André Lhote
"André Lhote", Nurullah Berk'in 1971
yılında yayınlanan Ustalarla Konuşmalar kitabında çıkmış.
Bir
ressam ve Güzel Sanatlar Akademisi hocası olan Nurullah Berk, daha ziyade
Cumhuriyet dönemi sanat tarihi üzerine yazılarıyla biliniyor.
Son
derecede geniş olan bu konudaki külliyatı, Türkiye'de tarihyazımının temel
anlatısını oluşturmuş.
Çoğu,
sanatçıların kaleminden çıkma olan sanat tarihi kaynakları, hep onun
belirlediği meslekî gruplar, dönemler üzerinden kurgulanmış.
Sanatsal
modernleşme yaklaşımı, onun tanımladığı 'kübizme', geometrik estetik anlayışına
ve konstrüktivizme göre tasavvur edilmiş.
Nurullah Berk'in bu modernleşme yaklaşımlarında,
öğrencisi olduğu, ve resimlerinde olduğu kadar düşüncelerinde de bağlı kaldığı
André Lhote'un etkisi büyük.
Devlet bursuyla İstanbul'dan Paris'e gönderilen
ve Lhote'un "Akademi"sine devam eden birçok başka sanatçı da bu
üstadın öğretilerini benimsemiş.
Lhote'un Paris'te açtığı ve iki dünya savaşı
arasındaki dönemde başında olduğu "Akademi", bütün dünyadan, ama
özellikle çevre ülkelerden gelen ve bu kuruluşu dolduran sanatçılar için hem
bir sanat okulu, hem de modernleşme kavrayışıyla ilgili bir okul olmuş.
Ve Lhote
ideolojisi, bu Akademi'nin Nurullah Berk gibi mezunları aracılığıyla, farklı
farklı ülkelerin estetik rejimlerine sirayet etmiş.
ANDRÉ LHOTE
André Lhote, Türk ressamlarının çok
iyi bildiği, çoğunun hoca olarak yakından tanıdığı ünlü bir isim.
Uzun ya da kısa süre Paris’te kalıp
Odessa sokağına, merak için de olsa, uğramayan ressam var mı?
Lhote, özel akademisini 1922’de açmıştı.
Öylesine rağbet bulup gelişmişti ki
burası, özellikle 1930’lardan sonra resme çalışmak için Paris’e
gelenlerin her yaşta, her milletten temsilcileriyle dolmuştu.
Usta bir ressamdı Lhote, ama onu
dünya sanat çevreleri akademisi ve yazılarından tanımıştı.
Hocalığı ve yazarlığı ressamlığını
gölgeleyecek güçte sayılırdı.
Fransa’nın Güney şehirlerinden biri
olan Bordeaux’da doğmuştu.
1885 yılının 5 Haziranı’nda.
On üç yaşında bir süslemeci heykeltıraşın
yanına çırak girdiğine göre lise öğrenimini bitirmemişti.
Bilinen heykel sanatçılarından değildi ustası,
tahta oymacısıyla heykeltıraş arası bir zanaat adamıydı, işinin ehliydi.
Çamur yoğurmaktan çok tahta oyar,
işler, mobilya, dıvar, tavan, kapı süsleri yapardı.
Bütün bunlar heykel sanatının
“tatbiki” türünden işlerdi.
Sanatın bu süslemeci dalına gerçekten
merak sarmış mı idi Lhote, yoksa aile durumu mu zorlamıştı genç yaşta
çıraklığa?
Orası belli değil, kitapların hiç birinde genç
Lhote’un anasından, babasından, çevresinden bir bilgiye rastlamadık.
Biyografi yazarı için büyük eksiklik.
Bizde ünlü bir kişinin hayatı yazılırken doğum
tarihinden başlanılır çokluk, anadan, babadan, çevreden az söz edilir.
Oysa Batı biyografilerine bakınız:
dedenin dedesinden başlanır, en önemsiz gibi gelen çevre ayrıntıları üstünde
durulur.
Bu bilgilerle çağından ve çevresinden
haberli olursunuz ünlü kişinin.
Lhote’un çevresini bilmiyoruz,
ölümünden önce bu konuda bilgi veren bir yazı çıkmayışından.
Yıl 1898. Lhote hem tahta oyuyor, hem
bu sanatı daha iyi öğrenmek için Bordeaux Güzel Sanatlar akademisinin
“dekoratif heykel” kurslarına devam ediyordu.
Hiç de parlak değildi para durumu: “Sabahtan
akşama çalışıyor, resim kurslarına yazılmak isteyen genç kızlara hazırlık
dersleri veriyordum.
Günlük kazancım 14 santimi geçmezdi.
Antikacıların hurda eşyasını tamir
uğraşılarımı katınız bu 14 santime.
Yıl 1898, santimin değeri var.
On santimiyle bit pazarına gider,
eski kitap ve dergileri, eski şaseleri, boyanmış tuvalleri toplardım.”
Bu çeşit yaşantı 1898’den 1904’e dek
sürdü.
O yıl birden soğudu genç Lhote
süslemeci heykeltıraşlıktan.
Bit pazarından şase, tuval toplaması, arta
kalan santimlerle bir kaç tüp boya alması boşuna değildi.
Fransızların “Démon de la Peinture”
dedikleri resim ejderi yakalamıştı onu, bırakmayacaktı ölümüne kadar.
Lhote, resim için yaşayan, nefes
alan, konuşan ve yazan bir resim illetlisi kalacaktı son demine kadar.
Yıl 1904.
Kişiliği belirmeye başlamıştı: okuma
merakı, sanat düşüncelerini yazma, eski ressamların estetiklerini, tekniklerini
inceleme merakı.
İnceleyici, yorumcu, seçici, metot tutkunu bir
bilgin-sanatçı tipi beliriyordu.
Ne var ki Bordeaux şehri köstekliyor,
zorlaştırıyordu bu çalışmaları.
Her şeyden önce büyük bir
limandı burası, Gironde bölgesi içinde, Atlantik okyanusu kıyısında bir liman.
Şaraplarıyla ünlü idi, kırmızı, beyaz, her
çeşit şaraplarıyla.
Bir piskoposluk, bir üniversite, bir
akademi, yüksek ticaret mahkemeleri vardı.
Bir de büyük tiyatrosu.
Tipik bir burjuva şehriydi Bordeaux, kendi
yağıyla kavrulan orta rahat ve hareketsiz bir şehir.
Büyük adamlar yetiştirmemiş değildi
bu iklimce sıcak, fikirce durgun yer, ama hepsi kaçmıştı Paris’e, hiç biri
yaşamak istememişti akılsız hemşerileri arasında.
Nitekim Lhote da sırası gelince
değerini bilmemiş Bordeaux’ya küsmüş, bir daha o şehre gelmemişti.
Çekecekti 1910 yılına kadar Bordeaux’nun
boğucu sıcağı kayıtsızlığı.
Resim yapmaya başlamıştı, kendi kendine
hocasız.
Canlı hocası yoktu ama sanat
tarihinin bütün ustaları vardı.
Kötü röprodüksiyonlar bulmuştu
dergilerde, hocadan daha ilginçti o soluk resimler: Empresyonist’ler, Gauguin,
Cézanne.
Günün birinde gerçek bir Gauguin,
gerçek bir Cézanne gördü, parmağını değdirebildi tuvallerinin üstüne.
Gözü açılmıştı artık, resim sanatının
iyisini kötüsünden, hasını yapmacıklısından ayırabiliyordu.
Çağdaş bir ressamdı, akademizmden,
dondurulmuş formüllerden nefret ederdi, ama eski çağların sanatına tutkundu.
Aslında, çağdaş bir klasisizm özlemi
içindeydi.
Yirmi bir yaşındaydı, büyük müze
görmemişti daha ama sevdiği sanatçılardan ilerideki niteliği beliriyordu:
ortaçağ kiliselerinin renkli camları, 15, 16. yüzyılların dıvar freskleri,
İtalyan primitifleri, Signorelli, Mantegna, genç Lhote bunları inceliyor, bu
eski üslupları çağdaş estetikle barıştırmayı düşünüyordu.
Renk lekesinden çok çizgiyi, deseni,
çizgi içinde sınırlandırılmış açık, gölgesiz renkleri seviyordu.
Kıvrak, dekoratif çizgiye olan ilgisi
uzun süre bir süslemeci yanında çalışmış olmasından geliyordu belki.
Çizgi arabesk’ini, İngres’in deyimiyle “çizgi
müziği”ni öngörüyordu resim sanatında.
Bordeaux’nun boğucu, sessiz geceleri
kitaplar deviriyordu: Diderot’nun “Paris sergilerinden eleştiriler”i,
Baudelaire’in “Estetik üstüne meraklı konular”ı Delacroix’nın “Jurnal”ını,
okuyordu bunları rahatlıkla.
Ne liseyi bitirebilmiş, ne de
Üniversitenin yüksek plandaki öğrenimine yanaşabilmişti.
Genel bilgi ve kültür aşamalarından
geçmemekle beraber işleyen bir kafası vardı “spekülatif”, kurgucu bir kafa idi.
Karşısına çıkacakların basmakalıp
yargısınca kuru, duygusuz, salt teorilere önem veren bir mizaç değildir onunki.
O kadar değildi ki hem Kübist’lerin
entellektüel geometrileştirmelerine, hem de soyut ressamların tabiat dışı
oyunlarına katılmayacaktı.
Salt duyguyu, ruhu, romantik
izlenimleri yeter bulmuyordu.
Salt duygunun gelip geçici olduğunu,
ilham perisine bel bağlamanın sanatçıyı tehlikeli sislerde boğabileceğini
söylüyordu.
Büyük sanat çağlarının ölümsüz
temsilcileri duygu ile bilgiyi, kalp ve kafayı birleştirmişlerdi.
Sanat da, kendine göre, bir bilim dalıydı.
Sanatın da ölçüleri, hesapları,
geometrik bir mekanizması, teknik sorunları vardı. Lhote, Nicolas Poussin’in ve
Leonardo’nun aforizmalarını hatırlardı.
Poussin, “İyi bilin ki resim, ıslık çalarak
yapılacak şeylerden değil”, büyük Leonardo da “Pratik çalışmanın sağlam bir
teoriye dayanması gerek” dememişlerdi.
Yıl 1910. Lhote Paris’e göç etti, ilk denemelerini Druet galerisinde
sergiledi.
Siyah tüller bürünmüş bir “Dul Kadın”, kırlara uzanmış bir “Çıplak”,
dumanlarını savuran gemi bacaları, yelkenliler, vinçler, mavi gök üstünde
dalgalanan bayraklarıyla “Bordeaux limanı”, Paris’in gördüğü ilk André
Lhote”lar bunlardı.
Daha ilk günlerinde sergi başarıya
ulaştı. Şair Paul Verlaine’in arkadaşı Charles Morice kataloğun önsözünü
yazmış, genç ressamı göklere çıkarmıştı.
Lhote ile yakından ilgilenenler
arasında “Le grand Meaulnes”un genç yazarı Alain Fournier ve André Gide
idi.
Druet galerisindeki ilk sergi üstüne
şöyle yazmıştı Lhote:
Bu ilk sergime dostlarım ve sanat
eleştiricilerinin gösterdikleri ilgi gerçekten de aşırı olmuştu.
Bir genç ressamın daha ilk
adımlarında böylesine beğenilmesi tehlikeli. Nitekim öyle oldu benim için.
İlk yapıtlarımı göklere çıkaranlar
sonrakilere dudak büktüler, nedense. Druet galerisindeki sergiden sonra ilk
müşterilerim ressam Maurice Denis ile André Gide olmuşlardı.
Bir de çok ayıp bir şey yapmıştım
serginin açılış gününde gitmemiştim.
Oysa Alain Fournier sıkı tenbih etmişti,
gelmezsem rezalet olur diye.
Açılış saatinde Louvre’da idim, İtalyan
primitiflerinin karşısında.
Bu çiğliğimi düşündükçe dün olmuş
gibi utanırım.
Lhote’un genç dostu, körpe yaşında
ölmesi yazılı Alain Fournier’den söz açılmışken ressam arkadaşının bir çırpıda
yaptığı desenine bakalım.
Bu kroki ve yanındaki çıplak,
Lhote’un daha o yıllarda açıkladığı resim anlayışının, uyguladığı tekniğin iki
örneğidir.
İlkin desen gücü. Lhote’a göre desenin başlıca
iki elemanı düz ve eğri çizgiler.
Ondan çok önce Cézanne “Tabiatta her
nesne kareye, yuvarlağa, silindire uyar” dememiş mi idi?
Ve gerçekten de gördüklerimizin tümü
ya düz, ya eğri değil midir?
Bu prensibe dayanarak Lhote,
sanatının emekleme devrinde bile, belirsiz, yumuşak, karaktersiz, kendi
deyimiyle “damarsız” çizgiye savaş açmıştı.
Geometrik kesinliğe tutkundu.
O kesinlik ki sevdiği çağlar
sanatında Mısırlılar, Gotikler, Primitifler tarafından bol bol uygulanmıştı.
Alain Fournier’nin portre krokisinde
bu kesinliği, planları birbirinden ayıran düz ve yuvarlak bölmeleri görüyoruz.
Çıplak da öyle, rastgele vurulmuş bir
çizgi yok bu krokide de, baş, kollar, göğüs, gövde ve bacaklar düzlerle eğriler
senfonisi.
Yıl 1912. Kübizm ekolü artık iyiden
iyiye kristalleşmiş durumda.
Bir yandan Kübizm, bir yandan soyut
sanat.
Soyut sanatın öncüleri Paul Klee ve
Wassily Kandinsky.
“Sanatta düşün payı” kitabını yayımlıyor.
Lhote “Altın Kesim” grubunun sergilerine
katılıyor.
1912 ile 1922 yıllarında Fransa ve
Almanya çağdaş sanat akımlarının beşikleri.
1919’da mimar Walter Gropius
Weimar’da Bauhaus adındaki sanat okulunu açıp mimarlığı, plastik sanatları,
süsleme bölümlerini, tiyatro dekor ve kostümlerini yepyeni formüller, pedagojik
sistemler içinde okutmaya başlıyor.
Bu okulun hocaları Kandinsky, Paul
Klee, Lionel Feininger, Oskar Schlemmer, Moholi-Nagy, Walter Gropius, başka
öncü sanatçılar.
Ve André Lhote 1922’de
Montparnasse’da, Odessa sokağında açılan bir çıkmazda kendi özel akademisini
kuruyor.
Sanat yazarı olarak Lhote, gücünü
1917’den başlayarak göstermişti.
Günlük gazete ve dergilerde çıkan
yazılarının ne denli ilginç, canlı ve köklü olduğunu gören Fransa’nın en ağır
başlı, ama aynı zamanda en ilerici edebi organı olan La Nouvelle Revue
Francaise plastik sanatlar bölümünü ona vermişti.
Bu dergide 1940’a kadar sürdüreceği
yazılarında Lhote, o akıcı, dinamik üslubuyla sanat sorunlarını inceledi, hem
eski ressamlar, hem çağdaşları üstüne en ilginç düşünüşlerini sıraladı.
Fransa ve Avrupa’nın seçkin bir sanat
eleştiricisi olarak kendini kabul ettirdi.
Güçlü bir sanatçının, sanat
çalışmalarına paralel olarak, yazarlığı ve eleştiriciliği de yürütmesi hep
tartışılmış bir sorunu seriyor önümüze.
Profesyonel yazarlar olamaz, ressam
şövalesi, yazar yazı masasının önünde gerekdirler.
Bu iki çaba onlarca zıt, barışamaz
şeylerdir.
Lhote’un yazarlığına karşı koyanlar böyle
düşünüyorlardı.
Ne vardı ki Lhote hem değerli, öncü
bir ressam, hem de eşine az rastlanır bir yazar, bir eleştiriciydi.
Profesyonel eleştiricilerin Lhote’un
yazarlığına diyecekleri yoktu ama ressamlığını ellerinden geldiği kadar yeriyor,
kitaplarında ona yer vermiyorlardı.
Onlara göre Lhote eleştirmeci sanatı
yapıyordu, tabloları kuru, teorik, ruhsuz yapıtlardı.
Demek oluyor ki resim ve yazının
atbaşı gitmesi sanatçı için anormal bir çabaydı.
Yanlıştı bu yargılar, profesyonel yazarların
bir çeşit kıskançlıklarını yansıtıyordu.
Yazarlar sanatçıların kendi alanlarına
girmelerine kızar, yazıyı tekellerinde tutmak isterler.
En ünlülerinden biri, profesör
Lionello Venturi, bir gün bana, Roma’da bir kongre sonrası: “Ne, demişti. André
Lhote’un öğrencisi misiniz, ne öğretti size o kötü ressam”.
Ak sakallı koca profesöre André
Lhote’u kıskandığını söyleyemezdim!
Bir de Fransa’nın en ağırbaşlı yazarlarından biri olan Jean Cassou’yu
okuyalım: “İsterdim ki bu kitabın okuru, André Lhote’un yazılarını, resim
sanatını aydınlatmaya, incelemeye çalışmış olanların arasında en önemli, en
yüksek plandakileri bilsin.
Çok geniş bir yer kaplar bu yazılar, çünkü Lhote, bütün meslek hayatı
içinde boyuna yazmış, ressam olarak meydana getirdiği yapıtları düşüncesinin
ışığında aydınlatmıştır.
Lhote, resminin yapılmasıyla
yorumlanmasını atbaşı yürütmüş bir ‘tam adam’dır.
Battista Alberti, Michel Ange,
Leonardo da Vinci, Albrecht Dürer, Delacroix, Eugène Fromentin, Maurice Denis,
daha bir çok sanatçının yazılarını düşünecek olursak bu konuda söylenecek çok
şey olduğunu görürüz.
Ne var ki bu büyük sanatçılar sanat
yazarlığının “edebiyatı”nı yapmışlardı daha çok.
Lhote ise düpedüz eleştiriciliğe
girmişti ve çekememezlikler de bu kimliğinden doğuyordu.
Odessa sokağındaki özel akademiye
dönelim.
Epeyi büyük, balkonlu bir atölye idi
burası.
Aşağıda çıplak modelden, yukarıda her
hafta değiştirilen natürmortlardan çalışılırdı.
Hıncahınç dolu idi burası, dünyanın
her yerinden her yaşta gelenlerle.
Yirmi yaşındaki Alman kızıyla
altmışlık İsveçli yanyana çalışırlardı.
Duvarlarda Lhote’un eski ve yeni
tabloları asılı idi.
Hocanın bu atölyede uyguladığı
öğretim sistemi resmi akademiler sisteminin karşıtı sayılabilirdi.
Hamle yapmış bir hocanın öğrencilerini
hamleye iten bir sistemdi.
Ama bu hamle, körükörüne yenilik
peşinde koşan düşüncesiz bir atılganlık olmaktan çok uzaktı.
Aksine, gerçek klasisizm
öğretiliyordu.
Çıplak modelin pozu bir Rübens’i ya
da bir Tintoretto’yu mu hatırlatıyordu?
Hemen hoca Rubens’ten, Tintoretto’dan
örnekler gösterir, o baş döndürücü, ustaca incelemelerini dökerdi.
O kadar ilginçti ki hocanın haftanın
iki gününde öğrencilerine sözleri, öğütleri, bu sanat konuşmalarını dinlemeye
gelirlerdi dışarıdan.
Burada Lhote’un sanat kimliğini
açıklamak faydalı: Kübizm ekolüne katılmıştı, Paris’e gelir gelmez.
Daha Bordeaux’da iken sevgilerinin
onu Kübizm’e hazırladıklarını gördük.
Ne var ki o, Picasso, Gleizes ve
Metzinger’in, Braque ve öteki Kübist’lerin nesneleri parçalama, soyutlaştırma
sistemine katılmıyordu.
Hele, soyut eğiliminin kesin
karşısında idi.
En gerçekçi sanat yapıtı, yüksek
planda olunca soyut bir şeydi onun için.
Soyut olmayan bir tablo
düşünülemezdi.
Tabiat görünülerini plastik anlayışla
yorumlamak soyut bir çabaydı.
Yüzde yüz soyut bir çabaya ayrıca
soyut görünüş katma ne gerekti?
Kübizm’e gelince, Lhote, bu eğilime
insancıl, ılımlı bir nitelik aşılamak istiyordu.
Onca tabiatı kübikleştirmek
paramparça etmek değil, aksine, geometrik planda biçimlendirmek, paramparça
etmek değil, aksine, geometrik planda biçimlendirmek, stilize etmek,
dekoratif–süslemeci bir tatlılığa götürmekti.
Böyle düşünen başka ressamlar da
vardı: Roger de la Fresnaye, Jacaues Villon.
Picasso’nun göz tırmıklayan dikenli,
tırtıllı, aşırı biçimlerinden, Léger’nin tabiatı parçalamamakla beraber
ağırlaştıran, kuntlaştıran anıtsal mimarisinden çok uzaktı Lhote’un üslubu.
Tatlı kıvrımlı, dekoratif çizgisi,
empresyonistlerinkine yakın, sıcak ve soğuklarla ustaca oynayan bir paleti vardı.
Verdiği konferanslar önemli yer
tutmuştu sanat çabasında: 1923-24 arası Bürüksel üniversitesinde, Collège de
Fırance’da, 1945’te Sorbonne’daki konferansları.
Mirmande’ı keşfetti Lhote 1925’te.
Rahmetli Cemal Tollu bir yazını o
köyde, Lhote ve talebeleri arasında geçirdiğinden ondan duymuştuk Mirmande
hikâyesini.
Burası Drôme vilayetinin viran bir
köyü idi.
Evleri bakımsızlıktan o kadar
çürümüştü ki zaten fakir olan halkı başka yerlere göç etmişti.
Bizim Elazığ sırtlarındaki Harput’a
benzetilebilirdi Mirmande.
Bir zamanların hareketli, bereketli
hayatı yerine ölüm sessizliği çökmüştü.
Ama bu yıkık köyün bulunduğu bölge
kırmızı topraklı tepecikler, zeytin ağaçlarıyla bezenmişti.
Bu güzel tabiat parçası içinde yer yer
yükselen yapı kalıntıları bir ressamı ilgilendirecek görünüler yaratıyordu.
Fransa’da kimse buraya rağbet
etmediğinden arsalar ve yıkık köy evleri bedava denecek kadar ucuzdu.
Lhote zengin değildi, burasını kesesine uygun
buldu.
Harap bir evi satın alıp tamir
ettirdi.
Dostlarını, öğrencilerini çağırdı.
Gelenler onun gibi yıkık evleri satın
alıp yazlığına yerleşmeye başladılar.
Lhote atölyesinin kalabalık grupları
Mirmande’ı şenlendirdiler.
Köylülerin yüzü güldü.
Yaz ayları Mirmande sırtları, eski
Yunan’ın açık hava Akademya’ları gibi, çeşitli sanat sorunlarının konuşulup
tartışıldığı okullar oldu.
Birkaç yıl sonra artık adamakıllı
kalkınan Mirmande’ı bırakıp ona benzer başka bir köy olan Gordes’a yerleşecekti
Lhote, yine bir sürü dostu, öğrencisiyle.
Mirmande ve Gordse gibi bereketli tabiat
parçaları içindeki köylerden söz açılmışken Lhote’un çalışma sistemine değinmek
gerek.
Yukarıda da belirttik: André Lhote
soyut bir ressam olmamıştır hiç bir zaman; bu demektir ki modele, tabiat
görünülerine ve nesnelere sırt çevirmemiştir. Atölyesine kapanıp tezgâh işi
yapan bir sanatçı değildi.
Böyle olmakla beraber bir tabiat
kopisti, “natüralizm” tutkunu değildi.
Emile Zola’nın deyimiyle, sanatı, “kişiliğin
süzgecinden geçmiş tabiat” bilmiş, dış dünyadan vaz geçmemişti.
Görünü olsun, portre, figür, her
hangi bir konu olsun, ilkin gerçekçi bir prensipe dayanan sıkı etütler yapardı.
Bunlar, değme klasik sanatçının
başaramayacağı güçte işlerdi.
Sonra bu renkli renksiz etütlerle
atölyesine kapanır, tabloyu onlara dayanarak geometrikleştirilmiş, stilize
edilmiş düzenlemelerin kesin ağlarına vururdu.
Gerçekçi bir soyut demek doğru olur Lhote
için.
Yıl 1939. Lhote kitap olarak
yayımlanan ilk büyük yapıtını verdi: “Peyzaj Bilgisi”.
Leonardo da Vinci’nin ünlü “Resim
Bilgisi”nin yeni çağın ölçülerine uygun bir benzeri olmuştu bu kitap.
Lhote burada çizgi, desen, renk,
düzenleme, ışık-gölge gibi resim sanatının bütün teknik konularına değiniyor,
eski görünü ressamlarını yenilerle kıyaslıyor, genç sanatçılara gerekli bütün
öğütleri veriyordu.
İkinci dünya savaşı yıllarını Lhote
Paris’te geçirdi.
Picasso gibi Güneye, Léger gibi
Amerika’ya gidip rahata kavuşmadı.
Paris’in Almanlar tarafından işgal
yıllarının Fransızlar için ne kadar acılar, yoksulluklarla dolu olduğu
biliniyor.
Odessa sokağındaki atölyeyi sürdürdü
mü Lhote?
Yoksa Boulard sokağındaki atölyesine
kapanıp savaşın sonunu mu bekledi?
Yanlış bilgi vermeyelim.
Bilinen, savaştan hemen sonra,
1946-47’lerde özel akademisinin açıldığı, o dünyaca ünlü Lhote kurslarının
yeniden başladığıdır.
Lhote’un o yıllarda çekilmiş bir
fotoğrafına bakınız.
Yorgun, biraz da bezgin görünüyor
usta.
Arkasında onu dikkatle izleyen
öğrencilerine işin doğrusunu gösterirken eski şevkinden, canlılığından çok
kaybetmiş gibi.
Ama bir kaç yıl sonra yorgunluğunu unutturacak
bir çağrıyla karşılaşacaktı: Mısır Maarif nezareti onu bir yıllığına Kahire
Akademisini yeniden düzenlemeye ve konferanslar vermeye çağıracaktı.
Yıl 1950-51.
Lhote Mısır’da günlerini faydalı
çalışmalarla doldurmuştu.
Bir yandan, geleneksel akademik
formüller içinde bunalmış gençlere yeni bir kan aşılamak, konferanslar vermek,
bir yandan da gençliğinden beri tutkunu olduğu eski Mısır sanatını
inceleyebilmek.
Avrupa müzeleri, özellikle Louvre
eski Mısırın sanat yapıtlarıyla doludur: çevrelerinde dönülebilecek tahta, taş,
granit heykeller, alçak ve yüksek kabartmalar, süslü, resimli tabutlar,
mumyalar, papirüs’ler, çeşitli biblolar.
Ama Mısır sanatının belki en önemli kolu
eksiktir Avrupa müze ve kolleksiyonlarında: Mısır resmi deyince her şeyden önce
dıvar freskleri akla gelir.
Bunlar da Abydos, Beni Hassan,
Karnak, Gurnah, İpsambul, Luksor tapınakları ile mezar içlerindeki dıvar
freskleridir.
Böyle olduğu için Mısır resminin ne
olduğunu anlamak ancak oraya gitmekle mümkündür.
Lhote, Mısır freskleri karşısında
coştu.
Nasıl coşmasındı ki bu teknik, Mısır
resminin ne olduğunu daha bilmezken uyguladığı, benzerini Ortaçağ Fransız
fresklerinde gördüğü teknikti: tertemiz, pürüzsüz konturlar –sınır çizgileri–
geometrik bir üsluplaştırma, az karışımlı taze renkler, dekoratif, bezemeci bir
düzen.
Eski Mısır ressamları binlerce yıl
öncesinden çağdaş zevklere, estetik anlayışa sesleniyor, hele, ışık görmemiş
mezar dıvarlarından, dehlizlerden dün sürülmüş gibi çiçek tazeliğindeki renkleriyle,
bir hamlede, günümüz sanat duygusuna ulaşıveriyorlardı.
André Lhote’un Mısır ressamlığı üstüne yayımladığı kitabı okumak gerek.
Lhote burada, çoğu sanat yazarlarının sayfa doldurmak için
sıraladıkları “edebi” nitelikteki yazılarının tam aksine, Mısır sanatını
derinlemesine inceler. Prensiplerine uygun resim anlayışını Mısır fresklerinde
bulmuştur: gerçeküstü bir üsluplaştırma, geometri egemenliği, saf, karışımsız
renklerin ahengi.
Sanat tarihçilerinin hemen hemen hepsi akımları doğuran sosyal koşullar
üstünde uzun uzun dururken sanat yapıtının asıl anlamı, asıl değeri olan teknik
özellikleri üstünde durmazlar.
Bununda nedenini tek kelimeyle açıklayabiliriz: anlamazlar da ondan.
Sanat tarihçileri, yazarlar, çoğunlukla sanatın tekniğini bilmez, bilseler
de üstünkörü bilirler.
Mesleği üstüne yazı yazmasını, düşünmesini bilen ressam da, aksine, tarihi
ve sosyal koşulları ikinci plana atarak yapıtların tekniğine eğilir.
Bunun en parlak örneğini Lhote’un yazılarında görürüz.
Girift yazmakla açık, seçik yazmak
arasındaki fark anlaşılmak istenilirse örneğin bir Elie Faure’e okumak, sonra
da Lhote’un bir incelemesine göz gezdirmek yeter.
Elie Faure’la başka isimler de
sıralayabiliriz elbet: André Malreaux, René Huygue.
Bu yazarların büyüklüğünü gölgelemek
aklımızdan geçmez.
Ne var ki sanat psikolojisinin
derinliklerinde indikten sonra akımların, eğilimlerin nedenini o derinliklerde
arayan –ve bulan– böylesine yazarları anlamak az kişinin harcı.
Lhote ise yapıtı anatomi masasına
yatırıp iç yapısını inceleyen berrak anlatışıyla onu gözlerimiz önünde
canlandırıverir.
Ressam olarak André Lhote’un
tekniğinde önemli değişmeler oldu.
Kübist üsluplaştırmadan uzaklaşmış,
bütün gücünü renge yöneltmişti.
Bu yeni yolu, bir bakıma,
Empresyonizm’e yaklaşıyordu.
Işığı sıcak, gölgeyi soğuk renklerle
aramak Empresyonist formülün başlıca dayanağı idi.
Ama Lhote, son yapıtlarında renkleri
patlatıyor, sarının en sarısını, turuncunun en turuncusunu arıyor, bunları da
maviler, morlar, yeşillerle barıştırıyordu.
“Rembrant’ın ışık-gölge oyunlarını ben saf
renklerle tekrarlayacağım” diyordu.
Lhote için: çabalarının yorgunluğuna
dayanamayarak 1962’de öldü diyebiliriz.
Atölyesini yıl boyunca dolduran yüzlerce
öğrencisi, kitapları, dergilerdeki yazıları, resim çalışmaları, jürilere,
komisyonlara katılmaları; kavgalarını da katabiliriz bu dinamik yaşantının
durmak dinlenmek bilmez çarkının içine.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder