin organizasyon becerileri kazanacak şekilde eğitilmeleri
yoluyla” ortadan kaldırılacağını savunuyor.
Kelimeler, fikirler, sanat eserleri, toplumsal
normlar ve nihayetinde ideoloji, Bogdanov’a göre, karmaşıklığı gittikçe artan
birer “organizasyon enstrümanı”.
Devrimin hayata
geçirilmesinde kitlesel eğitime ve proleter kültürünün geliştirilmesine
birincil rol atfetmesinin altında da bu anlayış yatıyor.
Kızıl Yıldız romanında tasvir
ettiği ütopik sosyalist toplum örgütlenmesinden, Proletkült hareketinde Maksim
Gorki ve Anatoli Lunaçarski’yle birlikte yürüttüğü faaliyetlere ve bu konuda
yazdığı metinlere kadar Bogdanov’a ait pek çok şey, tektoloji çerçevesinde
bakıldığında bütünlüklü bir anlam kazanıyor.
Bogdanov
tektolojiyi, her şeyden önce işbölümü ile beden-zihin emeği ayrımını ortadan
kaldıracak, tüm dünyanın işçi sınıflarını uyum içinde birleştirecek evrensel
bir bilim olarak öneriyor.
İkincisi,
bir toplumun maddi organizasyon tarzını, o toplumdaki düşüncelerin
organizasyonundan ayırmıyor, ki zaten bütün teorisi bu tür ikilikleri aşmak
üzerine kurulu.
Son olarak, sınıfsız toplum fikri, Bogdanov’un
ufkundan asla çıkmıyor.
Bogdanov’un monist
felsefesinin uzantısı olan tektoloji, bugün sibernetik ve genel sistemler
teorisinin selefi olarak kabul ediliyor.
Lenin –ve daha sonra
Stalin–, merkezî planlama yerine sistemler içi ve arası dengeyi,
diyalektik çatışma yerine parçalar arasındaki uyum ve işbirliğini vurgulayan
Bogdanov’un görüşlerini tehlikeli bulduğu için teorilerinin yayılmasına izin
vermiyor.
Buna rağmen Bogdanov’un
fikriyatı, Buharin, Gorki, Lunaçarski gibi aydınlar üzerinde
etkili oluyor; konstrüktivizm başta olmak üzere devrim ertesindeki
Sovyet avangardı Bogdanov’un felsefesine büyük ölçüde koşutluk gösteriyor;
roman yazarı, eski Proletkült mensubu Andrey Platonov sıkı bir Bogdanov
takipçisi; ayrıca Bogdanov’un adı anılmasa da, bilim, ekonomik planlama ve
ideoloji konusundaki teorileri Sovyetler'de kimi ortodoks Marksistler
tarafından da sessiz sedasız benimseniyor.
Bogdanov'un Toplumsal
Bilinç Bilimi (1914) kitabı ile Tektologia’nın iki cildi
1920’lerde Almancaya çevrilse de, Batı’da uzun yıllar sonra geliştirilecek
sibernetik ve sistem teorilerinde Bogdanov’dan hiç
söz edilmiyor.
Sibernetik, Batı'da
İkinci Dünya Savaşı sırasında askerî savunma sistemleriyle ilgili pratik
ihtiyaçlar çerçevesinde hız kazanıyor.
Kurucusu Norbert Wiener
(1894-1964), matematik, felsefe ve zooloji alanlarında eğitim almış bir dâhi
çocuk: Daha 14 yaşındayken üniversiteden
matematik diploması alıyor; Harvard’da zooloji eğitimi görüyor; 17 yaşında
Cornell’de felsefe eğitimini tamamlıyor; Cambridge’de Bertrand Russel’ın
öğrencisi oluyor.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ısrarla orduya
yazılmak istiyor ama
nihayet kabul edildiğinde ateşkes ilan ediliyor.
İkinci Dünya Savaşı
sırasında, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) uçaksavarlarla ilgili
çalışmalar yürütüyor ve önemli buluşlara imza atıyor.
Enformasyon teorisine bu
çalışmaları sırasında odaklanıyor; canlılar
ile elektronik ve mekanik sistemlerin davranışları arasındaki biçimsel
benzerliklerin analizine dayanan sibernetiği de bu çalışmalarının sonucunda
formüle ediyor.
MIT, Wiener’in savaş
sırasındaki başarıları sayesinde, bundan böyle daha ziyade “yapay zekâ”
olarak anılacak proje ve çalışmaların merkez üssü haline
geliyor.
İnsan ile makineyi ayırt etmek, her
ikisinde de organizasyon örüntülerinin ve yerine getirilen işlevlerin büyük
ölçüde aynı olduğunu teslim eden Wiener’in hayatı boyunca vazgeçmediği bir
takıntıydı.
İnsanların İnsanca Kullanımı kitabında
[1950], insanlar ile makineler arasındaki özdeşlik/karşıtlık konusundaki
görüşlerini insancıl bir toplum felsefesi çerçevesine yerleştirmeyi
amaçlamıştı.
Heims’e
göre sibernetiğin Wiener’in hümanizminden soyutlanarak izlediği gelişim,
dönemin büyük ölçüde askerî nitelik taşıyan yapay zekâ teknolojilerinin ve
akademik psikolojiye egemen olan davranışçılığın sonucudur:
Sibernetik
makineler –örneğin genel amaçlı bilgisayarlar– insan zihninin yapısına dair bir
olasılığa işaret ediyordu: Zihin, muhakeme ve algı yetisine sahip olan ve aynı
zamanda eyleme yönelik talimatlar verebilen bir makinenin biçimsel yapısını ve
organizasyonunu, başka deyişle yazılım boyutunu andırıyordu.
Böylece,
maddeyle birlikte organizasyonu, mesajları ve enformasyonu da kapsayan bir
materyalizmle, nicedir devam eden zihin-beyin ikiliği aşılmıştı.
Wiener’in insancıl toplum felsefesi
çıkarıldığında sibernetikten geriye kalanları, son
derece mekanik ve gayri insani, hatta militarist bir
bakış açısıyla kullanmak mümkündür.
Gelişkin bir otomat metaforunun bu
kadar sık kullanılıyor olması da, insanı fiilen bir makine olarak düşünmeye
davetiye çıkarmaktadır.
Sibernetiğin salt teknik unsurlarını
öğrenen pek çok kişi, onu
Wiener’in şiddetle karşı çıkacağı amaçlar için kullanmış ve kullanmaya
devam etmektedir.
Gerçekten
de Wiener, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendi fikirleri başta olmak üzere
bilimin militarist amaçlarla kullanılmasına karşı çıkmaya başlayacak, dahası
otomasyon teknolojilerinin geniş çaplı kullanımının insanlığın geleceği için
büyük tehditler barındırdığına işaret ederek bilim insanlarını etik ve
toplumsal sorumluluğa davet edecektir.
Ama
ok yaydan çıkmıştır: Otomasyon askerî alanda kazandığı ivmeyle sanayinin tüm sektörlerine
yayılıp evlere girerken, sibernetiğin geribildirim döngüleri karşı-kültürü ve
avangard sanatı cezbederek toplumun muhalif damarlarında kendine yol açacaktır.
Karşı-Kültürden
Silikon Vadisi’ne: Yeni Kapitalizmin Ruhu
1960’larda yeni
teknolojilerin ve iletişim araçlarının önünü açtığı imkânlarla ilgili heyecan,
yine bu teknolojilerin ima ettiği topyekûn kontrol korkularıyla iç içeydi.
İnsanlığı makinelerin
güdümüne sokarak bireyselliği yok edecek bir taliter makine” metaforunda
kendini gösteren endişelerdi bunlar.
Sibernetiğin o dönem
sanat, karşı-kültür ve mimarlık alanlarındaki yansımalarını ortaya koyan
Douglas Spencer’a göre, Amerikan karşı-kültürünün teknokratik kontrol
tehdidine tepkisi “bireysel kaçış”tı:1960’ların sonunda ABD’nin pek çok
eyaletinde kent merkezlerinden uzak, işbirliğine ve kendin-yap (DIY) kültürüne
dayalı komünler ortaya çıkmıştı.
Son tahlilde amaç,
sistemle kolektif biçimde mücadele etmek değil, ondan kaçarak sözümona
“alternatif” topluluklar oluşturmaktı.
Gelgelelim teknolojiye
dayalı rasyonaliteden kaçan bu topluluklar, kendi “alternatif”
yaşamlarında da buna paralel bir örgütlenmeyi hayata geçiriyordu: Stewart
Brand’in başlattığı ve farklı eyaletlerdeki komünler arasında işbirliği ve
iletişimi sağlamayı hedefleyen Whole Earth Catalog adlı yayın,
“organik bahçecilik, kendi kendine hipnoz, kendi bilgisayarını yapma ve
Norbert Wiener’in sibernetiği” gibi konuları biraraya getiriyor; “komünler arası bir ağ”
işlevi görüyordu.
Öyle ki Catalog,
yıllar sonra Steve Jobs tarafından, “Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, bir
nevi matbu Google” olarak tarif edilecekti.
Nitekim Steve Jobs da
dahil geleceğin Silikon Vadisi kurucuları, tam da bu karşı-kültürden
beslenip büyüyecekti.
Boyutları gittikçe
küçülen ve kişiselleşen dijital cihazların, “sınırlardan
azade”, “özgür” bir hayatı kolaylaştıran araçlar olarak görülmesi, bu kültürün beslediği
bir algıydı.
Devletin topyekûn
kontrolünden kaçan Amerikan karşı-kültürü, şirketlerin topyekûn kontrolünün işbirlikçisi
olmuştu.
“Özgürlük”,
“yaratıcılık”, “isyankârlık” gibi kavramların şirketlerin işletmecilik
jargonuna dahil edilmesi de bu kültüre dayanıyordu.
Apple’ın 1984’te ilk
Macintosh kişisel bilgisayarı için yayınladığı reklam filminde, Orwell’in totalitarizmi
eleştiren 1984 romanına göndermeyle şöyle deniyordu: “24 Ocak
[1984’te] Apple şirketi Macintosh’u piyasaya sürecek.
İşte o zaman niçin
1984’ün 1984 gibi olmayacağını anlayacaksınız.
” Fred
Turner’ın From Counterculture to Cyberculture adlı kitabı , karşı-kültürün
“alternatif ağlarının” bilgi-işlem teknolojisine evrilerek yeni ekonominin
itici gücü haline geldiği “dijital ütopya”yı tüm detaylarıyla ortaya koyacaktı.
Sermaye tarafından
massedilmeye son derece elverişli, hatta
bilfiil sermayeye tahvil olduğu görülen bireysel özgürlükçü yaklaşıma karşılık,
sibernetiğin ve yeni teknolojik aygıtların örgütlü kullanımla “devrimci”
amaçlara hizmet etme potansiyeli olduğunu savunanlar da vardı.
“Düşmanı kendi silahıyla
alt etme” şiarıyla ileriki yılların hacker hareketlerini
anımsatan video hareketleri bunlara örnekti.
Video sanatçısı Paul
Ryan, teknokratik kontrol ve manipülasyona karşı “Sibernetik Gerilla Savaşı”
(1971) öneriyordu:
Sibernetik gerilla savaşı… Çünkü portatif video
aracı insanın sibernetik
bir uzantısıdır ve sibernetik bilimi, ekolojik açıdan uygulanabilir yegâne zekâ
ve güç dilidir.
Düşmanın kaynaklarını kullan.
Portatif video sayesinde Amerikan
efsanesini ânında yayından kaldırabilir ve onu yeni bir algı kolajı için kullanabilirsin.
Ancak Paul Ryan’ın bir
sonraki onyılın sonunda (1988) teslim edeceği gibi, sibernetiğin “gerilla”
potansiyeli kısa sürede aşınacak, video ise öngörülen radikalliğe ulaşamayarak
kurumsallaşacaktı.
Sibernetikle
Mutlu Buluşmalar: Sanat-Teknoloji-Sanayi
Biri 1968’de Londra’da,
diğeri 1970’te New York’ta düzenlenen ve
sibernetiği “yaratıcılıkla” ilişkilendiren iki büyük sergide ise, teknolojik gelişmelerin
karanlık yüzüne dair endişelerden eser yoktu.
Londra Çağdaş Sanat
Enstitüsü’nde düzenlenen ilk sergi, sanat ile
bilim ve teknoloji arasındaki kaynaşmayı kutluyordu: Cybernetic
Serendipity – “Sibernetikle Mutlu Buluşmalar”.
Müzikten şiire, resimden
mimariye kadar pek çok alanda sibernetik
araçlarla yaratılmış çalışmaları biraraya getiren serginin amacı, “sanatçıların
bilimle, bilim insanlarının da sanatla iştigal ettiklerini gösteren bir
faaliyet alanını ortaya koymak”tı.
Sergiyi gezenler,
“baktıkları şeyi bir sanatçının mı, bir mühendisin mi, bir matematikçinin mi
yoksa bir mimarın mı yapmış olduğunu ayırt
edemeyecekler”di, zira tüm bu sınırlar ortadan kalkmıştı.
Sergi kataloğunda
1890’lardan itibaren bilgisayar teknolojisinin tarihçesini sunan metinler, bu
teknolojiyi içinde üretildiği toplumsal bağlamlardan ve ordu-sanayi kompleksi
başta olmak üzere hizmet ettiği amaçlardan kopuk, nötr bir buluşlar silsilesi
olarak sunuyordu.
Bizzat sibernetiğin
kurucusu Norbert Wiener’in akıbeti yok sayılmıştı.
New York’ta düzenlenen ve
bugün sibernetik/sanat örtüşmesinde çığır açıcı
sayılan Software sergisi de aynı çerçevedeydi: Hans
Haacke’den John Baldessari’ye, Nam June Paik’ten Allan Kaprow’a kadar kavramsal
sanat ile yeni medya sanatının öncülerine ait çalışmaların yanı sıra, MIT
öğrencilerinin projelerini, amatör bilgisayar kulüplerinin deneylerini
sergiliyordu.
Küratörü Jack Burnham’ın
ifadesiyle Software “ne tam olarak mühendislik teknik
bilgisinin ortaya serilmesi ne de bir sanat sergisi”ydi, “sanatçının çağdaş
kontrol ve iletişim sistemleriyle ne tür sonuçlara ulaşabileceğini ortaya
seriyor”du.
Bu “kontrol ve iletişim
sistemleri”nin tehdit edici içerimleri konusunda bir çekince sergilemiyor,
sanat ile teknoloji arasındaki sınırların silindiğini muştuluyordu:
Software, sanatsal ve teknik
alt-kültürler arasındaki alışıldık nitel ayrımların
hiçbirini yapmıyor.
Sonuçta, teknolojik karar alma
süreçlerinde estetik içgörünün de payı olması gereken bir devirde, böyle bir
ayrım hâlâ anlamlı mıdır?
Asıl önemlisi, Jack
Burnham sergideki teknolojik deney ve projeleri “teknik alt-kültürler”
olarak tanımlayarak, bu projelerin büyük şirketlerle ve sanayi kurumlarıyla
arasındaki organik bağı yok sayıyordu.
Her şey bir yana,
Pentagon’la ve şirketlerle bağı apaçık olan MIT’yi “alt-kültür” olarak
tanımlamak imkânsızdı.
Sergi, ABD’nin en büyük
otomotiv şirketlerinden American Motors Company’nin sponsorluğuyla
düzenlenmişti.
Kataloğun başında, sanat
ile teknolojinin tasarım bünyesinde birleşerek sanayiye hizmet edişine işaret
eden AMC’nin başkanı Roy D. Chapin, adeta çağımızın “tasarım
dehşeti”ni haber veriyordu:
Bu sergi, sanatçıları, elektronik
teknoloji mecrasını merak uyandırıcı ve alışılmadık biçimlerde kullanmaya
teşvik ediyor.
Software sergisindeki
sanatçılar sanat ile bilim arasındaki bağı inceliyorlar, bizim otomobil tasarımı ve
mühendisliği konularında araştırıp güçlendirmemiz gereken de bu bağdır.
Felaket
Habercisi Kassandra, İyimser Filozof Pangloss’a Karşı
Zygmunt Bauman, her yeni
teknolojik buluşun topluma yayılmasıyla birlikte, o buluşun yol açacağı
karanlık sonuçlara odaklanan “felaket habercileri” (Kassandra’cılar) ile,
olanaklı en iyi dünyayı temsil ettiğini muştulayan “naif iyimserler”
(Pangloss’çular) arasında kıyasıya bir kavganın yaşandığına dikkat
çeker.
“Kötümserlik” ile
“iyimserlik”, bazen de “geri kafalılık” ile “ilericilik” gibi değer yargıları
arasına sıkıştırılan bu tartışmalar, teknolojik gelişmelerin sosyolojik
içerimlerini gerçekçi ve eleştirel bir bakışla kavramayı büyük ölçüde engeller.
Bauman, televizyonla
ilgili kamplaşma üzerine şunları yazar:
Kassandra’cılar yeni mecrayı,
toplumun modern çağın başından beri yürüdüğü totaliter hâkimiyet yolunda
atılmış dev bir adım olarak gördü: Büyük Birader ile uşaklarının “sihirli
mermi”si; kameraların karşısına yerleşmiş olanların, ekranların önünde
oturanlara karşı ustalıkla kullandığı emsalsiz ve karşı konulamaz bir zihinsel
sakatlama, beyin yıkama, endoktrinasyon silahı olarak.
Pangloss’çular ise onu, Aydınlanma
denen o büyük uyanıştan beri insanlığın yürüdüğü özgürleşme yolunda atılmış bir
sonraki dev adım olarak gördü: Bilgi güç demekse, ekran da insan bilgisinin en
nadide parçalarının seyre dalınacağı o büyük cam pencereydi.
Bauman’a göre medya (veya
genel olarak teknoloji) konusunda kötümser” veya “iyimser” olmak, araçlar ile amaçlar konusundaki
kafa karışıklığının sonucudur: Amaçların baştan beri verili olduğunu, yeni
mecralarla birlikte o amaçları hayata geçirecek araçların keşfedildiğini
varsayan bir aymazlıktır bu.
Oysa gerek yeni medyada,
gerek başka teknolojik gelişmelerde yaşanan şey Bauman’a göre çoğu zaman bunun
tam tersidir: Yeni araçlar, kendilerine uygulama alanı olacak birtakım amaçlar
arar; hatta sırf varlıklarıyla, yepyeni amaçlara
davetiye çıkarırlar.
Yani televizyon, daha
önce başka yöntemlerle hayata geçirilen “bilgiyi yayma” amacını daha hızlı ve
geniş çaplı biçimde hayata geçirmenin aracı değildir sadece; keşfedilip
yayılmasıyla birlikte, daha önce var olmayan amaçlar yaratmış, insanı da
dünyasını da değiştirmiştir.
Teknoloji, içinde
üretildiği toplumun hâkim örgütlenme tarzından soyutlanabilecek, ilerleme
yolundaki “nötr” bir araçlar toplamı da değildir.
Ariella Azoulay, fotoğraf
makinesine, daha icat edilmesinden önce nakşolmuş “emperyal bakış”tan söz
ederken bunu kasteder: Eşitsiz bir iktidar ilişkisi çerçevesinde gelişen, her
şeyin görülmeye ve kaydedilmeye açık olduğu fikri, bir araç olarak fotoğraf
makinesinin icadından önceye uzanır.
Fotoğraf da, başka
teknolojiler gibi, “emperyal iktidar oluşumlarına” dayanır ve “emperyal şiddet
üzerine” kurulur.
Teknolojiyi “nötr” bir
araca indirgeyen yaklaşım, ona işlemiş amaçları doğallaştırmaktadır: “araçsal
ilişki içinde, fotoğraf bir amaca ulaştıran araç olarak anlamlandırılmakla kalmaz,
amaç da baştan kabul edilmiş bir öncüle dönüşür: her nesnenin, bakışa –bu
durumda fotoğraf makinesinin bakışına– açık olduğu fikri böylece en baştan
olumlanır.”
Kısacası
Norbert Wiener’in, hiç de “insanca” olmayan bir toplumsal
örgütlenme tarzı altında sibernetiğin hiç de “insanca” olmayan amaçlara hizmet
etmesi karşısında kapıldığı hayal kırıklığı abestir.
Toplumun
hâkim düşünsel örgütlenişi, hâkim maddi örgütlenişinden ayrılamaz.
Sonuçta
Bauman’ın televizyon özelinde söyledikleri, her teknolojik gelişmeyi içerecek
şekilde genişletilebilir:
Televizyonun
işleyiş şeklini değiştirmek, başlı başına dünyayı değiştirmeyi gerektirir, ne
eksik ne fazla.
Her kim “Medya konusunda ne
yapabiliriz?” diye soruyorsa, “Bu medyanın
içinde işlediği dünyaya dair ne yapmalı?” diye de sormak zorundadır.
İkincisine gerçekçi bir cevap verilmeden
birincisi de cevaplanamaz.
Bogdanov, “kurucu ve
yaratıcı” bir evrensel bilim olarak önerdiği tektolojiyi dünya işçi sınıfının
ve devrimin hizmetine sunmak istemiş, ama (kısa süren özerk Proletkült ve erken
Sovyet avangardı deneyleri sayılmazsa) teorilerinin pratiğe geçtiğini
görememişti.
Wiener ise, komünizmi
demokratik toplum karşısındaki en büyük iki tehditten biri olarak
görüyordu; hevesle benimsenip uygulanan “hümanist” bilimi de, sonradan
kendisinin tüm engelleme girişimlerine rağmen, verdiği isme yaraşır bir seyir
izleyecekti – kybernētēs: yöneten.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder