Guy Debord veya Gösteri, Meta Fetişizminin En Yüksek Aşaması
Kendi sınırlı militan gücünün ötesinde sitüasyonizm ve merkezî siması Guy
Debord 1960’larda zamanın ruhuna renk kattı ve 1968
hareketi üzerinde dağınık fakat önemli bir entelektüel etki yarattı.
Debord’un 1967’de yayınlanan Gösteri Toplumu kitabı
tüketim toplumunun, kentsel yabancılaşmanın ve genelleşmiş meta fetişizminin
eleştirisinin geliştirildiği öncü metinlerden biri olarak okunabilir.
1931’de Paris’te doğan Guy Debord, Isidore Isou tarafından kurulan Letrist Enternasyonal’e
1951’de katılır.
1952’de ilk (görüntüsüz) uzun metrajı, Sade İçin Ulumalar’ı yönetir.
Aynı senenin ekim ayında L’Internationale lettriste dergisinin
ilk sayısı yayınlanır ve topluluk, Sahne Işıkları filminin
tanıtımı için Paris’e
gelmiş olan Charlie Chaplin’in bir konferansına saldırır.
Debord 1954’te sokak isimlerinde olduğu kadar sohbetlerde de “Saint/Aziz” sözcüğünün yasaklanması için
kampanya yürütür.
1954 ile 1957 arasında Potlatch bülteninin 29 sayısını
yayınlar.
Topluluk kısa süreliğine sürrealistlerle yakınlaşır fakat ilişkileri sert
biçimde kopar. 1956’da Guy Debord “Détournement Kılavuzu” (Gil Wolman ile) ve “Dérive Kuramı”nı yayınlatır.
1957’de İtalya’da Cosio D’Arroscia’da yapılan bir toplantıda Sitüasyonist
Enternasyonal kurulur.
Marx’ın, Lukàcs’ın, Goldmann’ın ve Lefebvre’in eserlerini okuması, Debord’un sanat ve
kentleşme eleştirisini radikalleştirir.
L’Internationale situationniste dergisinin ilk sayısı
1958’de yayınlanır.
1960’da Debord Cezayir Savaşı’na karşı 121’ler Manifestosu’nu imzalar ve Ya Sosyalizm Ya Barbarlık çevresinin
toplantılarına gidip gelir.
Castoriadis sayesinde konseyci yazarları keşfeder.
Fakat bir sonraki yıl bu gruptan ayrılır ve 1962’de Komün Üzerine Tezler’i yayınlar.
1963’te, bu metindeki fikirleri Komün hakkındaki kitabında kullandığı
iddiasıyla Henri Lefebvre’e ağır bir intihal suçlamasında bulunur.
1966’da “Cezayir’de Sınıf Mücadeleleri”nin yanı sıra, bir önceki sene Los Angeles’ın Watts mahallesinde meydana
gelen ayaklanma hakkında “Gösteri-Meta Ekonomisinin Gerileyişi ve Çöküşü’nü yayınlar.
Strasburg’daki küçük sitüasyonist topluluk öğrenci sendikası UNEF’in yerel
örgütünün yönetimini alır ve Debord’un tavsiyeleriyle Mustafa Khayati
tarafından yazılan imzasız broşür “Öğrenci Hayatının Sefaleti”ni yayınlar.
1967’de ise Debord Gösteri
Toplumu’nu, Raoul Vaneigem Gençler İçin Hayat
Bilgisi El Kitabı’nı yayınlar.
Bu metinler 1968’in eylem ve grevlerinde Nanterre Üniversitesi’ndeki “Enragés”
[Öfkeliler] topluluğunun ve işgal altındaki Sorbonne’da bulunan “İşgal Muhafaza
Konseyi”nin de dahil olduğu küçük bir akıma ilham olur.
1972’de Sitüasyonist Enternasyonal feshini ilan eder ve
Debord “Enternasyonal’in Gerçek Bölünmesi”ni yayınlar.
1978’de In girum imus nocte et consumimur
igni filmini çeker ve Savaş Oyunu’nu yayınlar.
Ardından Gérard Lebovici
Cinayeti Üzerinde Değerlendirmeler (1985), Gösteri Toplumu
Hakkında Yorumlar (1988), Methiye Cilt I (1989) yayınlanır.
Guy Debord 30 Kasım 1994’te intihar
eder.
Kent Meselesi
1950’lerin başındaki letrist
deneyimle devamlılık ilişkisi içinde gelişen
sitüasyonizmin kökeni, sanatın gösteriye dönüşerek yaşadığı gerilemenin
eleştirisinde yatar.
“Çağımız estetiğin ölümüne tanık
oluyor,” diye yazar Debord, daha 1953’te.
1930’ların devrimci hareketlerinin
geri çekilmesi “kültürde ve gündelik hayatta özgürleştirici yenilikler
getirmeye çalışan hareketlerde” karşı konulamaz bir geri çekilmeyi
tetiklemiştir.
Sanat, “toplumsal eylemsizliğin ortak
dili” olduktan sonra meta ekonomisinin gösterisi içinde erimeye mahkûmdur
artık.
Kent meselesi 1950’lerin sitüasyonist
literatüründe önemli bir yer işgal eder.
“Birleştirici kentçilik” projesi
“kitlesel ve parazitimsi” olarak tarif edilen güncel varoluşa tabi bir mimari
anlayışın karşısına dikilir.
Ulaşım süresinin çalışma zamanına
dahil edilmesini; çalışmanın eklentisi olarak tasarlanmış bir dolaşım
anlayışından, haz, flanörlük ve sürüklenme halini alacak bir dolaşıma geçişi
tasavvur etmeyi önerir Debord.
Bu noktada, gündelik hayat bakımından
“19. yüzyılın en büyük şenliği” olarak sunulan Paris Komünü’nden ilham aldığını
iddia eder.
Modern kentçilik ise, bunun tam
aksine, kentin “kendini tüketmeye” ve “hiçbir şeyin meydana gelmeyeceği yeni
kentler” içinde kendini yok etmeye yöneldiği bir “ayrıştırma tekniği”
oluşturur: “Tarihsel yokluğun güçleri kendilerine has manzaralarını oluşturmaya
başlıyor”.
1965’te Watts gettolarında baş
gösteren isyan, Debord’u, bugün
banliyölerin patlamaya hazır oluşunun bir öngörünümünü veren kent
çeperlerindeki ayaklanmalar hakkında düşünmeye sevk eder.
Ona göre bunlar ırksal değil, tam da
sınıfsal ayaklanmalardır.
“Bolluk reklamları” her şeyi, hemen şimdi
talep etmeye yöneltmektedir insanları.
Böylece yağma, herkesi “kendi
ihtiyaçlarına göre” tatmin etmeye dönük komünist
vaadin bir ilksel gerçekleştirimi olarak görünür: “Watts’ın geleceksiz
gençliği, şimdiki zamanın bir başka niteliğini tercih etti”.
Ne var ki tatminsizliğin kendisi de
karşılanabilir ve metaya dönüştürülebilir olduğu ölçüde “saf gösteri niteliği
kazanmış olan isyan, var olanın hoşnut kabulüne, sanki aynı şeymişçesine
eklenebilir”.
Gösterinin görünür kıldığı dünya
“yaşanan her şey üzerinde hâkimiyet
kurmuş olan meta dünyasıdır”.
Böylece iktisat, dünyayı bir “iktisat
dünyasına” dönüştürür ve “gösteri, metanın tüm toplumsal hayatın topyekûn
işgaline ulaştığı uğrak” olur.
Gösteri “insanlara ve silahlarına
değil, metalara ve tutkularına ezgiler yazar; dünyanın meta oluşundan farklı
olmayan metanın dünya oluşuna türkü yakar”.
Gösteri “yaşamın somut biçimde
tersine çevrilişi” ve “genelleşmiş ayrışmanın resmî dili”dir; yahut “insan
pasifliğinin imparatorluğu üzerinde asla batmayan güneş”, “insanın bizzat
içinde meydana gelen bölünme”, “zincire vurulmuş modern toplumun, nihayetinde
uyuma arzusundan başka bir şey ifade etmeyen kötü rüyası”dır.
Yabancılaşmanın bu mutlak ve tamamlanmış biçiminin karşısına neyi koymayı umut
edebiliriz?
Debord’un Potlatch’ta
yazdığı gibi hakiki devrimci, serbest
zamanın devrimcisi midir?
Fikir babalığı kendisine atfedilen
duvar yazısı bunu teyit eder gibidir: “Asla Çalışmayın”.
Fakat serbest zaman ile çalışma zamanının ayrışması da esasında… gösteriye dayalı bir ayrışmadır!
Üretken emeği her türlü anlamdan yoksun kılarak “hayatın anlamını serbest
zamana yerleştirmeye” gayret eden, sermayenin kendisidir.
Öyle ki, “serbest zamanı gündelik hayatın bir reddiyesi olarak görmek” artık
mümkün değildir.
Gösterinin, meta fetişizminin ve
mutlak yabancılaşmanın en üst aşaması olarak kavranışı her türden yıkıcı/altüst
edici eylemi etkisizleştirme sonucuna varır, çünkü yabancılaşmaya karşı
mücadelenin kendisi de yabancılaşmış biçimler altında yürütülmeye mahkûmdur.
Her şey sisteme dahil edilebilir ve
edilmektedir de.
Bu nedenle, 1990’da Debord, ölümünden
önce dile getirdiği bir itirafta şöyle yazar: “Guy Debord ve ölçüsüz iddiaları
için herhangi bir başarı veya mağlubiyetin söz konusu olmadığını kabul etmek
gerekir”.
Yalnızlığa ve intihara varana kadar
art arda meydana gelen fesihler, bölünmeler ve hesaplaşmalar, aslında teoride
inşa edilen bir çıkmazın mantıksal sonucu olarak görünmektedir.
Sitüasyonist proje, devrimlerin tarihsel yenilgisinin bir sonucu olarak sanatın tükenmişliği
tespitinden yola çıkarak, kendini öncelikle bir
“sitüasyonlar/durumlar bilimi” olarak tanımlamıştı.
Bu “bilim”, psikolojiden, kentçilikten, istatistikten, ahlaktan kimi
unsurları ödünç alarak radikal biçimde yeni bir şeye, “durumların bilinçli
yaratımına” ulaşmayı amaçlıyordu: “Yeni güzellik durumsal olacaktır, yani
geçici ve yaşanmış”.
1950’lerin sitüasyonizmi, geleceğin büyük medeniyetini doğuracak bu “durumları
ve serüvenleri inşa etmek” için bir “dérive etiğinin” ve “detournement pratiğinin”
imkânlarını araştırmayı amaçlıyordu.
Dérive “farklı ortamlardan hızlı
geçiş tekniği” şeklinde tanımlanırken, détournement alıntının
tersine “anti-ideolojinin akışkan dili” olarak
tarif ediliyordu.
Dünya Çapında Bürokratikleşme
Ya Sosyalizm Ya Barbarlık grubuyla
ilişkiye geçtikten sonra bürokrasi
meselesiyle ilgilenmeye başlayan Debord, sanatın ve
kültürün dünya çapındaki bürokratikleşmesini teşhir eder.
Sömürgelerdeki neo-bürokrasileri, “eski Avrupa burjuvazisinin az
gelişmiş versiyonları” olarak birer lümpen-burjuvazi olarak tarif eder.
Böylece Boumedienne’in 1965’teki darbesinde Cezayir’in egemen sınıfı haline
gelecek, oluşum halindeki bir bürokrasinin işaretini görür.
Aynı şekilde Çin’deki bürokrasi de oradaki “devlet kapitalizminin” yegâne sahibidir
Debord için.
Dünya çapında bürokrasinin bu yükselişinden, “örgütlenme konusundaki
hatanın en temel siyasal hata” olduğu sonucunu çıkarır.
Oysa gösteri toplumunda yalnızca köleleştirilerek çalışmaya mahkûm edilmiş
proleterler değil, tüm aktörler yıkıcı/altüst edici karakterlerini yitirirler.
1968’e gelindiğinde bile öğrencilerin hareketin öncü değil geri
kuvvetlerinden olduğu değerlendirmesini yapar Debord.
Ara yönetici kademelerde bulunanlar ve ücretliler kitlesinin üst tabakaları
ise onun gözünde “kentli küçük burjuvazinin metamorfozundan müteşekkil, ücretli
hale gelmiş bağımsız üreticilerden” oluşmaktadır.
“Par excellence tüketiciler”dir
onlar.
Kimi Maocu akımlar tarafından yüceltilen göçmenliğe gelince, ufuktaki “gettolaşma mantığı, ırksal
çatışmalar ve yarın öbür gün oluşacak kan gölleriyle” birlikte “apartheid riski”
daha o zamandan kaçınılmaz hale gelmiştir Debord’a göre.
Çünkü gösteri aşamasına ulaşmış kapitalizm “her şeyi uyduruk malzemeyle
yeniden inşa eder ve her tarafta kundakçılar üretir”, böylece kapitalizmin bu
“dekoru her yerde alev alabilir hale gelir”.
Bir zamanlar modern devlet karşısında yok olmaya mahkûm, “köklerinden
koparılıp getirilmiş bir arkaizm” olarak görünen mafya, devletin çözülmesiyle, “gizliliğin
tam zaferi, yurttaşların yurttaşlıktan toplu istifası, mantığın tamamen
yitirilmesi, rüşvetin ve evrensel korkaklığın ilerlemesiyle birlikte” tekrar
“modern ve saldırgan bir güç” halini alır: “Bütünleşmiş gösteride yasalar uyku
halindedir”.
Şimdiden “bir tür önleyici iç savaşın koşulları… oluşturulmaya
başlanmıştır” ve “bu şekilde, olağanüstü yöntemler standart yöntemler haline
gelir”.
Bu kusursuz demokrasi, kendi “akıl almaz düşmanını, yani terörizmi, kendi
elleriyle yaratmıştır.
Stratejiyi Dışlayan Dünya
Debord’da geleceğe ilişkin verimli ve kavrayışlı bir bakış var esasında.
Fakat dünyanın gösteriye dönüşmesi her türden stratejik açılım imkânını
dışlamaktadır.
Ona göre Marx kendi döneminin bilimsel düşüncesinin ötesine geçip,
mücadeleye nedensellik yasası karşısında öncelik tanıma ve tarihsel eylem
kuramını bir “strateji kuramı” olarak görebilme meziyetine sahip olmuştur.
Oysa strateji “tam anlamıyla diyalektik çelişkiler mantığının hareket
alanı”dır.
Gösterinin strateji üzerinde elde ettiği galibiyet böylece ütopyanın
geri gelişi için elverişli bir ortam sağlar.
Bu ütopya şöyle tarif edilir:
“Gerçekleşme koşullarının o anda verili olup olmadığıyla ilgilenmeden güncel
sorunlara çözüm yaratma deneylerinde bulunmak”.
Dolayısıyla devrimci hareket “deneysel bir hareket” olmalıdır.
Fakat Henri Lefebvre’in tarzında “[henüz] pratiğe geçirilebilir olmayan
mümkünat duygusu” olarak kavranan bu ütopya, kendilerini çoğunlukla sosyalizm
tarihinin reddiyesiyle tanımlayan ütopik akımlarınki değildir.
Böyle davranarak bu akımlar her
türden stratejik düşünceye sırt
çevirmektedir çünkü “yönetiminde sürekli olarak büyük bir tarihsel bilgi
açığının yer aldığı bir devlet, artık stratejik olarak yürütülemez”.
“1944’ün tamamlanmamış kurtuluşu”ndan
[Fransa’nın Alman işgalinden kurtuluşu] beri devrimci siyasetler esasında
sürekli olarak gerilemişler, öncü güçler geri güçlere dönüşmüştür.
Guy Debord, Lucien Goldmann’ı bir
“yokluğun öncüsü/avangardı”ndan söz etmiş olmakla eleştirir özellikle.
Goldmann bu ifadeyle sanatta ve
yazında [özellikle Ionesco ve Beckett’da -] şeyleşmenin bir çeşit reddiyesini
tarif eder.
Ama Debord için Goldmann’ın yokluk
dediği esasında “öncünün
yokluğu”ndan başka bir şey değildir.
Bu ifade Debord’daki bir saflık ve
mutlak yenilik nostaljisiyle bezenmiştir.
Bitmek bilmeyen zincirleme ihraç ve
tasfiyeler de bu nostaljiden ileri gelir; yeniliğin hunharca moda tarafından
soğurulmasına yönelik daimi tehdidin önünü almak için gösterilen yanılsamalı
bir çabanın sonucudurlar.
Öncünün oluşturmuş olduğu “seçilmiş topluluğunun” fetişleştirilmesinin
sonucu, tüm siyasal veya estetik tarikatların beslendiği, terk edilmeye, ihanete
uğramaya, sisteme dahil edilmeye ilişkin paranoyakça bir saplantının
oluşmasıdır.
Debord’un son dönemlerindeki trajik yalnızlığı bunun en uç ve umutsuzluk
dolu ifadesidir: “Hakiki hayatın yarı yolunda, yitik gençliğin café’sinde
onca alaycı ve hüzünlü kelimenin ifade ettiği koyu bir melankoliyle
sarmalanmıştık”.
“Şimdi ise bir toplumun kendisine ve taşıdığı imkânlara karşı yürüttüğü
savaşın harap ettiği bu manzarayı kat ediyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder