Aşk, Sanat, Siyaset
Romantiklerden beri sanatın meselesi hayatı akıl üzerine değil, hayal
üzerine inşa etmektir.
İhtiyaç ve yarar üzerine değil, arzu
üzerine inşa etmektir.
Bir anlamda hakikatin kaynağı arzudur.
Deleuze’e göre gerçek siyaset, arzunun özgürleşmesidir.
Arzu ise baştan çıkaran her şey gibi dişildir.
Arzu demek, en başta aşk demektir.
Breton, sürrealist manifestosunda “sanatın en basit ifadesi olan aşka
çevrilmesi” gerektiğini yazar.
Sanat aşka çevrildiğinde hayatla birleşir.
Çünkü “aşk, her insanı hayatla kaynaştıran yegâne düşüncedir…
Bütün düşüncenin saklandığı ideal
mevkidir…
Hakikatin bizi alt üst eden keşfine dayanan tam bir bağlılıktır.”
Demek ki Breton’a göre sanatın, hayatın, düşüncenin, hakikatin
kaynağı arzu ve aşktır.
“Bir şekilde yeryüzü, buyruklarını kadınlar üzerinden verir…
Bu nedenle aşk ve kadınlar her bilmecenin en açık çözümüdür: Kadını bilirsen
gerisi kendiliğinden gelir.”
Alain Badiou’ye göre de “aşk her zaman dünyanın doğuşuna tanık
olma olasılığıdır.”
Ve aşk “kendisi dışında her şeyi yeniden anlamlandırabilir.
” Bu düşüncelerin kökleri, kaynakları insanoğlunun başlangıcına kadar
gider.
Ütopyaların kaynağı olan tarih öncesi toplumlara kadar.
Sürrealist, antropolog, sosyolog Bataille’a göre insan, cinsel arzusunun farkına
vararak insan olmuştur.
Ve bunun oyun oynamak gibi bir işe yaramadığını anlayarak (veya keyfini çıkararak).
Bir başka deyişle özerk olduğunu hissederek.
Tanrılar baştan dişildir.
Gökyüzü ana-tanrıçanın rahmidir.
Yeryüzünün, doğanın egemeni ana-tanrıçadır.
Hatta yeryüzü ve doğa bizatihi kadındır.
Hayvanlar, bitkiler, dağlar, taşlar onun görünümleridir.
Toprak anadan doğarlar.
Yeryüzü kadar, yeraltındaki ölüler ülkesi de onun temsilidir.
Hayatı veren de, alan da odur.
Dişil tanrı ayrıca zamandır.
Rahmi, aydır.
Kanamaları ayın hareketlerini, dolayısıyla takvimi düzenler.
Tanrıça doğanın olduğu kadar,
sanatın da varlığının kaynağıdır: Dans, müzik,
oyun, taklit (drama), hepsi onun marifetleridir.
Binlerce yıl sonra aydınlanma arifesinde bile, örneğin
Robert Fludd’ın ansiklopedik bilgi şemasında, Tanrıça'nın
doğayı ve sanatı yaratışına ilişkin aynı tasvirlere rastlarız.
Fludd’ın ayrıntılı şeması, bize dünyanın nasıl resmedildiği hakkında fikir
veriyor.
Şemanın tepe noktasında görüldüğü gibi Tanrı, evreni
hiçliğin bulutlarından yaratıyor…
Altın varlık zinciri Tanrı’yı tabiata, tabiatı sanata bağlıyor.
Tabiatı dönüştüren sanatlar.
Göğsündeki güneşle ve kasığındaki ayla güzel bir bakire olarak tasvir
edilen Tabiat’ın kalbi yıldızlara ışık veriyor.
Yıldızların etkisi aydan (rahimden)
yeryüzüne giriyor.
Sağ ayağı dört temel öğeden toprağın, sol ayağı da suyun üstünde duruyor.
Bunlar da, onlarsız hiçbir şeyin yaratılamayacağı sülfür ve cıvayı
simgeliyor.
Tabiat’ın yardımcısı sanat: Tabiat’ın maymunu.
Varlık zinciri onu Tabiat’a, hem de onun aracılığıyla Tanrı’ya bağlıyor…
Yeryüzünü mutlu ve güzel kılma fırsatı veren sanatlar, dört
çemberle temsil ediliyor: Serbest sanatlar (mühendislik, kozmografi, astronomi,
aritmetik, müzik, geometri, resim ve istihkâm); hayvanlar âleminde(animalia)
tabiatı ikame eden sanat (tıp, arıcılık, ipekböcekçiliği, kuluçkacılık),
bitkiler âleminde (vegetabilia) tabiata yardımcı olan sanat (ağaç
aşıcılığı ve toprağın işlenmesi);madenler âleminde (mineralia) tabiatı
düzelten sanat (damıtma)…
Nadire kabinelerindeki birçok nesne de bu gibi sembolik anlamlar taşır.
Baştan kadınla doğa (toprak), hayvan, hatta bitki arasında ayrım yoktur.
Ayrıca eril ve dişil ayrımı da bölünmeden çok birleşmeye dayanır.
Çünkü yaradılış cinsel birleşmeyle özdeştir.
Ve bu birleşme de dişi olanın bir eylemi sayılır.
Erkeğin üremedeki rolü çok sonradan
keşfedilecektir.
Dolayısıyla birleşme anına özgü bir androjeniden bahsedebiliriz.
[Yani cinsellik, kadının bölgesidir,
aidiyetidir.
Öyle ki, Rönesans’ta da fallusun dişil bir organ olduğunu savunanlar
olmuştur].
Birçok uygarlıkta evrenin (kozmosun) yaradılışıyla ilgili efsaneler bunu
kutsal bir dişinin cinsel birleşmesiyle açıklar.
[Yani kozmik, orgazmiktir].
Örneğin, Hinduizm ve Budizm’in türevlerinden biri olan Tantra, evrenin
yaradılışını, tözü arzu olan Ana Tanrıça’nın seksüel oyunlarıyla açıklar.
O nedenle de yaratıcı gerçekliğin amblemi yoni, yani vulvadır.
Dişiliğin
ve rahmin yaratıcılığın kaynağı olduğuna ilişkin düşünce…
insan
zihninde 30000 yıl kadar önce yer eder.
Avrupa’nın
paleolitik dönem mağaralarına ait çok sayıdaki amblem ve objeler
vulvaya ait sembollerdir…
Örneğin
Fransa’da Peche-merle’deki büyük mağaralarda üçgen dişil
amblemlerle süslenmiş bir şapel bulunuyor.
Bütün
bu amblemler Hint türbelerinde görülenlerle tıpa tıp aynıdır.
Kısacası, çağlar boyunca insanlar, barınaklarını, tapınaklarını, eşyalarını,
üstlerini, başlarını, hatta paralarını; onların yaradılışını, hayatiyetini,
yaratıcılığını anlamlandırdıkları ve bu nedenle de kutsal
saydıkları dişil ve sonradan da eril organların ikonlarıyla donatmışlardır.
Cinsellik, dinsellik ve sanat birdir.
Modernizm-erotizm simbiyozuna geçmeden, bunu besleyen tarihsel
kaynaklara ilişkin kısacık bir kronoloji, bir profil çıkarmak istiyorum.
Erotizm Tarihi Üzerine Notlar : İlkel Komünizm,
Aşk, Siyaset
Kadının tanrı ve bilge olduğu, tarih öncesi, yazı öncesi, tarım, mülkiyet, polis,
uygarlık, kültür öncesi anaerkil toplumlar, komünal toplumlardır.
Mülkiyet yoktur, Badiou’nün “aşkın devleti” dediği aile yoktur ve asıl
önemlisi yabancılaşmanın (kültürün ve uygarlığın) kaynağı olan işbölümü yoktur.
Öyle ki bırakın cinsler arası işbölümünü (arıcılık-çanakçılık/çömlekçilik),
cinsel birleşmede bile bir işbölümü yoktur.
O nedenle antik/modern bütün ütopyaların kaynağı bu “altın çağ”a dayanır.
Dolayısıyla “altın çağ” aşkın siyasallığıyla ilgili de belirleyici bir
zaman.
Yunan Antikitesi
Çoktanrılı Yunan antikitesinde dişillik özellikle mitolojik tanrıçalar
aracılığıyla etkinliğini sürdürür.
Ama onlar sonunda erkeğe devrolmuş bir iktidarın, yaratıcılığın, bilgeliğin
araçlarıdır.
Yaratıcılığın esin kaynakları olan dokuz Müz'ü doğurtan Zeus’tur.
Zaten Pantheon'un zirvesinde o vardır.
Ayrıca Müzler, Apollon’un
gözdeleridirler ve onun hizmetindedirler.
Aşkın ve seksin tanrısı Eros da erkektir.
Şarabın, hazzın, oyunun, (tiyatronun), hayal gücünün tanrısı Dionysos
(Baküs) erkektir.
Satirik edebiyatı temsil eden Satir, erkektir.
Sonuçta antik sanat ve edebiyatta fallik ikonografi öne çıkar.
Priapus yükselir.
Ama yine de, erkeklerin cinsel olduğu kadar onunla iç içe olan entelektüel
eğitimi, tapınaklarda barınan kutsal fahişelerin elindedir.
Afrodit bir kurtizandır ve antik dünyanın en zengin tapınağı olan Afrodit
tapınağında bin fahişe çalışır.
Aslında kadınlar, erkek egemenliğin güçlenmesiyle
birlikte, "eşler" ve "fahişeler"
olarak ayrıldılar (Sümer, MÖ. 2000).
Eşler peçe takmaya başlarken, peçe fahişelere yasaklandı.
Örtünmenin temelindeki erkek-egemen kültür kaynağını bu zamandan alıyor.
Tektanrılı Dinler, Erotizm
Tektanrıcı dinlerde erilliğin iktidarı tırmanır.
Peygamberler erkektir.
Adem erkektir.
Kadın onun kaburga kemiğinden yaratılmıştır.
Hayvanları ve bitkileri o adlandırır.
Dili o kurar.
Kadın ilk günahın, evrensel günahın kaynağıdır.
Yılan Havva’yı, Havva Adem’i kandırır ve bilgi ağacındaki yasak
elmayı kopararak cennetten kovulurlar.
Yılan sürünmeye mahkûm edilir.
Havva yılanla bir tutulur.
Rönesans
Rönesans döneminde sekülerizmin ve hümanizmin örgütlenmesinde erotizm
önemli bir rol oynar.
Cinsel hayat üzerine tabular süratle yıkılır ve nihayet şair Aretino
(1492-1556) pornografiyi icat eder.
Kaynağı antik dönemde erotik, Priapatik şiirin üstatları olan Ovid ve
Virgil’dir.
Uzun bir zaman boyunca, pornografi sadece edebiyat ve sanat alanlarında
değil, felsefede de önemli bir yer işgal eder ve pornografik kitaplar livres
philosophiques olarak anılır.
Bu kolay anlaşılır; çünkü Aretino’ya göre “cinsel organlar (jenitalia)
ruhun penceresidir” ve “dünyanın bütün gizleri bir fahişenin bacakları
arasındadır”.
17. ve 18. yüzyıllarda Venedik’te, Siena’da, Fransa ve İngiltere’de açılan
akademilerde pornografiye önem verilir.
Öyle ki, zamanın önemli kurtizanları akademide ders vermeye çağrılır.
Sounçta liberter çevrelerde bir vajina kültü oluşur.
Ansiklopedist Diderot bile “konuşan vulva”dan bahseder.
Fahişenin öncü rolü Fransız Devrimi’nden sonra da sürer.
Fahişe yeniden varoluşun, düşüncenin ve siyasal direnişin kaynağıdır.
Bunun en sembolik ifadesi
Delacroix’nın Halka Yol Gösteren Özgürlük tablosudur (1830).
Bu tabloda “Özgürlük” muhtemelen bir fahişedir.
O dönemin önemli tarihçilerinden T.J. Clark’a göre cinsiyeti kamusaldır.
Romantizm, Modernizm, Avangard
İşte romantik devrimi izleyen estetik modernizm ve avangard bu
mirası canlandırmıştır.
Aşkı ve arzuyu sanatın, siyasetin, hakikatin kaynağına yerleştirmelerinin
tarihsel arka planı, jeneolojisi böyledir.
20. yüzyılda Avrupa’da modernist
sanatın erotizmle ilgili estetik politikası konusunda Alan Badiou’nün
düşüncelerine odaklanacağım ve onun 2008’de Avignon Festivali kapsamında
Nicolas Truong’la yaptığı söyleşiyi kapsayan Aşka Övgü kitabı üzerinde
duracağım.
Alain Badiou ve Aşkın Komünizmi
Badiou, Aşka Övgü kitabına Rimbaud’dan bir epigramla
başlıyor: “Besbelli aşkı yeniden icat etmeli.”.
Badiou’ye göre de “aşk yaşamın icat edilmesidir”.
Bu da “iki”nin icadıdır.
Badiou’ye göre, Platon’un aşk üstüne söyledikleri çok açıktır:
Aşığın coşkusunda bir evrensellik tohumu olduğunu söyler.
Aşığın deneyimi kendisinin İdea olarak adlandıracağı şeye doğru bir
atılımdır.
Sözgelimi, yalnızca güzel bir bedene hayran olurken bile, onu
istesem de istemesem de, Güzel’in düşüncesine doğru ilerlerim.
Ben de buna benzer bir şey düşünüyorum; bence aşkta, evrensel bir değer
taşıyan bir öğeye geçme olasılığı var.
Kendi başına ele alındığında yalnızca bir karşılaşmayla, neredeyse hiç önem
taşımayan bir karşılaşma noktasıyla dünya
deneyiminin yaşanabileceği öğrenilir…
Bu yüzden evrenselliğe ilişkin kişisel bir deneyimdir
ve felsefi açıdan çok önemlidir.
Dünya
birden değil de ikiden hareketle, benzerlikten değil de farktan hareketle
incelendiğinde, gerçekleştirildiğinde ve yaşandığında
nasıl bir yer olur?
Farklılığın
ilk ve temel sahnesidir.
Aşk
sayesinde düşünce “Bir”in iktidarından kurtulur ve
“iki”nin yasasına göre işler.
Aşkta,
elinizdeki ilk öğe bir ayrılıktır, bir bölünmedir, bir farktır.
“İki”
vardır elinizde.
[İkinci
öğe rastlantıya dayalı karşılaşmadır.
Aşk
en önce başka biriyle karşılaşmaya, rastlantıya teslim olmaktır.
Aşk
bir karşılaşmadan her zaman bir şeyler öğrenir.]
Ben
bu karşılaşmaya bir şekilde doğa ötesi anlamda bir “olay” gibi… bakıyorum…
İki
farkın karşılaşması bir olaydır, şaşırtıcıdır, sürprizdir…
Bu
sürpriz, temelinde bir dünya deneyimi olan bir süreci başlatır.
Aşk
yalnızca iki birey arasındaki karşılaşma ve kapalı ilişkiler değildir, o bir
kurma işlemidir, artık Bir’in değil, İki’nin bakış açısından bir yaşam oluşur.
Ben
buna “İki’nin sahnesi” diyorum.
Evrensel
olan şey de her aşkın bir değil de iki olma konusunda yeni bir gerçeklik
deneyimi ileri sürmesidir.
Dünyanın
yalnız bir bilinçten farklı biçimde görülebileceğini ve
yaşanabileceğini göstermesidir.
İşte
herhangi bir aşk bunun kanıtını sunar bize.
İki?
Badiou, insanlığın en yüksekteki görevinin “İki”nin düşüncesini ve
deneyimini oluşturmak olduğunu söyler.
Ancak bu çok zordur çünkü hiçbir şey “İki” kadar hem şansa, hem de
ısrarlı bir çalışmaya bağlı değildir.
“İki” öznel bir kategoridir.
Nesnel veya bilimsel bir varsayım değildir.
“İki” olaya ilişkindir ve politik
bir hadisedir.
Cinsel farklılık (ya da “İki”lik)
ancak aşkla ortaya çıkar, cinsel
hazla ortaya çıkar.
Ne var ki iki cinsin ayrışması onların birleşmesiyle aynı şeydir.
Badiou’nün bu son önermesi antik Hint ve Yunan mitolojisindeki hermafrodit
kavrayışı hatırlatır.
Olay ?
Badiou “olay”ı kavramlaştırırken, onun öngörülemez, önceden
tahmin edilemez ve kestirilemez olduğunu belirtir.
Olay hesap edilemez ve yönetilemez.
Sadece ve sadece şansın sonucudur.
Bir sürprizdir, bir rastlantıdır, bir cazibedir.
Başlangıcı yeniyi; yeni bir zamanın başlangıcını ifade eder.
Ve hakikat kendisini ancak bir olayda gösterir.
“Hakikatin kaynağı olaydır”.
Dört hakikat tipi vardır: aşk, sanat, siyaset, bilim [tutku, yaratım,
devrim, buluş].
Demek ki, bunlar temel olaylardır.
“Aşk önceden kestirilemeyecek, dünyanın yasalarına göre hesaplanamayacak
bir olaydır…
Gerçek aşk dünyanın, zamanın ve mekânın yarattığı engelleri kalıcı biçimde,
kimi zaman acı çekerek alt eden aşktır.”
O nedenle devrimcidir.
Aşk
bir güçtür, öznel bir güç…
Devrimci
bir harekete katıldığımızda hissettiğimiz siyasal coşkunluk, sanat yapıtlarının
verdiği haz ve en sonunda bir bilimsel kuramı derinlemesine anladığımızda
içimizde uyanan neredeyse doğaüstü sevinç de aşktaki mutluluğa benzer
[sanat-siyaset-bilim-aşk]…
Aşk,
şiddetli varoluş bunalımlarının kökenidir.
Her
gerçekliği bulma yöntemi gibi.
Öte
yandan, bu açıdan baktığımızda, siyasetle
aşk arasındaki yakınlık şaşırtıcıdır.
Nasıl
ki aşk alanında, aşkın yönetimini toplumsallaştırmak için aile vardır, siyaset
alanında da taşkınlığı engellemek için iktidar, devlet vardır…
Aile,
aşkın devletidir.
Kapitalist
kudurganlık içinde çıkar gütmeden hiçbir
şey öyle kolay kolay gerçekleşemez.
Oysa
aşk her gerçekliği bulma yöntemi gibi özünde çıkar gütmez: Onun değeri yalnız
kendi içindedir ve bu değer aşkla bağlanan iki bireyin dolaysız çıkarlarının
ötesindedir…
Dolayısıyla
aşk en küçük komünizmdir.
[Çıkardan
ve yarardan koptuğu için özerktir ve özgürdür.
Bu
temel özelliğiyle de sanatla özdeşleşir.]
Sürrealizm, Aşk, Siyaset
Sürrealistlerin
temel önermesi en başta konuştuğumuz şeydi, demek ki Rimbaud’nun
parolasına göre aşkı yeniden icat etmek.
Sürrealistlerin
gözünde, bu yeniden icat etme hem sanatsal bir hareket, hem yaşamsal bir
hareket, hem de siyasal bir harekettir…
Çünkü
aşk da özünde bir olayın gelip yaşamı deldiği andır…
Aşk
hiçbir yasaya uymaz.
Aşk
yasası diye bir şey yoktur…
Öte yandan, büyük çoğunlukla, sanat aşkın
topluma uymayan özelliğini yansıtmıştır…
Sürrealizm
olaya özgü kuraldışı güç olarak aşkı yüceltir.
Aşk
düşüncesi aynı zamanda her türlü düzene, kanun
düzeninde güce karşı oluşan bir düşüncedir.
Gerçeküstücüler
bunu dilde, ama asıl yaşamda şiirsel
bir devrim yapma isteğini besleyecek bir şey olarak görüyorlardı.
Bu
açıdan, yaşamda devrim yapmanın ilkesi, olası
dayanağı olarak aşkla, cinsellikle yakından ilgilendiler.
Buna
karşılık, süreyle pek ilgilenmediler.
Aşkı
özellikle olağanüstü karşılaşmanın şiiri olarak öne sürdüler.
Badiou burada sürrealistleri süreyle
ilgilenmemekle eleştiriyor.
Çünkü ona göre aşk (İki’nin deneyimi) bir bakıma inşa edilmelidir.
Dolayısıyla “emek ister”, yukarda değinildiği gibi şansın yanında
ısrarlı bir çalışma ister.
Bu da süre ister, zaman ister.
Yani, sürrealistlerin düşündüğü gibi
tamamıyla rastlantıya, şansa,
karşılaşmaya bırakılamaz.
Örneğin Breton’un romanı Nadja, Badiou’ye göre “belirsiz
ve gizemli bir karşılaşmanın, sokağın köşesinde çılgın bir dönecek şeyin
şiirselliğini çok güzel yansıtır.
Bu… katıksız karşılaşmadır… süre alanına karışmaz.”
Öte yandan sürrealistlerin aşk üzerine görüşleri de, Badiou’nünkiyle
bağdaşmaz.
Onlar Badiou’nün tam tersine, birin
“İki” olması yerine cinsiyet farklılığının anlamsızlaşarak, ikinin bir olması
üzerinde dururlar.
Aşk cinsiyetlerin farklılaşması değil, birleşmesidir.
İki’nin füzyonudur, androjenidir,
hermafrodizmdir.
Örneğin Nadja, karşıtların birleşerek yeniden evrenin
başlangıçtaki
armonisini kurmalarıdır.
(Eril olan güneşle, dişil olan ayın cevherlerinin kaynaşmasıdır.)
“Birleşme, erkekteki dişil ilke olan anima ile, kadındaki
eril ilke olan animus’un uzlaşmasına, uyuşmasına karşılık gelir ve
başlangıçta var olan bütünselliğe dönüşü simgeler.
Bu birleşmenin sonucu, her ikisinin de özelliklerini armonik olarak
kaynaştıran çift cinsiyetli bir varlıktır.”
Sonuçta sürrealistler, insanlar arası armoninin egemen olduğu ideal
zamanlara, “altın çağa” dönerler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder