1970’lerden Günümüze, Yaşamın Estetikleştirilmesi
20. yüzyılın ortalarında, dünyanın en gelişmiş ekonomilerinde “beyaz
yakalı” tabir edilen işçiler –yani işletme alanında, teknik ve idari
pozisyonlarda çalışanlar– “mavi yakalı işçilerle” –yani, kol emekçileriyle–
eşit ağırlığa sahip olmaya başladılar.
Öyle ki, 1969 gibi erken bir tarihte bile Alain Touraine “post-endüstriyel
toplum”dan bahsedebiliyordu.
Fakat, post-Fordist üretim modeline geçişte esas belirleyici dönem bundan
sonraki on yıl olacaktı.
Bu model, 20. yüzyılın başlarında
ABD’de geliştirilen geleneksel Fordist sistemi ciddi şekilde zora soktu.
Fordist model, seri üretime, ve vasıfsız ve eğitimsiz olmakla beraber çok
basit işlemler yaparak geniş tüketici kitleleri için makul fiyatlara standart
ürünler üretebilen bir işgücüne dayanıyordu.
Post-Fordizmin devreye girmesiyle
beraber, büyük ölçekli endüstriyel üretim yapan fabrika peyderpey parçalarına
ayrılarak, küçük üretim merkezlerinden ve ufak, hareket kabiliyeti artmış ve
güvencesiz birimlere bölünmüş bir emek gücünden oluşan, coğrafi açıdan dağınık
bir ağ biçimini aldı.
Bunun sonucunda fabrika algısı
değişti: Üretim coğrafi olarak dağılmıştı dağılmasına ama aynı zamanda, Japon
şirketi Toyota tarafından 1960’larda geliştirilen ve sermaye ile emeğin tek bir
üretim çabası altında birleştirilmesini öngören model doğrultusunda
“bütünleşmişti”.
Bireyler artık kimliklerini ait
oldukları toplumsal sınıftan değil, müşterek bir üretim planının parçası
olduklarına ilişkin farkındalıklarından alıyorlardı.
Bu gelişmelerin çeşitli sebepleri var.
Bir defa, 1960’ların işçi ve öğrenci mücadelelerinin şirketlerin kâr
marjını erozyona uğrattığını ve sermaye cenahında ciddi kaygılara sebebiyet
verdiğini unutmamak gerek.
Bu da, girişimcilerde, emek gücü üzerinde daha sıkı bir denetim kurmayı
mümkün kılacak yeni üretim stratejileri üzerinde çalışmaya yönelik bir ihtiyaç
doğurdu.
Dolayısıyla, Daniel Cohen’in ileri sürdüğü gibi, ağ modeline dayalı,
merkezsizleştirilmiş şirketin doğuşu, sınıf mücadelesinin bir aşaması olarak
değerlendirilebilir.
Nitekim ABD’de yeniden yapılanmaya giden ilk şirketler, sendikal açıdan en
iyi örgütlenmiş işgücüne sahip olanlardı.
Gerçekten de bahsedilen tarihsel dönemde, kapitalist sistem esaslı bir
yeniden örgütlenmeden geçti; sözgelimi, üretim sürecinin işgücünü daha da çok
sömürmenin mümkün olduğu Asya ve Meksika gibi yerlere kaydırılması sonucunda
ABD’de 1977 ile 1986 yılları arasında 3.400.000 kişi işinden oldu.
İşadamlarını üretimde daha fazla
esneklik aramaya sevk eden etmenlerden birinin endüstriyel sistemin bünyesinde
yatan evrim mantığı olduğunu belirtmek gerekiyor.
Bu esneklik, ulaşım masraflarının
düşmesine ve bilgisayar teknolojilerinin çalışma biçimini tanımlayan ağ
yapısının erişime açık hale gelmesine dayanıyordu.
1976’da Apple II kişisel bilgisayar
modeli piyasaya sürüldü.
Kişisel bilgisayarın her ofise
girmesi ve bunun beraberinde getirdiği dijitalleşme sonucunda iş, esasen
enformasyonu alımlamaya, işlemden geçirmeye ve iletmeye yönelik bir faaliyete
dönüştü.
Bunun sonucunda, iş de bir anlamda enformasyonun
suretine büründü; esnek ve göçebe bir nitelik kazandı.
Bu gelişmelere koşut olarak kimi yazarların “bilişsel
kapitalizm” olarak adlandırdığı şeye doğru bir kayma yaşandı.
Bilgi ekonomisinin oynadığı merkezî role dayanan bu kapitalizm türü sadece
piyasanın serbestliğine bel bağlayan türde bir kapitalizmden çok daha
verimlidir çünkü bilgi, doğası gereği, geniş kitleler tarafından kolaylıkla
temin edilebilen bir kaynaktır ve klasik endüstriyel üretim çağı boyunca
yürürlükte olan nedret kanununu hükümsüz kılar.
Daha da önemlisi, bu yeni kapitalizm
türü paha biçilmez bir araç olan İnternetten faydalanabiliyor.
Şirketlere, farklı aktörler
arasındaki işbirliğinin meyvelerinden nemalanma ve dolayısıyla son derece
etkili bir biçimde ihtiyaç duydukları kaynaklara erişme fırsatı sunan bir araç
bu.
Bunlara ek olarak, 1975’ten sonra, ve özellikle de 1970’lerin ilk yarısında
bastıran ağır ekonomik krize bağlı olarak dünyanın başlıca gelişmiş ülkelerinde
ekonomik büyüme oranının düşmesi bir değişim dürtüsü yarattı.
Kriz, uzun bir ekonomik kalkınma ve refah döneminin ardından gelmişti ve
dolayısıyla toplumda ciddi bir şaşkınlık yarattı.
Neredeyse otomatik olarak kendilerine yönelik talebi doğuran ürünler
üretmekle ekonominin yürümeyeceği anlaşıldı.
Ürün üretmekle yetinilemezdi; tüketicileri de üretmek gerekiyordu.
Bir başka deyişle, insanları eğitmek, tüketmekten alacakları hazzın farkına
varmalarını sağlamak gerekiyordu.
Bu doğrultuda toplum, bütün tüketicilerden tüketme görevi konusunda şahsen sorumluk
almalarını ve üretim-tüketim sürecine katılmalarını bekliyordu.
Muhtemelen tüm bunlarla bağlantılı olan bir olgu da kişilik kültünün
gelişmesidir.
Christopher Lasch’ın “narsisizm
kültürü” adını verdiği bu olgu, tam da 1960’ların sonlarından itibaren
baştan sona bütün Batı dünyasında ağırlığını hissettirmeye başladı.
Feminist hareketin patriyarkal topluma meydan okuması ve farklı biçimlerde
ifade bulan kadın özgürleşmesi (kadın istihdamı, doğum kontrol yöntemleri,
cinsel özgürlük, boşanma, vs.) geleneksel aile modelinin çözülmesine ve
bireycilik seviyesinin yükselmesine sebep oldu.
Fakat, aynı zamanda, 1960’lı ve 1970’li yılların toplumsal hareketlerinin,
toplumsal değişim ve kendini gerçekleştirme vaatlerini yerine getirememesinin
yarattığı hayal kırıklığı, hedeflerin de yeniden gözden geçirilmesine sebep
oldu.
Toplumu dönüştürmeye yönelik planlar
yavaş yavaş her bir bireyin kişisel imajını dönüştürmesiyle ilişkili daha
mütevazı planlara yerini bıraktı
Bu, kişisel sağlık ve fiziksel fitness’a yönelik abartılı
bir ilgiye ve koşu gibi spor faaliyetlerinde bir patlamaya sebep oldu.
1980’lerden itibaren kadınlar daha önce hiç alakaları olmayan bir dizi
fiziksel aktiviteyle uğraşmaya başladılar.
Keza, aerobiğin dünya çapında yıldızının parlaması da bu döneme denk gelir.
Dans kültürü, diskolar ve “disko müziği”nin bu dönemde yakaladığı
popülerlikten de anlaşılabileceği gibi, kıyafetler ve genel olarak da insan
bedeni, Batı toplumlarının kültüründe eskisine göre çok daha önemli hale geldi.
John Travolta’nın başrolünde oynadığı Cumartesi Gecesi Ateşi (1977)
adlı filmin dünya çapında yakaladığı başarının ardından bu tür görüngülerin
“Travoltacılık” etiketi altında sınıflandırılmaya başlaması tesadüf sayılamaz.
Kişisel hedeflere odaklanma güdüsü ekonomi alanında da –hem üretimde hem de
tüketimde– kendini gerçekleştirme biçimleri buldu.
Fütürolog Alvin Toffler konu hakkındaki Üçüncü Dalga adlı
kitabında bu toplumsal değişimlerin bir taslağını çıkarmış ve tüketici ile
üreticiyi bünyesinde buluşturan “üretici-tüketici” adını verdiği figür üzerine
bir kuram geliştirmiştir.
Sonraki yıllarda bu figür, tüketici dünyasının şekillenmesinde kilit rol
oynadı.
Tüketici tercihlerini kişiselleştirme yarışı, gerçekten de günümüzde bile
ekonomik kalkınmanın başlıca motorlarından biridir.
Demek ki, tüketici tercihlerinin kişiselleştirilmesi, tüketicilerin
bağımsızlaşmasından çok ekonomik sistem tarafından dayatılan bir ihtiyacın
sonucudur.
Dolayısıyla ekonomik sistem, “üretici-tüketici” figürü üzerinden yalnızca
üretimin değil, aynı zamanda tüketimin de esnekliğini teminat altına alır.
Böylece sistemin, tüketicilerin ürettiği her şeyden istifade etmesi; gerçek
anlamda bir “sosyal fabrika” olarak düşünülebilecek olan şeyin içinde icra
edilen her tür işten faydalanması kolaylaşır.
Geleneksel fabrikaların işleyiş mekanizmaları, içerdeki işgücünün
sömürülmesine dayanıyordu.
Oysa, günümüzün şirketleri çoğunlukla dışarıdan değer devşiriyor; gün be
gün tüketicilere ve genel olarak topluma yönelerek, bireylerin gündelik
davranış ve deneyimleriyle ürettikleri yenilik, fikir ve yaratıcılık
fazlasından faydalanıyorlar.
Enformasyondan
Sansasyona
Guy Debord, İtalya’da Sitüasyonist Enternasyonal’i kurduktan on yıl sonra,
1967’de, Fransa’da Gösteri Toplumu’nu (1977) yayınladı.
Müreffeh Batı toplumlarına radikal bir eleştiri savuran kitap, bu
özelliğinden dolayı Mayıs 1968 öğrenci ayaklanmalarının bir nevi manifestosu haline
geldi.
Debord, bundan seneler sonra,
1988’de yazdığı Gösteri Toplumu Üzerine Yorumlar (2011)
başlıklı kitabında, zaman içinde, geleneksel spektaküler toplum biçimlerinin
–totaliter rejimlere özgü “yoğunlaşmış gösteri” ve Batılı tüketim toplumlarına özgün
“yaygın gösteri”nin– yanı sıra üçüncü bir modelin, “bütünleşmiş gösteri”nin
geliştiğini ileri sürdü.
Bu sonuncusu, daha eski biçimleri bünyesinde birleştiriyordu; bunun
sonucunda toplumda gösteri öylesine baskın bir hale geliyordu ki hiçbir şey ondan
kaçamıyordu.
Günümüzde, ekonomik sistemin bir
bütün olarak toplumu “işe koşabilme” becerisi, esas olarak, gündelik yaşamın ve
(sosyal gelişimin içinde bulunduğumuz hiper-modern aşamasının belirleyici
unsuru olan) tüketimin giderek spektakülerleştirilmesine dayanıyor.
Şirketlerin, bu durumu lehlerine
çevirebilmek için markalarını bir iletişim aracı, yani, ilişkisel bir araç ve
üreticiler ile tüketicilerin birbirleriyle bağlantılar kurabilecekleri bağımsız
bir alan olarak kullanmaları gerekiyor.
Markalar, toplumsal ilişkilerin
merkezi olarak işlev görebilecek bir kimlik geliştirebildikleri ölçüde ekonomik
açıdan daha başarılı oluyorlar.
Bu da, günümüzün hiper-modern
toplumlarını tanımlayan türde kültürlerde şirket markalarının neden bu denli
önemli hale geldiğini açıklıyor.
Dolayısıyla, bu tür markaların fiilen nasıl işlediklerine daha yakından
bakmakta yarar olabilir.
Antonella Giardina, yapmaya çalıştıkları şeyin temelde sembolik dünyalarına
ait çeşitli ifade biçimlerine ekonomik değer yüklemek olduğunu ortaya koydu.
Bu, paraya tahvil edilebilecek renk, ses ve estetik formların peşinde
koşulduğu anlamına geliyor; bunlar, aynı zamanda, durmadan kendilerini
piyasadaki rakiplerinden farklılaştırma mücadelesi vermek zorunda olan markalar
elinde önemli birer stratejik araca dönüşüyor.
Markaların toplumda son derece önemli bir rol oynadığı düşünülecek olursa,
bu durumun, gelişmiş kapitalist toplumların estetiğin hâkimiyeti altındaki bir
aşamaya girdiklerinin açık bir delili olduğu düşünülebilir.
Büyük ölçüde, insan duyarlılığını, yani, bireylerin bedenleri yoluyla
algıladıkları tüm o duyumları, azami seviyede uyarma becerisine dayalı bir
aşama bu.
Bu aşamaya gelinebilmesi için estetik üretiminin genel olarak ürün üretim
süreciyle tam anlamıyla bütünleşmesi; bunun için de, ürün-odaklı ekonomik
sistemin estetik üretimle aynı soyutlaşma ve esnekleşme sürecinden
geçmesi; bir başka deyişle, estetik dünyasının ve toplumsal kültürün her zaman
ayırt edici özelliklerinden biri olmuş olan değişken ve daimi hareket halindeki
iletişim akışları rejiminin bir parçası haline gelmesi gerekti.
Tüm bunların gerçekleşebilmesi için bizzat estetiğin de bir değişimden geçmiş
olması gerekiyordu tabii ki.
Andrew Darley’e göre, günümüzde esasen, stil, görünüm, biçim, süsleme
ve sansasyonun anlam ve yoruma galebe çaldığı “derinliksiz bir estetiğe”
tanıklık ediyoruz.
Bu estetik türü, 19. yüzyılın ikinci yarısında sahneye çıkan türlü türlü
iletişim aracı (diyorama, projeksiyon makinesi, lunaparklar, fotoğraf, sinema,
vs.) sayesinde daha o zamandan şekillenmeye başlamıştı zaten, ama sonraki
yıllarda iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler bu estetiğin iyiden iyiye
pekişmesine katkıda bulundu.
Walter Benjamin’in 1936’da yayınlanan “Tekniğin Olanaklarıyla
Çoğaltılabildiği Çağda Sanat Eseri” başlıklı makalesi, estetiğin toplumun
geneline yayılmasını konu edinen ilk metindi.
Fakat, Benjamin estetikleştirmeden bahsederken özel olarak politika alanına
göndermede bulunuyordu.
Ünlü Alman düşünür, bundan üç yıl sonra kaleme aldığı “Baudelaire’de Bazı
Motifler Üzerine” başlıklı metninde, estetikleştirme sürecinin toplumsal
sistemde oynadığı kilit rol hakkında bundan daha keskin bir farkındalık
sergilemişti.
Sözgelimi, “haber etmenin yerini enformasyonun, enformasyonun yerini
sansasyonun alması[nın] deneyimin gittikçe daha çok köreldiğini
göster[diğini]” ileri sürmüştü.
Demek ki Benjamin, kapitalist
toplumlarda enformasyonun nasıl da zaman içinde yerini sansasyona bıraktığı
konusunda çok net bir fikre sahipti.
Aynı makalenin ilerleyen
sayfalarında, büyük şehrin hareketli kalabalığı içinde yoldan gelip geçenlerin
deneyimlediği duyumlar ile, fabrikadaki standartlaşmış üretim süreci arasında
bariz bir bağlantı olduğunu ileri sürüyordu.
Benzer bir şekilde, bu üretim süreci
ile hareketli görüntü (sinematografik gösteri seyretme deneyimini tanımlayan
budur) arasında da bağ kurmuştu.
Şok
biçimindeki algı, filmde bir biçim ilkesi olarak geçerlik kazandı.
Kayan
bantta üretimin ritmini belirleyen şey, filmde algı ritminin temelini
oluşturur.
Dolayısıyla, Benjamin’e göre,
kapitalizm, fabrikaya özgü üretim modelini duyulur deneyimin tümünü içine
alacak şekilde genişletir.
Ve bunu da, salt ekonomik bir model
olarak değil, aynı zamanda, ve daha gizli kapaklı bir şekilde, deneyim üretme
yetisine sahip kültürel bir model olarak devreye sokar.
Estetikleştirme sürecinin toplumsal sonuçları daha erken bir tarihte Georg
Simmel tarafından ele alınmıştı aslında.
Simmel, estetik alanı tam olarak anlamadan modern toplumların gerçek
doğasını kavramanın mümkün olmayacağına inanıyordu.
Bir başka deyişle, Simmel’e göre sanatsal dillerin gün be gün ne şekillerde
(moda, tasarım, reklamcılık gibi) farklı ifade biçimlerine uygulandığını analiz
edebilirsek, toplumsal sistemi de hakkıyla yorumlayabiliriz.
Bu, Simmel’in zamanında doğruysa eğer, ekonominin gayri maddi
bileşenlerinin yüz yıldan uzun bir gelişim sürecinden geçtiği günümüzde haydi
haydi doğru.
Dahası günümüzde, metalaşma sürecinin toplumsal olarak gelişebilmesi için
estetikleştirmenin şart olduğu anlaşılıyor; sonuçta, estetiğin gündelik yaşama
nüfuz etmesi her bir nesne, birey, kurum ve olayın piyasa döngüsüne ve tüketim
dünyasına girmesini kolaylaştırıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder