Dezenformasyonun Kısa Tarihi
“Bütün insanlar doğaları gereği bilmek isterler,” diye başlar Metafizik.
Onun öncesinde, Politika’dan aşina olduğumuz bir vaazı daha
vardır
Aristoteles’in: İnsan doğası gereği bilmek ister; ayrıca insan, doğası
gereği, politiktir ve hayvandır.
İşte dezenformasyonun formülü.
1980’lerin ortalarında, sanatçı Martha Rosler, haber kanalı CBS News’ın
Manhattan’ın Batı yakasında bulunan binasının arkasında, çöp
konteynerine atılmış bir videokaset buldu.
Kasette, ABD’nin, Nikaragua’da Sandinista Hükümeti’ne karşı yürüttüğü gizli
savaşa ilişkin iki film yer alıyordu.
Aslında birbirinin aynısı iki filmin kısmen silinmiş kopyalarıydı bunlar.
Filmde Reagan yönetimi, 1984 Kasım’ında, Reagan’ın başkan seçildiği gece,
Sovyetler’in gemiyle Nikaragua’nın Corinto Limanı’na, üstün manevra kabiliyetli
MiG-29 savaş uçakları taşıdığını iddia ediyordu.
Seçimi takip eden haftalarda, bu hikâye manşetlere taşındı.
Medyanın delice soru yağmuruna tuttuğu Beyaz Saray, bu olayları
yalanlamayarak inkâr etme yöntemine başvurdu.
Ancak o dönem tüm büyük haber kanalları, usulsüz yayınlara karşı Federal İletişim Komisyonu
tarafından denetleniyordu.
Dolayısıyla bu kasetler de
demanyetizasyon işleminin ardından ıskartaya çıkarılıyordu.
Demanyetizasyon, manyetik güç uygulayarak bir kasedin mevcut sinyallerini
bozma işlemine deniyor.
Bu işlemin ardından kaset yeniden çalıştırıldığında, sinyali
bozulan ve dolayısıyla okunamayan kısımlar atlanıyor.
Filmin manyetiği bozulmuş kopyalarını birleştirmek teoride işe yarar
gelebilir, şayet içinde enformasyon namına bir şey kaldıysa…
Rosler’ın bulduğu kasette, anlamlı ve anlamsız kesitler art arda
sıralanıyor: silah gönderiminden bahsedilen ama kırpılmış cümleler, Reagan
yönetiminin açıklamaları, Sovyetler ve medyada haber olmuş çeşitli
spekülasyonlar…
Bulduğu kaset, Rosler’ın 1985 tarihli “Gerçek Olamayacak Kadar Kötüyse,
DEZENFORMASYON Olabilir” adı eserine kaynaklık etti.
Rosler, bu video işinde, kasetteki kırpılmış cümlelere, hikâyenin
kopukluklarına dikkat çeken üstyazılar ekledi.
Bu ilk versiyondan sonra, videoya Başkanın askerî müdahale odaklı “Reagan
Doktrini”ni okuduğu 1985 tarihli konuşmasından bir bölüm eklendi.
Rosler’ın videosunu izlerken, en başta olayın ne olduğunu anlamaya çalışsak
da, bir süre sonunda yorulup boş boş bakmaya başlıyoruz.
O esnada aklımızdan sergiyi gezdikten sonra ne yapacağımız, ne yemek
istediğimiz ve video sanatının ısrarla neden bu kadar anlaşılmaz olduğu gibi şeyler geçiyor.
Kırpılmış cümleler arasında Bir Canon A-1 kamerasının reklamından ifadeler
de yer alıyor: ilhamla ve alan derinliğini kontrol etmekle ilgili bir şeyler…
Sonra aniden Reagan çıkıyor karşımıza.
Oldukça net.
Daniel Ortega’nın başkanlık ettiği ve Sovyet Bloğu’nun da desteklediği
Sandinista diktatörlüğünün, halka ve kiliseye baskı uyguladığını, ifade
özgürlüğünü kısıtladığını ve komşu ülkelere komünist terör saldırıları
düzenlediğini anlatıyor bize.
Özgürlük savaşçılarına destek
vermenin Birleşmiş Milletler tüzüğüne uygun olduğunu söylerken, aklımızda kalan
hâlinden daha yakışıklı görünüyor.
Sonra yine kesilmiş görüntüler geliyor: idari memurlar, uçaklar, roketler, Canon A-1
ve onun muazzam alan derinliği özelliği.
Amerikan ordusunun Porto Riko’daki faaliyetleri, tank ateşleri, kıyıya
çekilen denizaltı görüntüleri ve Sovyet savaş uçaklarının arşiv görüntülerini Küba
ile Nikaragua arasındaki yakın ilişkiyi vurgulayan sahneler takip ediyor.
Bunlar çoğunlukla ülke bayraklarının görsel açıdan birbirine benzerlikleri,
Küba’daki uyuşturucu trafiği ve ABD’den Küba’ya uçurulan dolar banknotlarına
ilişkin illüstrasyonlarla destekleniyor.
Ardından Piyade İhtiyat Birlikleri için yapılmış bir reklamın başını
izliyoruz.
Helikopterden atlayan ‘beyaz’ askerler, kadraj dışında bir düşmana karşı
ateşlenen makineli tüfekler, arka plandaki patlama sesleri…
Ve video sona eriyor.
Edebiyat eleştirmeni Philip Fisher, Alice Harikalar Diyarında’yı
(1865) okumanın yetişkin zihnimizde, dil becerimizin anlama ile anlayamamak
arasında gidip geldiği çocukluk dönemine mahsus kafa karışıklıkları
yarattığından bahsetmişti.
Önce anladığımızı sanıyoruz, sonra anlamadığımızı düşünüyoruz ama yazar her
koşulda anlatmaya devam ediyor.
Rosler’ın video işi için de buna benzer bir durum geçerli.
Video, dikkatli izleyicide, ilk önce dezenformasyon hissi yaratıyor.
(Rosler’ın eserleri her zaman, art
niyetli eleştirmenlerin düşündüğünden çok daha açık uçlu ve
izleyiciyi düşünmeye sevk ediyor.)
Neyse ki dezenformasyonun Wikipedia’daki karşılığı da sorguladığımız
hâlinden kopuk sayılmaz.
Wikipedia, Rusça dezinformatsiya’nın çevirisi olduğunu
belirttiği bu kelimeyi Joseph Stalin’e atfediyor.
Komünist Romanya’nın Gizli Polis Teşkilatı Resmî Başkanı Ion Mihai
Pacepa’nın, Stalin’in kasıtlı olarak, kavramın Batı’daki köklerini
çağrıştırması maksadıyla Fransızcaya benzer bir terim türettiğine ilişkin
sözlerine de yer veriyor.
Hakikat ile yalanın aynı formatta olduğunu farz ederiz, örneğin
bir önerme ya da bir denklem gibi.
Denklemin biri doğru, biri de yanlış olsun ama sonuçta her ikisi de
denklemdir ya da bir ifade hatalıyken diğeri değildir, ama sonuçta ikisi de
ifadedir, gibi.
Rosler’ın videosu ise bize yalanın kendine has bir format olduğunu
düşündürüyor.
Bir enformasyon doğru olmasa da kırpılıp manipüle edilebilir, onun
karşısında duran bir başka enformasyon da bütün, sıkı örülü ve eksiksiz
durabilir.
Yaşadığımız deneyim; kısıtlı ve müdahale barındıran bir sözde gerçekçilik ile
kısıtlanmamış, kesintiye uğramamış hikâye arasındaki çelişkidir; ikincisinin
doğruluğu tatmin edici değildir ama hiçbir kıstas tanımayan ilkinden de yeğdir.
Dezenformasyonun işlevi beyninizi yıkamak değil, sizi korkuyla, belirsizlikle ve
şüpheyle felce uğratmaktır.
Bir şeyi yalanlama stratejisi değildir bu; daha ziyade o şeyin çevresinde bir
dezenformasyon bulutu yaratmaktır ki o şey hakkında varılacak her yargı
kuşkulu, taraflı ve yabancı hissettirsin.
Bu meşum bilinç aslında yargıların hâlâ gerekli olduğunu kabul eder: Yoksa
onları zapt etmek için neden bunca zahmete girilsin?
Dezenformasyon deneyiminin tuhaf yanlarından biri izleyiciyi yüceltmesidir
ki yurttaşlar genelde bunu pek kabul etmek istemez.
Dezenformasyon fikrimize önem atfederek bizi pohpohlarken, aslında bu fikri
saptırmaya ve etkilemeye çalışır.
Biz önemsizliğimizi kabul etsek dahi, o, fikirlerimizin sandığımızdan çok daha önemli
olduğunda ısrar eder.
Dezenformasyon hakikat istencini kamçılar, ancak burada esas amaç
hakikati saptırmaktır.
Hakikatin kıstası onunla açık ya da örtük biçimde ilgisi olmayan şeylerin
kamu nezdinde sergilenmesidir; pek sağduyulu bir yaklaşım olmasa da…
Ve bir yalan sadece doğru olmadığı için değil, sanat
olmadığı için de yalandır.
Ancak sanatın olmadığı koşulda, neyin gerçek olup neyin
gerçek olmadığı sorununu çözmek mümkün olabilir.
Sanatın, iktidarı rahatsız etmesinin sebebi budur.
Eski bir soruyu tekrar hatırlatır sanat: “Seni biliyorum, peki ben neyim?”
Alain Badiou Özne Teorisi’nde (1982) şöyle der: Gerçeğin,
simgesel olanı bölmek yerine öldürmesine izin verdiğimizde, kaygı ortaya çıkar.
İktidarın sanata bakışı tam olarak budur: iktidarın simgesel etkinliğini
bölmek yerine öldüren bir şey olarak sanat.
Bani Abidi, Singapur Bienali için yaptığı 2006 tarihli Rezerve adlı
videoda, kim olduğunu bilmediğimiz bir liderin şehre gelişi için yapılan
hazırlıklar üzerinden simgeseli parçalıyor.
Ellerinde kâğıt bayraklarla sıraya girmiş çocuklar, kâğıtlarını toparlamaya
çalışan bürokratlar, rezerve yazılı koltuklarda kıpırdanıp duran izleyiciler, bir
barikatın ardında karşılıklı sigara yakan şoförler…
Her şey son derece olağandışı ve yöneticilerin, hükümleri altındaki
gündelik hayatın mahiyetini kavramaları pek mümkün değil.
Bu anlamda, dezenformasyonun ilk seyircileri bizzat iktidar sahipleri
oluyor.
(Liderlerin, egemenlik alanlarında olup bitenleri öğrenmek için tebdil-i
kıyafet halk arasına karışması tüm dünyada masallara konu olmuştur.)
ABD Başkanı Donald Trump’ın Fox News’u, Fox News’un da Trump destekçilerini yönettiğini
düşünmek kolayınıza geliyor olabilir.
Ama gerçek şu ki Trump, ne
yapacaklarını söylemek için değil, kendisinin ne yapacağını
bilmek için Fox News’u izliyor.
Dezenformasyonun asimetrisi, düzen ve eşitlik isteğimizle beslenir; bu asimetri,
gericiliğin de devrimin de kendi geçerli argümanları olduğu, insanların bu
argümanlar arasında özgür iradeleriyle seçim yaptıkları vehmine zemin teşkil
eder.
Bu güven verici simetri inancındaki sorun, iki cenah arasında ne fark
olduğunu hesaba katmamasıdır.
Gericiliğin kazanmak için bir argümanı çürütmeye ihtiyacı yoktur, zira birikim zaten
ondan yanadır: Bu birikimin kendiliğinden devinimi, gericiliğin amaçlarına
ulaşmasına yeter.
Akla yatkın bir tutum benimsenmeksizin silahlar satın alınabilir, paralı askerler
tutulabilir ve halkla ilişkiler korunabilir.
Sağ kanat teorisi diye bir şey yoktur; sadece gerici strateji ve
faşist taktikler vardır.
Bu yüzden bir muhafazakârın, Joseph de Maistre gibi bir reaksiyoner ile
muhafazakâr düşünür Burke’yi kılı kırk yararak kıyaslamak gibi bir işe
giriştiğine tanık olmazsınız.
Bu tür şeyleri sadece solcular yapar.
Bu yüzden sol içinde hiziplerden, birbirinden ayrılmış grup ve
fraksiyonlardan geçilmez.
Solun hayatta kalmak için teoriye ihtiyacı vardır, sağ
ise teori karşısında hayatta kalamaz.
Sermaye tartışmaz, sadece vardır.
Siyaset bilimi bölümlerinin birinci sınıflarında bile sağcı düşünce
kuruluşlarından daha fazla tartışma yürütülür.
Dezenformasyonun estetiği, dengesizlik ve asimetri estetiğidir: bir taraf
tüm imkân ve kaynaklara sahipken, tüm fikirler diğer tarafın elindedir ve
durmadan onlar hakkında kavga eder.
Dezenformasyonun etkisi, bir enformasyona tekrar tekrar maruz kalmanın o
enformasyonu etkisizleştirmesinden gelir.
Bilgilendirici niteliğini kaybeden enformasyon da, varlık gerekçesini yitirmiş
demektir.
Ne var ki yalan olduğu sabitleşmiş bir yalan da değildir.
Bir enformasyon ne kadar sık tekrar
edilirse, bilgi verme niteliğini o kadar kaybeder ve
sonunda içi boşalır.
Ama dezenformasyon, gerçeğin sahneye çıkmasını göze alamaz.
Bu açıdan bakıldığında, enformasyon piyasasına erişimi kısmak pek tavsiye
edilmese de, makul bir çözümdür.
Protestanlarla Katolikler arasındaki ihtilaf bunun iyi bir örneğidir.
Bu ihtilaf, kimin İncil’i anlaması gerektiği ve İncil’in göz ardı edilmesi
gereken saçma bir kitap olup olmadığı sorularına dayanır.
Püritenler vitrayları yok etmişlerdir çünkü kendi iradelerini kendilerinin
belirlemesini istemişlerdir.
Anlaşılır bir şey belki, çünkü okuma yazmanın yaygın olmadığı koşullarda
resim yegâne dezenformasyon aracı olabilir.
Hâlâ parlak, sesli ve figüratif
olanın her zaman yalan olduğunu düşünüyorsanız, farkında olmadan Protestan
olabilirsiniz.
Şayet soyut, sessiz ve gösterişsiz olanın taşralı güç simsarlarının kendini kandırma
biçimi olduğunu düşünüyorsanız da, Katolik olabilirsiniz.
Bu, söz konusu eğilimlerin birinin diğerinden daha seçkinci olduğu anlamına gelmiyor; bu, daha
ziyade neyin herkes ve
neyin seçilmişler için olduğuyla ilgili bir sorun.
Katolik estetiğinde, figüratif resim herkes için; söz ise belli bir kesim
içindir.
Protestan estetiğinde, herkes sözleri okuyabilir ancak soyut imgeler sadece seçilmişler
tarafından kavranabilir, üstelik açıklanmaları da bir yığın Latince kelime
bilgisi gerektirir.
Katolik Bavyeralı bir Alman olan sanatçı Hito Steyerl’in sanatını değerli kılan da, halk dilini savunan
Protestan anlayışını Katolikliğin figür ve resim
anlayışıyla biraraya getirmesidir.
2016 tarihli işi Hell Yeah We Fuck Die’da, sanatçı, İngilizce
şarkılarda en sık kullanılan beş kelimeyi büyük ve dikkat çekici heykellere
dönüştürmüş, onları her tür işkenceye maruz kalan robotların yer aldığı
videolarla birlikte sergilemişti.
“Yanlış anlamayın,” diye uyarmıştı Steyerl, “figüre karşı olanların yüksek
kültür yerine popüler olanı koyması değil bu; sadece anıtsal olan bu defa
figürleriniz değil sözleriniz.”
Steyerl’in 2009 tarihli ufuk açıcı makalesi “Kötü İmajı Savunmak” (In Defense of Poor
Image), Fransız düşünür Guy Debord’un başyapıtı Gösteri Toplumu’yla
(1967) açılan dönemin sonunu ilan ediyordu.
Debord’a göre, imge olmak zaten ölmüş olmaktır, zengin olmaktır ve bir yalandır.
“Bir zamanlar yaşanmış olan her
şey,” diye yazar Debord, “artık temsil oldu”.
Bu sav, nüfusun çoğunluğunun, üç
televizyon kanalından birini seyrettiği bir dünyada geçerliydi.
Artık Rosler’ın yaptığı gibi,
metaforik açıdan mükemmel atıklar çıkarmak için eşeleyeceğimiz bir kitle
kültürü çöplüğü de yok.
Bunun yerine Steyerl’in “kötü imajı”; çevrimiçi mikro-kültlerin, yerel
ilahlara atfedilen mabetlerin, dijital ortamda günah çıkarmaların ve yerel ağ
tabanlı ayinlerin yükselişini yansıtıyor.
İyi haber ise şu: Güzel şeyleri
beğenmiyormuşuz gibi davranmaya gerek yok artık.
Dezenformasyona karşı istediğimiz yolla savaşabiliriz.
Sefil ve kayıtsız güneşimizin altında olup biten her şey gibi çok yüklü ve kuşatıcı olan bu estetiğe karşı savaşmalıyız da.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder