Ev Alev Alev Yanarken
Agamben salgının başından beri yazdığı
yazılarda, artık
dünyanın tam anlamıyla bir yangın yerine döndüğünü söyler.
Salgının Batı düşüncesinin, Batı biliminin ve
teknolojisinin, aslında
bütün tarihinin iflas etmiş olduğunu nasıl teşhir ettiğini açıklar.
İktidarların yönetim ve denetim hırslarını nasıl
azamileştirdiğini gösterir.
Ama hiçbir zaman bu yazıdaki kadar vahim bir
tablo çizmez.
Agamben burada evimizin alev alev yanmakta
olduğunu söylüyor.
Bir
barbarlık olarak tanımladığı uygarlık kadar bizler de yangının enkazları arasındayız.
Agamben bunun içinde bütün modernliği
lanetliyor: hümanizm,
rasyonalizm (akıl, “amaç”), teknoloji (makineler ve dijitler), bilim, tıp…
Aslında başlı başına insanlık, insanlık tarihi.
Üstelik, yer yer şiirden medet umuyor gibi
görünse de, bu felaketten çıkış yok.
Çünkü
“hakikat ancak duyulma ihtimali olmayanlar, alevlerin durmaksızın yuttuğu evin
içinden konuşanlar tarafından konuşulmaktadır.”
Ne var ki, “kimsenin duymayacağı, yanan evde
yazılan şiir, daha bir haklı ve hakikidir”!
Bu yazı, içeriği kadar üslubuyla da farklı bir
yazı.
Agamben’in kılı kırk yararak yaptığı etimolojik
arkeolojilerden söktüğü politikalardan eser yok.
Önceki salgın yazıları gibi protesto tonunda bir
yazı da değil.
Baştan aşağı bir vecizeler manzumesi.
Gene şiir-felsefe birliğini savunan Nietzsche’yi
hatırlatıyor.
Özellikle
de “Tanrı öldü” diyerek Hıristiyanlığa dayanan Batı
metafiziğinin iflasını ilan ettiği Şen
Bilim kitabını.
Agamben’in metninde kaynağını belirtmeden
etkilendiği
filozoflardan aktardığı başka
vecizeler de var.
Örneğin, Adorno da uygarlığı barbarlıkla
özdeşleştirir.
Benjamin
de, Paul Klee’nin Angelus
Novus resminden esinlenerek “Tarih Meleği” üzerine yazdığı metinde,
Agamben gibi geçmişin şimdiye doğru gerileyişimiz
olduğundan bahseder.
Dalgaların sildiği insan yüzü, Foucault’nun
sözüdür:
“Düşüncemizin arkeolojisinin
açıkça gösterdiği gibi, insan yakın bir tarihin icadıdır.
Ve belki de sonuna yaklaşmaktadır…
deniz
kıyısında kuma çizilen bir yüz gibi silinip gidecektir.
“Ev alev alev yanarken yaptığım hiçbir şeyin anlamı yok.”
Gene de, ev yanmaktayken bile, önceden olduğu gibi devam etmek gerek; hatta
belki, kimse fark etmese de, her şeyi öncesinden daha bir özenle ve dikkatle
yapmak gerek.
Belki hayat yeryüzünden silinecek, belki iyisiyle kötüsüyle yapılanlardan
herhangi bir anı kalmayacak.
Ama sen önceden olduğu gibi devam edeceksin, değişmek için çok geç, artık
daha fazla zaman yok.
“Çevrende olup bitenler artık seni ilgilendirmez.”
Ebediyen arkada bırakmak zorunda olduğun bir memleketin coğrafyası gibi.
Gene de bu seni nasıl etkiliyor?
Tam da artık seni ilgilendirmediğinden, her şey bitmiş gibi göründüğünden,
her şey ve her yer en hakiki kisvesinde görünür, bir şekilde hepsi seni daha
derinden etkiler: tam da oldukları gibi – ihtişam ve sefillik.
Felsefe – ölü bir dil. “Şairlerin dili her zaman ölü bir dildir… teslim
etmesi tuhaf ama, düşünceye daha fazla hayat vermek için kullanılan ölü bir
dil.”
Belki ölü bir dil değil de, bir lehçe.
Felsefe ile şiirin dilden daha eksik olan bir dille konuşmaları, sahip
oldukları mertebenin, onlara özel hayatiyetin ölçüsü.
Dünyayı bir lehçeye göre ölçüp biçmek; her şeye rağmen yeniden akan ve
içinde bir virgülün bile değiştirilemeyeceği ölü bir dile göre ölçüp biçmek…
Şimdi evini ateş sarsa da bu lehçeyi konuşmaya devam et.
Ateş hangi evi sarmış?
Yaşadığın ülkeyi mi, Avrupa’yı mı, yoksa bütün dünyayı mı?
Belki de evler ve şehirler, çoktan –kim bilir ne kadar önce– koca bir
yangında yanıp yıkılmıştı da biz görmemiş gibi yapmıştık.
Çoğundan geriye duvar parçaları, bir fresk, bir çatı parçası ve adlar
kalmış: alevlerin yalayıp yuttuğu onca ad.
Gene de biz, sağlam görünsün diye, badanayla ve sahte kelimelerle hepsini
özenle örtüyoruz.
Sanki hâlâ ayaktaymışlar gibi baştan başa yakılıp kül olmuş evlerde ve
şehirlerde yaşıyoruz; insanlar hâlâ, artık mazide kalan bildik muhitlerinde
yaşıyormuşçasına, güya bu evlerde oturuyor ve harabeler arasında maskeleriyle
dolanıyorlar.
Şimdi alevler şeklini ve doğasını değiştirdi, dijital oldu; görünmez ve
soğuk…
Ama tam da bu nedenle artık daha da yakın ve her an bizi kuşatıyor.
Bir uygarlığın –bir barbarlığın– bir daha doğmamak üzere çökebilmesinde
yeni bir taraf yok.
Tarihçiler, duraklama ve çöküş dönemlerini kaydetmeye alışkınlar.
Fakat, bir dünyanın harabeye dönüşüne; bir cumhuriyetin, sağduyusu da onuru
da olmadan, yalnızca sefillik ve korku içinde çökmekte oluşuna, gözlerimiz
bağlı, yüzümüz örtülmüş halde nasıl tanıklık edebiliriz?
Körlük daha da vahim, zira bizzat enkaza dönenler kendi enkazlarını
yönettikleri iddiasında: Her şeyin teknik olarak kontrol edilebileceğine; ne
yeni bir tanrıya ne de yeni bir gökyüzüne ihtiyaç olduğuna yemin ediyorlar –
tek gereken yasaklar, doktorlar ve uzmanlar.
Panik ve hainlik.
Uğruna adanmış dualar ve adaklar olmayan bir Tanrı, ne olurdu?
Hiçbir hükmü olmayan bir yasa, ne
olurdu?
Ne bir hükmü ne anlamı olan; ama başlangıçta, hatta
daha da önce korunan bir söz nedir?
Sonuna geldiğini, artık hayatının bittiğini hisseden bir kültür, çürüyüşünü,
bildiği yegâne yoldan yönetir: sürekli olağanüstü hal sayesinde.
Jünger’in zamanımızın en temel özelliği olarak gördüğü topyekûn
seferberlik bu perspektiften anlaşılmalı.
İnsanlar seferber edilmeli;
kendilerini her an, olağanüstü hal ilan etme iktidarı olanların en ince
ayrıntısına kadar düzenlediği bir olağanüstü hal içinde hissetmeli.
Ne var ki, geçmişte seferberlik insanları biraraya getirirken, şimdi
onları tecrit etmeyi, birbirinden uzaklaştırmayı amaçlıyor.
Peki ne zamandır yanıyor ev?
Ne kadar oldu yanıp yıkılalı?
Kuşkusuz bir asır önce, 1914-1918 arasında, Avrupa’da bir zamanlar sağlam
ve canlı görünen her şeyin üzerine alevler saçan çılgınca bir şey oldu.
Ardından, 30 yıl sonra alevler gene her yere saçıldı; ondan beridir de alttan
alta, korların dibine gizlenmiş, aralıksız yanmayı sürdürüyor.
Ama belki de yangınlar çok daha önce başladı: İnsanlığın kurtuluşa ve
ilerlemeye karşı kör inancı, alevlerin ve makinelerin gücüyle birleştiğinde.
Bütün bunlar çok iyi biliniyor, onun için tekrarlamaya gerek yok.
Onun yerine, kendimize her şey yandığında yaşamayı ve düşünmeyi nasıl
sürdüreceğimizi sormamız lazım; yangının ortasında veya kıyısında, her nasılsa
hâlâ sağlam kalanın ne olduğunu sormamız lazım.
Alevlerin arasında nasıl nefes alabildik; neleri kaybettik, hangi enkazlara
–hangi iddialara– tutunduk?
Şimdi artık alevler yok, yalnız sayılar, şekiller ve yalanlar var.
Kuşkusuz daha yalnız ve güçsüzüz.
Ama tam da şimdi karşımızda hiçbir taviz olasılığı yok, zihnimiz
hiç olmadığı kadar berrak.
Esas mimari sorunun, ancak yanıp kül olmuş bir evde görünür hale geldiği
doğruysa eğer, o zaman ancak şimdi Batı’nın tarihinde neyin tehlikede olduğunu,
neyi kavramak için bu kadar çaba gösterdiğini ve neden yenilmeye mahkûm
olduğunu görebiliriz.
Sanki iktidar, her ne pahasına olursa olsun, kendi yarattığı çıplak hayatı
zaptetme peşindeydi; ama onu kontrol etmek ve kendine mal etmek için her türlü
araçla –artık sadece polis kuvvetiyle değil, teknolojinin ve tıbbın da
araçlarıyla– ne kadar çabalarsa çabalasın, o hayat hep elinden kaçıyor, çünkü
tanımı gereği ele gelir değil.
Çıplak hayatı yönetmek: zamanımızın çılgınlığı bu.
Saf biyolojik varlıklarına indirgenmiş insanlar, artık insan değildir; o zaman, insanların ve şeylerin yönetimi
örtüşür.
Hiçbir zaman içinde yaşayamayacağım, ama gerçek yuvam olan öteki ev;
yaşadığımı sanırken yaşamadığım öteki hayat; tek tek hecelerini telaffuz
ederken asla konuşmayı beceremediğim öteki dil – hepsi de o kadar benim ki
hiçbir zaman benim olamaz.
Dil ile düşünce bölündüğünde, konuştuğumuzu unutarak konuşabildiğimize
inanırız.
Şiir ve felsefe konuştuğunda,
konuştuklarını unutmazlar, dili hatırlarlar.
Eğer dili hatırlarsak, eğer konuşabileceğimizi unutmazsak, o zaman daha özgür oluruz, artık şeylere ve
kaidelere bağlı değilizdir.
Dil bir araç değildir, bizim
yüzümüz, içinde bulunduğumuz açıklıktır.
Yüz, insanın en insani yanıdır.
İnsanların, salt ağızları veya burunları değil, yüzleri vardır; çünkü
açıkta [nell’aperto] yaşarlar;
çünkü kendilerini yüzleri aracılığıyla gösterir ve iletişim kurarlar.
Yüzün politikanın sahası olması bundandır.
Politik olmayan zamanımız kendi yüzünü görmek istemiyor, maskeliyor ve
örtüyor, mesafe koyuyor.
Artık yüzler olmamalı, sadece sayılar ve şekiller olmalı.
Tiranın bile yüzü yok.
Canlı hissetmek: kendi duyarlılığından etkilenmek; uydurmadan
ve kaçınmadan kendi hareketlerine bağlı olmak.
Bir kafeste kilitli bile olsam, hayatta olduğumu hissetmek benim
için hayatı olanaklı kılar.
Ve hiçbir şey bu olanak kadar gerçek değil.
Önümüzdeki yıllarda sadece keşişler ve suçlular olacak.
Gene de öyle kolayca bir kenara çekilmek, dört bir yanımızda çöken dünyanın
enkazından kaçabileceğimizi sanmak mümkün değil.
Çünkü çöküş bizi de hedef alıyor ve etkiliyor, çünkü biz de enkaz
halindeyiz.
Ve bu enkazı, fark edilmeden, dikkatle, doğru biçimde kullanmayı
öğrenmeliyiz.
Yaşlanmak: “artık dallarda değil, sadece köklerde büyümek”.
Bundan sonra yaprak ve çiçek açmak değil, yalnızca kök salmak.
Veya, yaşanmışlıkları üzerinde
sarhoş sarhoş dolaşan bir kelebek gibi uçmak.
Hâlâ geçmişte dallar ve çiçekler
mevcut.
Ve hâlâ onlardan bal yapabilirsiniz.
Yüz Tanrı’ya ait, ama kemikler tanrıtanımaz.
Dışarda her şey bizi Tanrı’ya doğru itiyor; içerde,
iskeletin inatçı, alaycı tanrıtanımazlığı.
Beden ile ruhun ayrılmaz bağı – tinsel olan budur.
Tin, ruhla beden arasındaki üçüncü
bir şey değil; sadece
onlar arasındaki kaçınılmaz, harikulade çakışma.
Biyolojik hayat bir soyutlamadır, ve yönetip sağaltma iddiasında olduğumuz
tam da bu soyutlamadır.
Tek başına kurtuluş yok: Kurtuluş mümkündür, çünkü başkaları da vardır.
Ahlaki bir sebepten, başkalarının esenliğini düşünerek hareket etme
gereğinden değil bu.
Sadece yalnız olmadığım için kurtuluş vardır: Kendimi
ancak başkaları içinde bir öteki olarak kurtarabilirim.
Yalnız olduğumda kurtuluşa ihtiyacım yoktur, yalnızlığa has hakikat budur:
tanım itibariyle kurtarılabilir değilimdir.
Kurtuluş, yalnız olmadığım için, çoğulluk ve çokluk olduğu için mümkündür.
Vücut bulmuş Tanrı, eşsiz olmaktan çıktı; diğerleri gibi bir insan oldu.
Bu nedenle Hıristiyanlık kendini tarihe bağlamak ve sonuna dek kaderini izlemek zorunda kaldı; ve şimdi
olduğu gibi tarih sönümlenip çürüdüğünde, Hıristiyanlık da son günlerine
yaklaşmaktadır.
Çözümsüz olan çelişkisi şu: tarih boyunca, tarihin ötesinde bir kurtuluş
aradı, ama şimdi bu sona erdiğinde ayağının altındaki zemin kayıyor.
Aslında Kilise kurtuluşu değil, kurtuluş tarihini destekliyordu ve
‘kurtuluşu’ tarihte aradığı için bu arayışı ancak ‘sağlık’la
neticelenebilirdi.
Ve zamanı geldiğinde Kilise, kurtuluşu sağlığa feda etmekte tereddüt göstermedi.
Şimdi kurtuluşu tarihsel bağlamından sökmek, bizzat tarihten bir çıkış
kapısı sağlayacak tarihsel-olmayan bir çoğulluk keşfetmek gerek.
Başka topraklara girmeden, bir yeri veya durumu geride bırakmak gerek;
yenilerini benimsemeden bir kimliği ve adı geride bırakmak gerek.
Şimdiye doğru sadece gerileyebiliriz, oysa geçmişte ileri doğru
gidebiliriz.
Geçmiş dediğimiz, şimdiye doğru uzun gerileyişimizden ibarettir.
İktidarın ilk işi, bizi geçmişimizden ayırmaktır.
Bizi yükten kurtaran, nefestir.
Nefeste, ağırlığımız yoktur; sanki yerçekimine kapılmadan uçuyormuş gibi
ilerleriz.
Ne cezalandıran ne de ödüllendiren, ne affeden ne de itham eden bir yargı yoluyla, her
şeyi yeni baştan yargılamayı öğrenmeliyiz.
Varoluşu, haksız ve yanlış olmaya mahkûm amaçlardan arındıran, amaçsız bir edim olarak.
Sadece bir kesinti; zaman ile sonsuzluk arasında dengede duran bir an –
amaçsız ve plansız bir hayatın imgesinin, adı ve anısı olmadan parladığı –tam
da bu nedenle sonsuzlukta değil “bir tür sonsuzlukta” kurtuluşa götürdüğü– bir
an…
Önceden inşa edilmiş kriterlere bağlı olmayan, ama tam da bu nedenle,
hayatı yeniden doğallığına kavuşturduğu için, politik olan bir yargı.
Hissetmek ve his beslemek; duyumsamak ve etkilenmek, eşzamanlıdır.
Her duyumsamada hislerin hissi vardır, kendimizle ilgili her histe
başkasının hissi vardır – bir arkadaşlık ve bir yüz.
Gerçeklik, ardında neyin mümkün olup olmadığını,
neyi yapıp yapamayacağımızı
algıladığımız peçedir.
Çocukluk arzularımızın hangilerinin gerçekleştiğini bilmek kolay değil.
Asıl önemlisi, gerçekleşen arzularımızın gerçekleşmeyenlere yaklaşan kısmının,
bizi yaşamı sürdürmeye ikna etmek için yeterli olup
olmadığı meçhul.
Arzularımızdan gerçekleşmeyenleri ölçüsüzce şiştiğinde, ölüm korkusu doğar.
“Sığırların ve atların dört toynağı vardır: buna Cennet derim.
Atlara yular takmak, sığırların
burunlarını delmek: buna insan derim.
Bu nedenle diyorum ki: İnsanın içinizdeki Cennet’i mahvetmemesine dikkat
edin; bir amaç uğruna yapılanın, göksel varlığı mahvetmemesine dikkat edin.”
Yanan evde, dil kalır.
Dil değil de, onu gözeten ve hatırlayan ezeli, cılız ve tarih-öncesi
kuvvetler: felsefe ve şiir.
Nedir gözettikleri, nedir dilden hatırladıkları?
Şu veya bu anlamlı önerme, şu veya bu inanç ya da inançsızlık beyanı değil.
Bizzat dilin var olduğu gerçeği; bir ad olmadan adın içerisinde açıkta
olduğumuz, ve bu açıklıkta, bir yüz hareketinde, bir yüzde, bilinmez ve korunmasızca
meydanda olduğumuz gerçeği.
Şiir, kelime, daha konuşmayı bilmediğimiz zamanlardan bize kalan tek şey; dil
içinde karanlık bir şarkı; tam anlayamadığımız, ama kulak vermekten kendimizi
alamadığımız bir lehçe, bir ağız – ev yanıyor bile olsa, dilleri kavrulmuş bile
olsa, insanlar anlamsız konuşmayı sürdürüyor.
Bir şiir dili olduğu gibi, bir felsefe dili de var mıdır peki?
Şiir gibi felsefe de tamamıyla dil içinde barınır ve ancak buradaki varoluş tarzıyla
kendini şiirden ayırır.
Durmadan yeniden ayrışmak üzere bir noktada kesişen, dil alanındaki iki
gerilim.
Açıkça, dürüstlükle konuşan herkes, bu gerilime çekilir ve orayı mesken
tutar.
Evin yanmakta olduğunu fark edenler, bunu fark edemeyenleri küçümseme,
aşağılama duygusuna kapılabilir.
Ama bu görmeyen ve düşünmeyen
insanlar, mahşer gününde görmeniz ve hesabını vermeniz gereken lemurlar değil
midir?
Evin yanmakta olduğunu fark etmemiz bizi başkalarından üstün kılmaz;
aksine, alevler iyice yaklaşırken son kez birlikte bakacağınız insanlardır
onlar.
Neredeyse masum sayılacak kadar habersiz bu insanlara vicdanınızın
sesini duyurmak için ne söyleyebilirsiniz ki?
Yanmakta olan evde daha önce ne yapıyorsanız onu yapmaya devam edersiniz, ama alevlerin size apaçık
gösterdiği şeyi de görmeden edemezsiniz.
Bir şeyler değişmiştir – yaptığınız
şeyde değil, onu açığa vurma biçiminizde.
Yanan evde yazılan şiir daha haklı ve hakikidir çünkü onu kimse
duymayacaktır, çünkü alevlerden kaçabileceğinin hiçbir güvencesi yoktur.
Ancak bir ihtimal bir okuyucu bulsa bile, o da o umarsız, anlaşılmaz, boğuk
gürültüden kendisine seslenen şeyden kaçamayacaktır.
Hakikati ancak duyulma ihtimali olmayanlar; alevlerin durmaksızın yuttuğu
evin içinden konuşanlar dile getirebilir.
Günümüzde insan kaybolmaktadır – tıpkı kuma çizilen, dalgaların sildiği bir
yüz gibi.
Ama onun yerini almakta olanın bir
dünyası yoktur artık; iktidarın ve bilimin hesaplarının insafına
terk edilmiş, tarihi olmayan, çıplak ve sesi boğulmuş hayattan ibarettir.
Ama belki de bu enkazdan başlayarak, ansızın veya ağır ağır, başka bir şey ortaya
çıkabilir.
Kesinlikle bir tanrı değil, başka bir insan da değil – belki yeni bir
hayvan, başka türlü yaşayan bir ruh…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder