Dışlayıcı Mimari
Toplumsal eşitsizliğin son dönemlerde en göze çarpan örneklerinden birini
“dışlayıcı mimari” veyahut “hasmane mimari” olarak nitelenen kamusal düzenleme
pratikleri oluşturmaktadır.
Dünyanın dört bir yanında sayıları giderek artan bu pratikler, temel olarak kentsel mekânı potansiyel
“suç mahalli” olarak gören, kamusal alanı “önleyici müdahaleler”le düzenlemeye
çalışan bir güvenlik yaklaşımını dışavurmaktadır.
Ne var ki, bu süreçte kimin “suçlu” veyahut neyin “suç” olduğu
muğlaklaşmaktadır.
Dolayısıyla bu pratiklerin asıl amacının ne olduğu, üzerine düşünmeye
değer bir sorudur.
Bu çalışmada öncelikle söz konusu ayrımcı ve dışlayıcı pratiklerin örnekleri
ele alınacak; böylelikle uygulamanın genel yapısı gözler önüne serilecektir.
Ardından bu pratiklerin dayandığı güvenlik paradigması çözümlenerek aslında
kentsel alanın düzenlenmesinde ölçütün güvenlik değil, sermaye birikimi olduğu
gösterilmeye çalışılacaktır.
Sonuçta da dışlayıcı mimari
uygulamalarının aslında öncelikle mukimleri aktif tüketicilere dönüştürmeye
çalışan neoliberal ideolojinin bir ürünü olduğu iddia edilecektir.
Bu sürecin ikinci sonucuysa tüketici olamayan mukimlerin “kentsel
hayaletler”e dönüşmesidir.
Giriş
Uzunca bir süredir dünyanın dört bir
yanında kent mekânının organizasyonu bağlamında hayata geçirilen bazı pratikler
epey büyük ihtilaflara yol açıyor.
Özellikle güvenlik odaklı
müdahaleler, yalnızca kamusal alan üzerindeki denetimi
artırmakla kalmıyor; aynı zamanda müşterek mekânlara ilişkin her türden eylem
repertuarını da daraltıyor.
Bunun kente ilişkin deneyim ve anlam
dünyasında uzun erimli olarak önemli değişikliklere yol açacağına hiç şüphe
yok.
İhtilafa neden olan uygulamaların önde gelen
gerekçeleri arasında elbette güvenlik yer alıyor.
“Özgürlük veyahut güvenlik” şeklinde kurulmuş
sahte ikilik, yalnızca
teorik tartışmalarda değil, kentsel mekânın şekillendirilmesinde de önemli bir
rol oynuyor.
Bu bağlamda son dönemlerde giderek yaygınlaşan bir pratik, ihtilaflı
müdahale biçimlerinin başında geliyor: “Dışlayıcı mimari” , “hasmane
mimari” , “korumaya yönelik kentsel mimari” , “Çevresel Tasarımla Suçun
Önlenmesi” ve “disiplinci mimari” gibi kavramsallaştırmalarla anılan bu pratik,
temelde kentsel ve dolayısıyla kamusal alanı mimari ve tasarım yoluyla
denetlemek; yalnızca bu alana erişimi kısıtlamak değil, aynı zamanda alanın
kullanım biçimlerini de şekillendirmek ve alandaki tutumları yönlendirmek gibi
amaçlar taşıyor.
Söz konusu pratik, kent içinde farklı suretlerle temayüz ediyor.
Bilhassa evsizlerin üzerine yatıp uzanmasını (ve dolayısıyla uyumasını)
engelleyen banklar, barınmayı olanaksızlaştırmak üzere köprü altlarına ya da
buna uygun alanlara konan dikenli teller veyahut sivri uçlu çıkıntılar,
özellikle geceleri çalıştırılan sulama sistemleri, üzerinde uzun süre oturmaya
müsaade etmeyen kaldırımlar, uyumaya veya oturmaya uygun alanların çitlenmesi veya
çivilenmesi bunların en bilindik örnekleri arasında.
Daha az bilinen uygulamalarsa kentsel alana bir öğenin eklenmesi veyahut yerleştirilmesi değil
de, çıkarılması yoluyla gerçekleştiriliyor: Örneğin, daha önceden kamusal
kullanıma sunulmuş bankların, çeşmelerin ve tuvaletlerin geçici bir düzenleme
adı altında kalıcı olarak kaldırılması gibi.
Amacı ister evsizlerin uyumasını
ister bir firmanın vitrininin önünün kapanmasını engellemek olsun, bu pratikler
Londra’dan Montreal’e, Ankara’dan Los Angeles’a, Varberg’den Melbourne’e kadar
giderek yaygınlaşıyor ve kentsel mekânın organizasyonunda ciddi bir yer tutmaya
başlıyor.
Potansiyel Bir Suç Mahalli Olarak Kent
Jane Jacobs, kente bakışı değiştiren klasik eserinde “Başarılı bir semtin en
temel niteliği insanın sokakta tüm bu yabancılar arasında yürürken kendini
emniyette hissetmesidir” demişti.
Bu hissin nasıl tesis edileceğine ilişkin görüşler oldukça çeşitlidir.
Baskın görüş, kentsel alanları olabildiğince güvenlik koridoru içerisine
almanın; siteleri güvenli hale getirmek için etrafına çit çekmenin veyahut
duvar örmenin, kapısına özel güvenlik görevlileri yerleştirmenin; mümkün
olduğunca Mobese benzeri sistemlerle kenti gözetlemenin en iyi çare olduğunu
ileri sürüyor.
Oysaki Jacobs’ın işaret ettiği ve deneyimlerin gösterdiği üzere, bunlar
kentsel alanı güvenli hale getirmek şöyle dursun, tam aksine bir sonuç
yaratıyor: “Şehrin tehlikeli olmasının sorumluluğunu azınlıkların, yoksulların,
serserilerin üstüne atmak bizi çözüme götürmez.”
Peki ne götürür? Kolluk güçleri mi?
Daha fazla güvenlik, daha fazla denetim ve sonuçta daha fazla cezalandırma mı?
Kentsel alanların tasarlanmasında güvenliğin öncelikli hale gelmesi, hiç
şüphesiz salt dışlayıcı mimariyle sınırlı değildir.
Aslına bakılırsa bu kavramın “en
parlak günleri”ni yaşadığını söyleyebiliriz.
Mark Neocleous’un dile getirdiği
üzere, “‘Güvenlik bilinci’ yeni hâkim ideoloji haline gelmiştir”.
Dolayısıyla güvenliğin ne olduğu sorusu çoğu zaman göz ardı edilerek
veyahut sınırlı durumlar genelleştirilerek pratiklerin sonuçlarına odaklanılması
sağlanmıştır.
Güvenlik mantığı, hemen her alana sirayet ederek, bir tür “güvenlik
fetişizmi”ne dönüştürülerek öncelikli bir konum kazanmıştır.
Kentsel alanın güvenliği hususunda ilk adım doğal olarak en
kolay yöntem olan yasalar eliyle atılmaktadır.
Bugün iktidar, kentsel ve kamusal alanı düzenlemek için öncelikle
yasal süreçlere başvurur.
Çeşitli yasaklama ve sınırlamalar, asli hedefin evsizler olduğu açıkça
dillendirilmeden uygulamaya sokulmaktadır.
Örneğin, Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta belediye tarafından belirlenen kamusal
mekânda içki içilmesi ve dilencilik yasaklanmıştır.
Benzer şekilde, Slovenya’da 2006 yılında kamu düzenini ve huzurunu
koruyan bir yasa kapsamında “bir başkasından saldırgan şekilde para ya da başka
bir mal isteme” yani ofansif tarzda dilencilik yasaklanırken, aynı
zamanda “bu amaçla kullanılmayan ve başka insanlar için sorun teşkil
edebilecek” mekânlarda uyumak da yasaklanmıştır.
Benzer girişimler Amerika’da da görülmektedir.
Don Mitchell’a göre 1980’lerin sonu
ve 1990’ların başı itibariyle yaşanan değişimler,
mekânın zaman değil, bizzat yasa yoluyla ortadan
kaldırıldığını göstermektedir.
Örneğin, Santa Cruz ve Phoneix’te kamusal alanlarda uyumak
yasaklanmış; Atlanta’da aylaklık 1993’te suç ilan edilmiştir; Santa Cruz’da
dilencilik -kişilerin fotoğraf ve parmak izi alınarak verilen bir- lisansa bağlanmıştır;
Cincinati’de 1995’te çıkan bir kararla sabah yedi ile dokuz arasında
kaldırımlarda yatmak ya da uzanmak yasadışı ilan edilmiştir.
Bu yasal düzenlemeler ilk bakışta sadece ve doğrudan evsizleri hedef almıyormuş
gibi görünse de, temel amacın onları kentsel alanlardan uzaklaştırmak olduğunu
kavramak çok da zor değildir.
Sonuç olarak, Avrupa’nın yedi ülkesinde evsizlerin çeşitli araçlar
kullanılarak kamusal alandan dışlanmasını ele alan Doherty vd.’nin işaret ettiği
üzere “[…] açık bir biçimde evsizleri hedef alan bu yasa
girişimleri başarısız olmuştur”.
Yasal değişiklikleri izleyen ikinci adımsa gözetlemenin önem kazanmasıdır;
ardındansa genellikle çitleme gelir.
Güvenlik mantığına göre kamusal alanın emniyet altında tutulması ve refahın
tesis edilebilmesi için kentsel alanların otoritelerce gözetlenebilmesi
gerekir.
Bu en başta Mobese vb. sistemler aracılığıyla sağlanır.
Gözetleme, Michel Foucault’nun “panoptikon” kavramı etrafında yürüttüğü
çalışmalardan bu yana bilindiği üzere, davranış ve tutumları şekillendirme
kapasitesine sahiptir.
“Şeffaf bir toplum düşü”nün yansıması olan panoptik girişim,
gözetleyen ile gözetlenen arasındaki ilişkinin asimetrik yapısından faydalanır:
“Gözetleyen bir bakış ve bakışın ağırlığını üzerinde hisseden herkes, bakışı
öyle içselleştirir ki, sonunda kendini gözetleme noktasına varır; böylece
herkes kendi üzerinde ve kendine karşı bu gözetlemeyi işletecektir.”
Gözetleme bu minvalde güvenliğin epey önemli bir aşamasıdır.
Gelgelelim gözetlenenler,
kendilerinden beklenen tutum veyahut davranış
değişikliklerini gerçekleştirmedikleri takdirde sonraki adım devreye girer: çitleme.
Mekânın kapatılması, sınırlarının
çizilmesi ve böylelikle sınırları belirlenmiş bir alan içerisinde denetlemenin
kolaylaşması güvenlik tertibatının bir başka önemli aşamasını oluşturur; fakat
çitleme ancak arkasından gelecek tedbirlerle birlikte anlamlıdır.
Bir mekânın yalnızca sınırlarını
belirgin hale getirmek, bu yaklaşıma göre güvenlik açısından yetersizdir.
Dolayısıyla çitlemeyi, resmî kolluk
kuvvetinin veya güvenlik görevlilerinin mekânın bir parçası haline gelmesi
süreci izler.
Böylelikle denetimin fiziksel yüzü
daha görünür hale gelir; caydırıcılık
eğilimi pekiştirilir.
Sonuç olarak ister yasal önlemler
alınsın ister gözetleme sistematiği kurulsun ister bazı öğelerin kaldırılması
yoluyla olsun, güvenlik tertibatının bütün amacı kentsel ve kamusal alanın
kullanımına bir “yön” vermektir.
Bu noktada Foucault’nun Collegé de
France derslerinden yardım almak yerinde olabilir.
Foucault, güvenlik sorununu üç biçim altında inceleyebileceğimize işaret
eder.
İlki “yasa koymak”, ikincisi
“disiplinci mekanizma” ve
üçüncüsü de, “güvenlik düzenekleri”dir.
Foucault, yasa koymanın ve disiplinci mekanizmanın, yukarıda
da işaret etmeye çalıştığımız üzere, bazı noktalarda iktidarın
amaçları bakımından yetersiz kaldığını dile getirir.
Ona göre güvenlik teknolojileri, yasal önlemler gibi sadece
yasaklayarak çalışmaz, disiplinci mekanizmalar gibi sadece boş bir mekânda da
işlemez.
Bu bakımdan “hareket kabiliyeti” çok daha esnektir:
disiplin bir mekânı inşa eder ve kendisine öğelerin hiyerarşik ve işlevsel dağılımı
sorusunu sorar; güvenlik ise, dönüşebilir ve çok işlevli bir çerçevede düzenlemeleri gereken olası öğeler ve olaylar dizisinden hareketle bir ortamı oluşturmaya çalışır.
Başka bir deyişle, güvenlik
teknolojileri disiplin mekanizmalarına uygun bir mekânı
inşa etmeye çalışmak yerine, mevcut “ortam”ı buna uygun
olarak dönüştürür.
Bunu yaparken de, açık bir biçimde
yasaklama ya da sınırlama
yoluna gitmez.
Yani evsizlerin belli bir yerde uyumasını ya
da barınmasını doğrudan yasaklamak ya da buna müsaade etmeyen kamusal alanlar
inşa etmek yerine, mevcut kentsel alana hem dokusunda hem de derinliğinde müdahale
ederek, belli davranışları teşvik eder.
Çivilenmiş bir alana oturmak yasak
değildir; ancak konforlu olmadığı da
açıktır.
Gelgelelim “güvenlik endüstrisi”nin
araçlarını çoğaltıp yaygınlaştıran tüm bu girişimlere rağmen kentsel alanda
güvenlik “bir
türlü” sağlanamamakta, mütemadiyen yeni önlem ve müdahale
biçimlerinin peşine düşülmektedir.
Dışlayıcı mimari de, bu güvenlik
teknolojilerinin son halkası olarak belirlemektedir.
Ortamı ve bu ortamda sergilenecek performansları şekillendirmeye çalışan
güvenlik teknolojileri bağlamında değerlendirildiğinde, “dışlayıcı mimari”
pratiklerinin “önleyici saldırı” yaklaşımının bir uzantısı olduğu söylenebilir.
Henüz savaş ya da muharebe alanı olmamış bir ortamda ortaya
çıkabilecek potansiyel suçları engellemek üzere tasarlanan, yani sorun daha
vuku bulmadan ortaya çıkış koşullarını yok etmeyi amaçlayan bu saldırı biçimi,
kentsel alanı potansiyel bir suç mahalli olarak görür.
Evsizler veyahut kaykay yapan
gençler, “sükûneti bozmak”ta,
“bir suça imza atmak üzere”dir.
Yani kamusal alana erişimi kısıtlamayı hedefleyen dışlayıcı pratikler, hedefine
aldığı kişileri kentin birer sakini ya da parçası olarak görmez, potansiyel
birer tehdit olarak değerlendirir.
Bu bakımdan dışlayıcı mimari, kamusal alanı şekillendirmeye çalışırken
aslında kimin “kamu”nun parçası sayılıp kimin sayılmadığını gözler önüne serer.
Başka bir deyişle, dışlayıcı mimari aslında bir anlamda “savaş
hukuku”nu kent meydanına taşır.
Kimin dost kimin düşman olduğuna dair önceden belirlenmiş bir yargıyı ve bu
yargıyı inşa eden ideolojiyi tasarım yoluyla kente “serpiştirir.”
Bu noktada kimin kimden korunduğu sorusu ortaya çıkar:
Bu önemli bir noktadır; çünkü kamusal alanlara erişim “kamu” adına
sınırlandırılır; kamusal alanlar hasmane hale gelir ve belli gruplara karşı
tahkim edilir; kamusal alanlar gitgide belli kimlik ve davranışlara kolaylık
sağlayacak ve diğerlerini de disiplin altına alacak ya da uzaklaştıracak
şekilde yapılandırılmaktadır.
Dolayısıyla kamusal alanlar tahayyül edilmiş, idealleştirilmiş -suçtan
korkan, evsizlerin tadını kaçırdığı ve dilenmeyi bir tehdit
olarak algılayan- bir “kamu”ya göre inşa edilmektedir.
Başka bir deyişle, yapısal koşulları
daha baştan görme alanı dışında bırakan bir yaklaşımdır bu.
Evsizlerin neden evsiz oldukları, neden
potansiyel birer suçlu olarak algılandıkları veyahut güvenli şekilde kaykay
yapmak için gerekli alanların neden çok az olduğu ve daha önemlisi kamusal
alanı kimin, nasıl kullanmaya hakkı olduğu gibi sorular, bu yaklaşımda daha en
baştan rafa kaldırılır.
Güvenliğin neden mülkiyet ile nizamın
korunmasından ibaret olduğu, söz konusu nizamın neyi ya da kimin güvenliğini
esas aldığı gibi temel sorular görmezden gelinir.
Bu güvenlik anlayışının davranıştan
yalnızca kişiyi sorumlu tutması, durumu oluşturan
yapısal koşulları tartışmaya açmaması bariz
bir “körlük biçimi” üretmektedir.
Bireyi asli öğe kabul eden tüketimci
ideolojinin bir sonucu olan bu “körlük”, evsizlerin
kamusal alandan uzaklaştırılmasının bizatihi bir şiddet biçimi
üretip üretmediğini veyahut güvenliği tesis etmenin alternatif yollarını
tartışmayı reddeder.
Bu noktada bir kez daha Jacobs’tan yardım alabiliriz.
Jacobs, kamusal huzurun kolluk güçlerinin yaygın dolaşımıyla da tesis
edilemediğini gözler önüne serer; çünkü “Normal, kendiliğinden medeniyetin
çöktüğü bir yerde medeniyeti korumaya milyon polis yetmez”.
Peki bu durumda kentsel ve kamusal huzur nasıl tesis edilebilir?
Bunu sağlayacak olan fail kimdir?
Jacobs’ın yanıtı açıktır: “Kamusal huzuru koruyan orada yaşayan halkın
karmaşık, üstelik neredeyse bilinçsiz olan, gönüllü denetim ve standartlar
ağıdır; üstelik bunu uygulayan da halkın ta kendisidir.”
O halde bunun sağlanması için yurttaşların kent içi alanlarda dolaşımını
kolaylaştıran ve bu alanlara ânında müdahaleyi mümkün kılan bir kentsel
bilincin geliştirilmesi gerekir.
Güvenlik işlevinin salt kolluk güçlerine havale edilmesi ya da
özelleştirilmesiyse söz konusu bilinci geriletmekten başka hiçbir işe yaramaz.
Oysaki “Kişinin eyleme geçmesi için, sokağı sahiplenmesi ve yardıma
ihtiyacı olursa yardım göreceğine inanması gerekir”.
Ne var ki, eyleme geçmenin önkoşulu gözlemleme fırsatına sahip olmaktır.
Bu da kamusal alanı kolayca görmeyi olanaksızlaştıran yüksek katlı ve sık
dikilmiş binalarla mümkün değildir.
Aksine, kentsel alanı sürekli olarak görebilen gözler, mobese
başındakilerin değil, kent sakinlerinin gözleri olmalıdır.
Dahası, kentsel alanların belli
saatlerden sonra adeta cezalandırılarak “insansız hale getirilmesi”, yani
hareketten azade kılınması sorunu iyice katlar.
Dolaşımın ve dolayısıyla insani
temasın azalması, kentin karanlığa gömülmesi kamusal huzur açısından tedbir
olmak şöyle dursun, suçun oluşması için potansiyel bir ortam yaratır.
Bu bakımdan dışlayıcı mimari yoluyla
kentsel alanı güvenli hale
getirmek olanaksızdır.
O halde “Bu pratikler neden bu kadar
yaygınlaşıyor ve
aslında neyi maskeliyor?” sorusunu sormak gerekir.
Yukarıda değindiğimiz “bilinçli
körlük”ün nedeni, bu
soruyla doğrudan ilişkilidir.
Öncelikli olarak bu pratikler, kimin
kamunun parçası sayıldığına dair egemen ideolojinin tahkim edilmesiyle ilişkilidir.
Başka bir deyişle, dışlayıcı mimari
pratikleri, bünyesinde “makbul
yurttaş”ın kim olduğuna, yani kamusal ve kentsel alanı kullanmanın kimin hakkı
olduğuna dair “kendiliğinden” bir yanıt taşır.
Güvenliğin Metalaşması
Bu bağlamda söz konusu bilinçli körlüğün ikinci nedeniyse güvenliğin
metalaşmış olmasıdır.
Neocleous’un işaret ettiği üzere, bu kavram “güvenliğin bir meta olarak
üretimini ve dolayısıyla daha genel olarak güvenlik saldırısında sermayenin
rolünü” ifade etmek üzere kullanılır.
Burada hemen bir uyarıda bulunmak gerekir: Güvenliğin
metalaşmasını yalnızca devletin güvenlik rolünü yerine
getirememesinin bir sonucu olarak düşünmek hata olur.
Aksine, buradaki mesele, “güvenlik ile sermaye arasındaki ölümcül suç
ortaklığını” analiz etmektir.
Güvenliğin metalaşması, en temelde
güvenliğin tesis edilmesi için gereken araç gerecin ve
buna bağlı olarak uygulamaların sermayeye yeni bir saha açmasını işaret
eder.
Güvenlik şirketleri güvenlik endüstrisine “sosyal kontrol” ya da
“gözetleme”den bir çıkarları olduğu için girmiyorlar.
Endüstriye daha ziyade kâr etmek gibi daha dünyevi bir amaçla giriyorlar.
Güvenlik endüstrisi kâr etmek için güvenliği satmalıdır.
Güvenliği satmak için de öncelikle güvensizlikler üretmeye yardımcı olmalı.
Böyle yaparak ulusal güvenlik devletinin etrafında düzenlendiği temel
mantığı tekrar etmiş olacaktır: vatandaşların korkması gerektiği ve devletin
onları güvenceye alması gerektiği.
Herhangi bir endüstri gibi, güvenlik endüstrisi tüketicileri egemen özneler
olarak değerlendirir – müşteri kraldır.
Fakat eşzamanlı olarak onları korku dolu ve güvensizler olarak da çağırır.
Böyle yaparak daha da geniş bir güvensizlik kültürünün üretilmesinde
anahtar rol oynar.
Söz
konusu kültür, söylemsel açıdan son derece ikna edici olduğu için gerçek bir
işlevi olmasa bile güvenlik adı altındaki uygulamaların kolaylıkla
benimsenmesini sağlar: “ güvenlik endüstrisi güven(siz)likle bağlantılı
duyguları metaların tüketime döndürmeyi amaçlar.
Böylece,
korku ve güvensizliğe tümüyle metalaşmış biçimlerde bir ‘çözüm’ sunar.”
Bu
çözüm kameralar, çitleme araçları ve özel güvenlik görevlileriyle başlayıp
dışlayıcı mimari uygulamalarına kadar uzanır.
Hiç
şüphesiz, “güvenlik fetişizmi”nin bu ürünlerle doğrudan bir ilişkisi vardır;
çünkü Karl Marx’ın açıklıkla gösterdiği üzere, meta fetişizmi ile meta üretimi
arasında ayrılmaz bir bağ vardır.
Gelgelelim,
bu fetişizme yol açan şey veyahut “metanın mistik karakteri onun kullanım
değerinden kaynaklanmaz”.
İşte, bu noktada başka bir hususun daha altını çizmek gerekir.
Gözetlemenin kentsel alanda vazgeçilmez bir öğe haline getirilmesi, özel
güvenlik şirketlerinin sayısının günden güne artması ve dışlayıcı mimari
örneklerinin yaygınlaşması, yalnızca sermaye sahiplerine yeni bir birikim
sahası yaratmakla kalmaz; bunun ötesinde, söz konusu müdahaleler aracılığıyla
bir güvenlik kültürü yaratmanın ve buna bağlı olarak neoliberal mantığı kentsel
alanda yerleşikleştirmenin de bir yoludur.
Güvenlik fetişizmi, söz konusu metalarla birlikte bir de ideoloji üretir.
Dolayısıyla yapılması gereken, bu pratikleri sermaye birikimi ve
dolaşımıyla ilişkisi çerçevesinde bu ideoloji bağlamında çözümlemektir.
Kentsel Rekabet ve Sermaye
Kentsel mekânlar, yığınsal üretim ve tüketimin gerçekleşmesi itibariyle sınıf
ilişkilerinin izdüşümlerinden müteşekkil yapılardır.
Harvey’in tarihî-coğrafi materyalizm olarak
kavramsallaştırdığı
yaklaşım bağlamında
düşünüldüğünde, kent mekânlarının ölçeğinin –uluslararası ve yerel
niteliklerine göre farklılaşmasına karşın– sermaye birikim stratejileri ve
sınıf mücadeleleri tarafından belirlendiği
görülecektir.
Mekânsal düzenlemelere sosyo-iktisadi bir karakter kazandıran öğe, kent
mekânının üzerinde yükseldiği coğrafi konumun yanı sıra ekonomik ve siyasal
ilişkilerdeki konumdur.
Bu anlamda kentsel mekânlar, çok sayıda toplumsal ilişkinin kesişim alanı
olarak hem edilgen hem de etkendir.
Henri Lefebvre’in, mekânın hem bir çıktı olarak ürün olduğu
hem
de sınıfsal-toplumsal ilişkilere yön vermesi anlamında üretici özelliğe
sahip olduğu tezi bu açıdan önemli bir başlangıç noktası sunar.
Kent mekânlarını oluşturan organize sanayi havzaları, otoyol ve köprüler,
hastane ve okullar, alışveriş merkezleri ve sosyal kompleksler, bankalar ve
finans merkezleri, nüfusun ve sermayenin dolaşım alanları olduğu kadar, nüfusun
ve sermayenin yeniden üretildiği, toplumsal ve bedensel süreçlerin yeniden
düzenlendiği, siyasal ve yönetsel düzeneklerin yeniden tasarlandığı nexus’lardır.
Kapitalist nexus’lar olarak kentlerde mekânın örgütlenişi ile sermayenin
örgütlenişi arasında dolaysız bir ilişki vardır.
Bu bağlamda sermaye birikim süreçleri ile emek gücünün biyolojik ve ideolojik
yeniden üretimindeki rollerinden hareketle kentleri iki aşamada incelemek mümkündür.
Lefebvre, Survival of Capitalism’de, Marx’ın Kapital’i
yazdığı zamandan bugüne sermayenin mekânları denetleyerek ve kontrol ederek büyümesini
gerçekleştirdiğinden bahseder.
Mekân üzerinde kurulan hâkimiyet, sermaye için metaların üretimi
dışında mekânların da metalaştırılmasının önünü
açar.
Kapitalizmin siyasal yönelimi, varlığının da devam koşulu olan, “artı
sermayenin üretilmesi ve soğurulması için sürekli kârlı alanlar” bulmaktır.
Harvey ise benzer bir açıya dikkat çektikten sonra bir çelişkinin
varlığından bahseder.
Kapitalizmin siyasal biçimi, “Faustçu çelişki”nin varlığına yol
açmaktadır: “Sermayedar, sermayedar olmak istiyorsa, sürekli artık değerin bir
kısmını daha fazla artık değer elde etmek için harcanmalıdır.”
Bu minvalde sermayenin asli eğilimi, artık-ürünün soğurulmasını
hedefler.
Dolayısıyla kentleşme, sermayenin yeniden üretildiği ve bunun garanti
altına alındığı soğurulma mekânlarının inşa sürecidir de.
Ne var ki, bunun gerçekleşebilmesi
için üretim ve bölüşüm ilişkilerini içeren yeniden üretim şemasının tutarlı
olması gerekir; çünkü.
Kentleşme,
artık-ürünün bir yerden diğerine götürülmesine dayandığından kapitalizmin
gelişmesi ile kentleşme arasında çok yakın bir bağ olduğu açıktır.
Kapitalistlerin artık-değer elde etmek için
artık-ürün üretmeleri gerekir; bu artık-ürün de daha fazla artık-değer üretmek
için yatırıma çevrilebilmelidir.
Sürekli
olarak yeniden yatırım yapılması sonucu, artık-üretimin tarihine, dolayısıyla
sermaye birikiminin tarihine bağlı olan mantıksal eğriler (para, ürün ve
nüfus), kapitalizmin çerçevesinde kentleşmenin izlediği büyüme yoluna paralel
olarak ilerler.
Söz konusu perspektife göre, sermayenin siyasal ve yönetsel organizasyonu
ile kentsel mekânların örgütlenişi eşzamanlı ilerlemektedir.
Kapitalist endüstri ürünlerinin ve hizmet sektörünün üretildiği ve
tüketildiği kent mekânları, menkul ve gayrimenkul piyasaların ihtiyaçlarına
göre de şekillenmektedir.
Örneğin bir büyük alışveriş merkezinin açılması, şehir içi ulaşım
seferlerinin düzenlenmesinden, çevredeki konut ve arsa fiyatlarındaki spekülasyona
dek çok sayıda alanda dalgalanmaya yol açar.
Harvey’in ifadesiyle, kentselliğin
toplumsal bir biçim olarak sürdürülebilmesi için bir mekân
ekonomisi yaratılmaktadır.
Böylelikle hem kullanım değeri hem de mübadele değeri taşıyan
malların sermayenin dolaşımında yer aldığı değerlenme alanları da inşa
edilebilir.
Sermayenin kent mekânları üzerinden örgütlenişinin diğer bir boyutu nüfusun
düzenlenmesidir.
Kentsel mekânların
organizasyonundaki en önemli sorunsallardan bir tanesi, ölçektir.
Belirli bir ölçekte belir bir nüfusun idamesi, gelir dağılımı, kamu
hizmetlerinden yararlanma, konut sorunu, kaynaklara erişim, fiyat politikaları
gibi pek çok karar alma sürecini barındırmaktadır.
Bu anlamda kentler, hem üretimin hem de kolektif tüketimin
mekânlarıdır.
Her iki açıdan nüfus hareketliliğinin yaşandığı kentlerde, anılan süreçleri
belirleyen faktörlerden bir tanesi yakınlıktır.
Sermayenin mekânsallaşmasında yakınlık faktörü, nüfusun düzenlenişini de
etkilemektedir.
Üretim ve ticaret amacıyla sermayenin yer (konum) tercihleri, merkezî ve
yerel yönetimlerin kamu kaynaklarının dağıtımına ilişkin kararlarında
belirleyicidir.
Bu da kaynakları yönetmeye ve onlara
erişmeye çalışan sınıflar üzerinde bazı sonuçlar doğurmaktadır.
Örneğin, üretim mekânlarını kent dışına çıkarmak kent içinde işsizliği
doğurmakta, lüks konut stoku için değerli toprak arayışı, kentsel dönüşüm
projelerini tetikleyerek barınma ve kira sorununa yol açmaktadır.
Buna mutenalaştırma süreçleri de eklendiğinde, dışlayıcı mimari
pratiklerinin, yakınlık ölçütünü sermaye lehine dönüştüren bir
müdahale aracı olduğu söylenebilir.
Sermayenin örgütleniş şiddeti, bu bakımdan kentlerdeki eşitsizliğin
artışının en önemli nedenlerinden biridir.
Bu şiddetin günden güne tırmanmasının nedeni, şüphesiz sermayenin iç
çelişkilerini mekâna aktararak çözmenin yollarını bulması ve bu doğrultuda
mekânları da metalaştırmaya başlamasıdır.
Eksik tüketim ya da aşırı birikim krizlerini aşmak amacıyla kentsel
mekânların üretim/tüketim/yatırım/harcama kalemleri üzerinden organizasyonu son
derece fonksiyoneldir.
Bu bakımdan kent, sermayenin gözünde söz konusu birikim sürecindeki
tıkanıklıklarla krizleri kısa ve orta vadede aşma vaadi sunmaktadır.
Bu stratejinin başarıya ulaşması, temelde emek gücünün yeniden üretimine ve
disiplinine bağlı bir perspektifle mümkündür.
Nüfusun hem üretim hem de tüketim süreçlerinde kolektif varlık
gösterebilmesi; asgari de olsa ücret seviyesine, minimum düzeyde de olsa sosyal
güvenlik kapsamına alınmasına ve kültürel kodlarla kent dokusu içinde “hemşeri”
olarak yer almasına bağlıdır.
Kentsel mekânlardaki üretim-tüketim diziliminin sağlanması için biyolojik ve
ideolojik yeniden üretim mekanizmalarının işlerliği kritiktir.
Mekânın kapitalist tasarımı yapısal faktörler nedeniyle bozulmaya
başladığında –Castells’in ifadesiyle– kentsel sistem, monopolville (tekelci
kent) olarak adlandırılan standartlaştırılmış görünüme bürünmeye başlar:
Sermayenin mekân üzerindeki yoğunlaşmasının ve yayılmasının garantisini
sağlamak amacıyla iktidar aygıtları tarafından kapitalist disiplin artar,
koruyucu mekanizmalar kalkar ve kentsel yaşamın ritmi sermaye tarafından
belirlenmeye başlar.
Bu açıdan kent mekânlarında işçiler ve yoksullar üzerindeki tektipleştirme ve
baskı pratiklerinin özünde disiplin ve denetim olduğu açıktır.
Foucault, Hapishanenin Doğuşu’nda insan birikimi ile sermaye
birikiminin birbirinden ayrılamaz olduğunu ifade etmişti.
Her iki anlamda birikim senkronizasyonunun
kusursuzluğu, birikim stratejisi olarak bedenin bütünselliğinin
sağlanması ve kentsel mekânlarda mutlak denetim-disiplinin birlikteliğiyle
mümkündür.
Kentlerde nüfus ölçeğinin sınıfsal ve niceliksel olarak çeşitlenmesi ve
genişlemesi, belirli nesneler ve ilişkiler üzerindeki tahakkümü (yönetimi)
zorunlu kılmaktadır.
Bu bağlamda, güvenlik toplumu doğrudan risklerin
hesaplanmasına ve gerektiğinde risklerin yönetilmesine dayalı iktidar tipi
olarak, kentsel mekânlarda düzenleme kipinin diğer bir ifadesi olarak
belirginleşmektedir.
Sermayenin mekânsal şiddeti, sınıfsal farkları ve ayrımları daha
belirgin hale getirmektedir.
Sadece mutenalaştırma değil, güvenlikleştirme ve güvenliğin
metalaştırılması bağlamında da düşünüldüğünde kolektif tüketimin “ideal”
öznesi giderek toplumun belli bir kesimi olmaya başlar.
Kent merkezine ulaşımın ve merkezde sadece “dolaşmanın” bile maliyeti
giderek artarken, kentsel alanı sermaye lehine düzenleyen pratiklerin bedeli de
toplumun en alt kesimlerine yüklenir.
Örneğin, üzerinde uzun süreli zaman geçirilmesine müsaade etmeyen banklar
ve oturma alanları, kent sakinlerini ister istemez dolaşmanın veyahut oturmanın
ücretsizmiş gibi göründüğü alışveriş merkezi benzeri tüketim alanlarına girmeye
yöneltir.
Bu, en basit haliyle “boş zamanları değerlendirme kurumları”nın tüketimle
özdeşleştirilmesine yol açar.
Kolektif tüketimi dolaylı olarak artırmaya yönelik dışlayıcı mimari
uygulamaları yalnızca bununla sınırlı değildir.
Benzer şekilde, kamusal alanlarda zaman geçirilebilecek ücretsiz alanların,
çeşmelerin veyahut kamusal tuvaletlerin kaldırılması, kent sakinlerini özel
işletmelere yöneltmektedir.
Örneğin, biriyle buluşmak için oturup beklenebilecek uzamların çivilenmesi
ya da çitlerle donatılması, ister istemez onları ilgili işletmenin içinde
dolaşmaya itmektedir.
Bu anlamda dışlayıcı mimari pratikleri, yalnızca kentsel alanda sınıfsal
eşitsizliği artıran bir araç olmakla kalmaz, aynı zamanda neoliberalizmin homo
oeconomicus yaratma çabasının bir parçası olarak “kent sakini”ni
“müşteri”ye dönüştüren sürecin de bir parçası olur.
Hiç şüphesiz, bu süreç yalnızca
ilgili alanlarda “müşteri” olabilecek ekonomik kaynaklara
sahip olanlara hitap etmektedir.
Peki, bu kaynaklara sahip olmayanlar
ne olacaktır?
Yanıt açıktır: Bilhassa yoksullar ve
işsizler kentsel mekânlardan dışlanacaktır. Sermaye yerleşirken ve yeniden
yerleşirken, “müşteri” veyahut “tüketici” olma potansiyeli düşük olanları
yersizleştirmektedir.
Sermayenin ve emek gücünün yeniden
üretim mekânlarında her
gün yaşanan sınıfsal mücadelenin temel araçlarından birisinin dışlayıcı mimari
pratikleri olması bu anlamda tesadüf değildir.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere,
dışlayıcı mimari pratiklerinin sınıf savaşımı bağlamında “önleyici saldırı”
karakteri buradan kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla mutenalaştırma projeleri,
Haussmann benzeri militerleşmiş kentsel tasarımları andırırcasına sermayenin
manevra alanını genişletirken, işçileri, yoksulları, evsizleri hem özel hem de
kamusal hizmetlere erişimleri açısından sınırlandırır.
Dışlayıcı mimari, açıkça görüldüğü üzere sermayenin kent üzerindeki
örgütleniş şiddetiyle doğru orantılı olarak sınıfsal asimetrinin artışına yol
açmaktadır.
Ne var ki, sermaye mantığıyla örgütlenen iktidar mekanizmalarının bu asimetriyi
kaldırmak yerine asimetrinin bir tarafını berhava etme eğilimleri yaygındır: Yoksullukla
değil, yoksullarla mücadele olarak nitelendirilebileceğimiz bu
aşamada, dışlayıcı mimari kentsel mekânlarda bir yönetim aracı formuna
bürünmektedir.
Sermayenin yeniden üretim, değerlenme ve sömürü dizilimini bozma ihtimali
taşıyan yersizlerin kent mekânlarındaki entropik
hareketliliğinin önlenmesi ve ortak kullanım alanlarından dışlanması, güvenlik
endüstrisinin mekâna dair sunduğu bir “çözüm”dür.
Güvenliğin tesis edilmesi adı altında gerçekleştirilen bu düzenlemelerin
yalnızca kentsel eşitsizliği maskeleme veyahut sınıf çatışmalarını yatıştırma
amacı taşımadığını not etmek gerekir.
Bunlar aynı zamanda “kentsel rekabet”teki konumu güçlendirme ve sermaye
birikimini hızlandırma amacına da hizmet etmektedir.
Harvey’nin ifade ettiği üzere, “kapitalistler arası rekabet ve sınıf
mücadelesi, avantajlı yerlerin hâkimiyeti için mekânsal rekabeti tetikler”.
Dolayısıyla bu güvenlik kültürü, iki bakımdan sermaye birikimiyle
yakından ilişkilidir: Birincisi, kent içinde yer alan sermaye sahipleri
arasındaki mücadele; ikincisiyse kentler arasındaki, yani kenti sermaye için
“çekim merkezi” haline getirmeye çalışan daha makro mücadeledir.
Kentin tamamının ya da belli bir bölgesinin bu uygulamalar sayesinde “daha
güvenlikli” olduğu illüzyonunun yaratılması, sermaye için mekânın “pürüzsüz”
şekilde örgütlenebileceği imasını taşıyan bir açık çektir.
Doğal olarak burada akla gelen ilk soru, sermaye sahipleri arasındaki
rekabetin parçası olmayan devletin neden bu rekabetle ilişkilendirildiğidir.
Hiç şüphe yok ki, Foucault’nun açıkça gösterdiği üzere neoliberal devlet,
rekabetteki güçler üzerinde bir denetçi değil, bizzat bu rekabetin bir
parçasıdır.
Kentsel düzenlemelerde “rantı, tüccar kârını, devlet güçlerini, işlevlerini
ve yapılı çevre üretimini sermaye birikiminin hizmetine koşan ve onun egemen
mantığına boyun eğdiren” yaklaşım, sermaye birikiminin potansiyel düşmanı
olan her türden öğenin yerleşim yoluyla güç kazanmasına engel olur.
Potansiyel olarak kâr edilebilecek bir manzaranın, sermaye birikimine “katkısı
olmayan” evsizler ya da kent yoksulları tarafından “işgal edilmesi” sermayenin
talep ettiği akışkanlığı baltalar.
Oysaki kentsel peyzajın akışkan olması tercih edilir; kalıcı olmasına müsaade
edilen öğeler, ancak sermaye birikimine katkısı olacağı varsayılan ya da
öngörülen öğelerdir.
Sonuç
Dünyanın dört bir yanında giderek yaygınlaşan dışlayıcı mimari pratikleri,
güvenlik maskesi altında sermayenin dolaşımını kolaylaştırma çabasına işaret
eder.
Kenti yasalarla, kolluk kuvvetleriyle, kameralarla ve özel güvenlik
görevlileriyle “emniyet altında” tutamayan iktidar, sorunları daha ortaya
çıkmadan yok etmeyi hedefleyen dışlayıcı mimari pratikleriyle artık “şimdi ve
burada”yı değil, “geleceği fethetme”ye çalışmaktadır.
Dışlayıcı mimari uygulamaları, sermayenin ve -güvenlik kültürüyle el ele
giden- tüketim kültürünün ihtiyacı olan evcilleştirilmiş bir kamusal alan yaratma çabasının
sonucudur.
Dışlayıcı mimari pratikleri bağlamında değinilmesi gereken ikinci ve önemli
sonuç ise şudur: Kimlerin kamusal alanı kullanmaya hakkı olduğuna dair yapılan
ayrım, aslında neoliberal ideolojinin homo oeconomicus yaratma
tasarısı bağlamında değerlendirilmelidir; çünkü ayrım çizgisi, doğrudan doğruya
“tüketici olarak yurttaş”ı inşa etme çabasının bir parçasıdır.
Dışlama ilkesinin sermaye tarafından belirlenmesi, çizginin içinde kalan
mukimleri “tüketici olarak kentin kullanıcısı”na dönüştürürken, dışında
kalanları da “hayalet mukim”lere ya da “kentsel hayalet”lere dönüştürmektedir.
Her baskı pratiğinin cezalandırma işlevi dışında yönetsel bir işlev de
taşıdığını göz önünde bulundurursak, dışlayıcı mimari pratikleri, kamu düzeni
olgusunun sınıfsal karakterini açığa vuran bir yönetme stratejisidir.
Gelgelelim bu strateji, yönetimsel bir nitelik
taşımaktadır; üretim ve tüketim departmanlarında yer alamayacak “sakıncalılar
ordusunun” potansiyel risklerini hesaplayarak yine potansiyel kriz
momentlerinin sevk ve idaresini amaçlar.
Sermaye rejiminin ontolojik bir sonucu olan yoksulluk ve evsizliği, potansiyel suçlular
olarak görülen “kentsel hayalet”leri kamusal mekânlardan uzak tutarak “ideal
kent”, “ideal yaşam alanları” oluşturmaya çalışılır.
Stereotip makbul tüketicilerin “kusursuz yaşamı” için tüm kusurların
temizlenmesi gerekmektedir.
Bu açıdan bakılınca, dışlayıcı mimari uygulamalarının kentsel alanı sermaye için “pürüzsüz”
hale getirirken fiziksel mekânı “pürüzlerle” donatmasındaki ironi, ancak
sermaye mantığının bir ürünü olabilirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder