Çağdaş Ne Zaman Başladı?
Modern ile çağdaş arasındaki ayrım,
Batı sanat tarihinde değil, “modernlik” ve “modernizm” kategorilerine yönelik
Sovyet tepkisinin bir sonucu olarak 1945’ten sonra Doğu Avrupa’da sabitlendi.
Örneğin, tarihsel şimdiki zamanın sosyalizmin
fiilî varlığıyla tanımlandığını düşünen Georg Lukács’a göre sosyalist realizm,
“çağdaş realizm”di.
1954’te kurulan Zagreb Çağdaş Sanat
Kent Galerisi, 1960’lardan önce “çağdaş” etiketini kullanan tek tük sanat
kurumundan biriydi.
Doğu Avrupa’da “modernlik”
kavramının, ideolojik bir çarpıtma olduğu, tarihsel zamansallık ve temsil
içindeki çatışan sınıf formlarının üzerini örterek kapitalizmin tarihsel
zamanına ilişkin yanlış bir anlatı sunduğu düşünülüyordu.
Daha sonraları, Batı’da modern/çağdaş
ayrımı yerleştikçe, ihtilaflarla örülü politik bir ayrımı değil, kronolojik
zamanın basbayağı tarihselci bir şekilde taksim edilmesini ifade etti (tabii
ayrımın sırf bu nedenle, zımni teorik yapısı ve etkileri itibariyle daha az
ideolojik olduğu söylenemez).
Fakat, “1945-sonrası sanat”ın sanat
kurumları ve yayıncıları tarafından çağdaş sanat olarak kodlanması, ve
Rönesans’tan başlayıp Barok, Neoklasizm, Romantizm, Modern Sanat diye ilerleyen
belli başlı tarihsel hareketler dizisinin sonuna eklenmesi 1980’lerde oldu.
Bu, çifte bir kabul anlamına
geliyordu: hem belirli bir modern sanat kanonunun giderek maziye karıştığı
onaylanmış oluyor, hem de şimdinin sanatının bundan böyle (formalist, mecraya
özgü anlamıyla) modernizmle özdeşleştirilemeyeceği öne sürülüyordu.
Böylelikle, daha geniş bir
“1945-sonrası sanat” kümesi, savaş-sonrasının modernist formalizm kanonunu
yutan ve yeniden kodlayan genişletilmiş bir şimdiki zamana dahil edilebildi.
Bunun sonucunda, tam da önceden
“post-formalist” olarak nitelendirilen pratikler için “postmodern” kavramının
kullanılmaya başladığı bir sırada, “çağdaş” da “modern”in sanat-kurumsal ardılı
haline geldi.
1945, ABD sanat kurumlarının ve dolayısıyla
bizzat ABD sanatının uluslararası hegemonyasının başlangıcını temsil eder.
Savaş öncesi avangard pratiklerden
arta kalanların müzeler tarafından içerilmeye başlanması ve sözde
neo-avangardların kurumsal yükselişi yine bu tarihe denk gelir.
Kronolojik açıdan bu, çağdaş sanata
ilişkin halihazırda kullanımda olan dönemleştirmelerden en kapsamlısıdır.
Çeşitli açılardan fazlasıyla geniş;
fakat, başka yönlerden oldukça dar bir dönemleştirme...
Sözgelimi, sanat tarihi ve sanat
eleştirisi bağlamında, soyut ekspresyonizmle gerçekten hâlâ aynı şimdiki
zamanda mı yaşıyoruz?
Veyahut, bu kronolojik
dönemleştirmenin kaçınılmaz olarak ima ettiği gibi, Birinci Dünya Savaşı
yıllarının Duchamp’ı, “çağdaş sanat” kategorisinin tümden dışında kalacak kadar
bize uzak mı gerçekten?
Bu tür sorunlar, sanat tarihinin
zamanına ilişkin salt kronolojik bir kavrayışın yetersizliğine dikkat çekiyor.
Her şeye rağmen, bu tür kaba
dönemleştirmelerde bile üzeri örtülmüş bir niteliksel boyut vardır: bir kırılma
ânı ki, bu durumda, söz konusu dönemin, yani savaş-sonrasının başlangıcıdır.
Bu âna şimdinin zaviyesinden
baktığımızda, Japonya’daki tartışmalardan aşina olduğumuz ama Avrupa ve
Amerika’da nadiren sorulan bir soru gündeme geliyor: Savaş-sonrası ne zaman
sona erecek?
Çoktan sona ermedi mi?
Çağdaş kavramına ilişkin en keskin,
sınırları en eleştirel bakışla çizilmiş tanıma sahip olanlar, bu ikinci soruya
dosdoğru olumlu cevap verenlerdir – bu duruş, aşağıda açıklayacağımız üçüncü
dönemleştirmeyle temsil ediliyor.
Fakat, geniş çağdaş sanat tanımına
göre, sanat eleştirisi açısından hâlâ esasen uzatılmış bir savaş-sonrasında
yaşıyoruz.
Bu dönemleştirmenin esas aldığı
coğrafi bölge formel olarak tüm dünyadır – ne de olsa, başlangıç olarak
belirlediği tarih, bir “dünya” savaşının sonudur.
Ama, fiiliyatta, ABD’nin (yani, savaş
sonrasıyla başlayan Soğuk Savaş’ın taraflarından birinin) bakış açısından
görülen ve seçilen bir sanat dünyası söz konusudur.
Savaş-sonrası çağdaş sanat tanımı,
çok yakın bir zamana kadar yalnızca modernist mirasların sürdürülmesine ya da o
vakitler güncel olan Batılı formların ithaline dayalı, dışsal olarak
anlaşılabilir bir sanatsal “muhalefeti” kaydediyor; “reel sosyalist” devletleri
(1945-1990) ise tarihsel zamandan fiilen dışlıyordu.
Bu, MoMA’nın, savaş-öncesi Avrupa
avangardlarının ürettiği eserleri 1930’larda kurumsal olarak temellük etmesi
sayesinde mümkün oldu.
Böylece, savaş-sonrası soyut ABD
sanatı, bu projenin otantik devamcısı oluyor; dolayısıyla “Batı” sanat geleneği
de bir bütün olarak sunulabiliyordu.
Öyleyse, bu dönemleştirmenin başat
versiyonu sanatsal açıdan soyutlama mirasına öncelik tanır.
Şimdilerde kanon yavaş yavaş
genişlemekte olsa da, bu dönemleştirme Duchamp, Dada ve sürrealizmin kavramsal
ve politik mirasını yok sayma pahasına sonraki yılların sanatını bu terimler
üzerinden okuma eğiliminde oldu.
(Dadaizm ve sürrealizm, Alfred H. Barr’ın ünlü
şemasına salt “geometrik olmayan soyutlamaya” katkıda bulunan hareketler olarak
girebilmiştir – yani, esas itibariyle hâlâ pentüre bağlı akımlar olarak.)
Bu, jeopolitik olarak koskoca bir çağla tanımlanan (ve Batı sanat tarihi
içinde en geniş politik belirlenimlerin ağırlığını kaydeden), ama hem geçmişe
dönüklüğü hem de kısıtlı coğrafi odağı itibariyle oldukça dar bir dönemleştirmedir.
İkinci dönemleştirme ise,
çerçevelendirme itibariyle, sanat pratiklerine ve bu pratiklerin sanat-kurumsal
alımlanışına içkin gelişmelere odaklanır.
Bu dönemleştirmeye göre, çağdaş sanatın başlangıcı, 1960’ların ilk
yıllarında bir yerlerdedir: en başta performans, minimalizm ve kavramsal sanat
olmak üzere bir dizi yeni eser türünün, genel kabul gören nesne-temelli ve
mecraya özgü neo-avangard pratiklerden ontolojik olarak koptuğu anda.
Bu bakış açısına göre, çağdaş sanat, kavramsalcılık-sonrası [post-conceptual]
sanattır.
Bu kopuş, tarihi kesin olarak
saptanabilecek ampirik bir “olay”la değil, genel olarak “Altmışlar”la
tanımlanır: yalnızca Kuzey Amerika ve Avrupa’yı değil, Güney Amerika’dan
Güneydoğu Asya’ya dünyanın dört bir yanını saran o karmaşık toplumsal, politik
ve kültürel radikalizmlerin biraraya geldiği dönemle.
Politik olarak, bu olayı “68”le temsil etmek gibi bir kolaycılık söz konusu
olsa da, bu kopuşun sanatsal açıdan en belirleyici tezahürlerine 60’ların daha
erken yıllarında rastlanır.
60’lar, aynı zamanda çağdaş sanatın uluslararası boyut kazanmaya başladığı
dönemdir – tabii ağırlıkla Kuzey Amerika’nın, ve arkasından Avrupa’nın
hegemonik çerçevesi dahilinde.
Bu yıllarda özellikle Japon ve Güney Amerikalı sanatçılar uluslararasılaştırıcı
ABD hegemonyasına dahil olurlar.
Bu dönemleştirme, kavramsal olarak
merceğine sanat eserinin ontolojisini alır – ki bu, ağırlıklı olarak ABD
menşeli bir anlatı çerçevesinden kaynaklanır.
Buna rağmen, ironik bir şekilde,
hesaba kattığı sanatsal bölge itibariyle jeopolitik açıdan ilk dönemleştirmeden
daha kapsayıcıdır.
(Gerçi bu tanım da, 1960’larda ve
1970’lerde Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa ve Çin’de üretilen “İkinci Dünya”
sanatını ancak 1989’dan sonra kendi çerçevesine dahil etti, o da ancak geçmişe
dönük bir hamleyle, ve sanatın çağdaşlığına yapısal olarak katkıda bulunan bir
üretimden ziyade bir eklenti olarak.)
Bu bakış açısının kapsayıcılığının
sebeplerinden biri, Batılı devletlerin iç politikaları üzerinde ciddi etkileri
olan anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketlerindeki tırmanışın bu dönemin
başlarına denk gelmiş olmasıdır.
Bir diğeri ise, ticari havayolu seyahati ve
iletişim teknolojilerindeki gelişmelerdir.
Her şeye rağmen, bu dönemleştirmenin
birleştirici ilkesi, bu sanatın kendinden önce gelenlerden kesin bir kopuş
gerçekleştirmesini sağlayan kökten dağınık ve maddi olarak yaygın karakteridir
– bu da, sanatın, çoğu kitle iletişim araçlarından ödünç alınmış, geleneksel
olmayan araçları kendi bünyesine katmış olmasıyla ilintilidir.
Bu tanıma göre, çağdaş sanat, sonsuz
sayıda araçtan faydalanır ve daha önceleri sanat mecralarını tanımlayan,
tarihten devralınmış uzlaşımların ötesine geçen, kurumsal ve felsefi temelleri
olan genel bir “sanat” anlayışıyla çalışır.
Halihazırda üretilen ve kurumların
onayından geçen sanatın hatırı sayılır bir kısmı, hâlâ bu anlamıyla –yani sanat
eleştirisine içkin anlamıyla– çağdaşlığa erişememiştir.
Mevcut sanat eleştirisi söylemi
içinde yer alan üçüncü ana dönemleştirme, daha yakın bir tarihi esas alır:
“1989-sonrası sanat”.
Sembolik olarak 1989, Berlin
Duvarı’nın aşıldığı yıldır.
Soğuk Savaş bağlamında düşünecek
olursak, 1989, 1945’in diyalektik muadilidir.
1989’la beraber Soğuk Savaş nihayet
sona erer.
Fakat dünya politikası açısından
bakacak olursak, 1989, 1917’nin (Rus Devrimi’nin) diyalektik muadilidir.
Bu dönemleştirmenin temel savı şudur:
1917-1989 arası yıllar dünya tarihi açısından anlamlı bir “dönem” (tarihsel
komünizm çağı) teşkil ediyorsa eğer, çağdaş sanatın bundan böyle 1989-sonrası
sanat olarak tanımlanması gerekir.
Politik olarak “1989”, tarihsel
komünizmin (veya reel sosyalizmin) sonuna; bağımsız sol politik kültürlerin
tasfiyesine ve dünya ekonomisinin halihazırdaki motoru olan Çin’i bünyesine
katan sermayenin neoliberal küreselleşmesinin nihai zaferine işaret eder.
Sanatsal olarak bu, 1980’lerden
günümüze, kurumların onayını almış sanatın birbiriyle kesişen üç özelliğine
tekabül eder: avangardın tarihsel ufkunun görünürde kapanması; özerk sanatın
kültür endüstrisine giderek daha çok entegre olması; ve bir sergileme biçimi
olarak bienalin küreselleşip ulusaşırı nitelik kazanması.
Bu üçü arasında en sorunlu olanı
ilkidir, çünkü günümüzde avangard yalnızca sanat eserlerinin biçimsel, tespit
edilebilir özellikleriyle ilgili bir mesele değildir; tarihsel anlamların
eleştirel bir bakışla inşa edilmesi de avangardı ilgilendirir.
Dahası, iki farklı avangard biçiminin
var olması meseleyi daha da çetrefil bir hale sokar.
Peter Bürger’in Avangard Kuramı’ndan sonra şöyle bir temayül
oluştu: 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan klasik ya da “tarihsel”
avangardların sanatla politikayı kaynaştıran perspektifi, 1940’ların ve
1950’lerin salt “sanatsal” neo-avangardlarından ayrıldı.
Neo-avangardlar, avangard sanat tarihi modelini, sosyo-ekonomik ve politik
değişimle ilişkisinden bağımsız olarak sürdürmeye teşebbüs ediyordu.
1989’dan, hatta 1960’lardan bu yana üretilen ve uluslararası ölçekte
sergilenen muazzam çeşitlilikteki eserlerin en açıktan meydan okuduğu şey, işte
bu neo-avangard sanat tarihi bilincidir.
Öte yandan, 1960’larda ve 1970’lerde üretilen bir dizi eser de, tarihsel
avangardların toplumsal ve politik açıdan daha karmaşık olan
perspektifini diriltmişti.
Bunların bazıları doğrudan politik mahiyette eserlerdi; bazıları ise ya
güçlü sanat-karşıtı unsurlara sahipti ya da sanat kurumuna ve topluma yönelik
eleştiri barındırıyorlardı.
Bu tür eserler, tarihsel anlaşılırlıklarını gelecek üzerindeki
iddialarından almaya devam ettiler; ama bu artık, politik açıdan gerçek bir
gelecek değil, soyut olarak yansıtılmış (hayalî) bir gelecek, ya da salt bir
ufuktu.
Tarihsel avangardların perspektifi ile neo-avangardlarınki arasında gidip
gelen bu tür eserlere günümüzde hâlâ rastlıyoruz.
Buna rağmen, uluslararası sanat kurumları, çağdaş eserleri sergilerken
avangardın tarihsel bilincini nadiren esas alıyorlar; bu ender durumlarda da,
bunu yine çağdaş eserlerin kendilerinden devşirilmiş “retro” bir tarzda
yapma eğiliminde oluyorlar (Rus çağdaş sanat kolektifi Chto Delat’ın
eserlerinde olduğu gibi).
Bunun sebeplerinden biri, özerk
sanatın kültür endüstrisiyle giderek daha çok kaynaşması, bunun sonucunda
çağdaş eserlerin kurumsal çerçevelendirmesine daha dolaysız ve pragmatik bir
tarihsel zaman anlayışının dayatılmış olmasıdır.
Gerçi bu son derece çelişkili bir
süreçtir.
Çünkü söz konusu kaynaşma hiçbir
şekilde özerkliğin, metalaşma ve politik rasyonalite tarafından tümden hükümsüz
kılınması anlamına gelmez.
Daha ziyade, özerkliğin yeni bir
sistemsel işlev kazandığından (yeni bir tür “olumlayıcı kültür”den)
bahsedebiliriz.
Özerkliğin kazandığı bu yeni
sistemsel işlev (sanatın “yararsızlığı”nın bu yeni “yararı”), bienalin
ulusaşırı bir sergileme biçimine dönüşüp uluslararası politika ve bölgesel
kalkınma mantığına entegre olmasına tekabül eder.
Bu bakış açısına göre, sanat “çağdaş”
kalmak istiyorsa bu yeni bağlamı düşünsel olarak kendi işleyiş usullerine dahil
etmek zorundadır.
Öyleyse, bu üçüncü dönemleştirme
açısından bakacak olursak, çağdaş sanata ilişkin bu üç dönemleştirme, her biri
kendine yeterli ve birbiriyle rekabet halindeki alternatif tanımlar olmaktan
çok, farklı dozlarda çağdaşlıklar; iç içe geçen farklı tarihsel tabakalardır.
Zaman zaman aralarından biri yüzeye
daha çok yaklaşıyor olabilir; ama bu durumda bile her zaman diğer iki tabakayla
olan ilişkileri tarafından dolayımlanmıştır.
İşte, ikinci tanıma göre çağdaş sanatı ontolojik
olarak karakterize eden yapısal özelliklerin bir eserde eklemlenişini her tikel
durumda dinamik kılan unsur, şimdinin kendi içinde farklılaşmış bu tarihsel
zamansallığıdır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder