ÖLÜM YÖNETİYOR
Gitgide hayatı ölüm
yönetiyor.
Hayat üzerinde
koronavirüs ifriti hüküm sürüyor.
Hayatta kalmak için
kendinizi başka insanlardan ve dünyadan tecrit ediyorsunuz.
Sosyalliğinizi terk
ederek sosyalleşiyorsunuz.
Bir
"sosyal/toplumsal hayvan"olarak tanımlanan insan fiilen son buluyor.
Zaten 1980'lerde toplumun
bittiğinde anlaşılmıştı.
Foucault’nun da bir
sözü var: “İnsan sonunda 200 yıllık bir icat” diyor.
Daha da geri
gidelim, "insanın icadı" hümanizmle, Rönesans'la başlıyor.
Ve bu 'icat'
modernlikle birlikte en az yarım asırdır ömrünü doldurmuş.
O zamanlardan
beri post-human bir çağda yaşadığımızdan söz ediliyor.
Gelin görün ki,
ölüm kapıya dayanınca liberaller, hatta muhafazakârlar bile sosyalizmden
medet umuyor.
New York Times yazarı Ferhad
Manjoo "herkesin salgın sırasında sosyalist olduğunu" yazıyor.
Doğal olarak Žižek
daha da ileri gidiyor ve komünizme hevesleniyor; bir koronakomünizm!
Žižek’in burada komünizm dediği, ev hapsinde tecrit olmuş insanların virüse karşı toplu mücadelesi.
Dünya Sağlık
Örgütü'nün (WHO) çağrısını yinelediğini söylüyor.
WHO'nun birdirgesi
ile Komünist Manifesto'yu karıştırıyor.
Žižek yıllar önce,
distopya çağında herkesin dünyanın sonundan bahsederken,hiç kimsenin
kapitalizmin sonundan bahsetmediğinden yakınıyordu.
Sanki kapitalizmle
birlikte insanlık idealine, telos’una ulaşmış, tarih sona ermişti.
Korona çağında,
mahşeri hayal etmek için distopya icat etmeye gerek yok.
Çağdaş mahşer
Coppola'nın epik filmi Apocalypse Now'da
(1979) dramalaştırdığı gibi bir mahşer değil.
O filmde Amerikan
ordusunun helikopterlerine doluşmuş caniler, Vietnam köylülerini, evlerini
barklarını, tarlalarını topyekûn imha ediyor, onların dünyasını ateşe
verirken haz içinde Wagner dinliyorlardı.
Korona son
derece ‘uygarca’ öldürüyor.
El sıkışma bir
tehdit.
Her türlü dokunma
baştan aşağı tehdit.
Her nesne tehdit.
Onca yıl özene
bezene biriktirilmiş ziynetler, marka giysiler bile.
Korona'nın Avrupa'yı
fethetmeye, Milano moda fuarına Çin'de dikilip gelen lüks markalarla
başlaması manidar.
Sanatı
da aşıp zamanımız uygarlığının zirvesine yerleşen moda dünyası virütik artık.
Uygarlık kapalı.
Uçaklar uçmuyor,
sokaklar boş, salonlar, stadyumlar boş, mağazalar boş...
Bir tek un,
makarna, kolonya, tuvalet kâğıdı filan satan yerler tıka basa.
Ya yağmalayacaksın,
ya öleceksin!
Öteden beri, hayatı
baştan aşağıya iş hayatına, bütün mekânları da işyerine dönüştürmeyi
düşleyen sermayenin bütün hayatı şirketleştirme hayali de ölüm
sayesinde can buluyor.
Yoksunluk içinde,
evden çalışıyoruz.
Geleceksiz, günü
kurtarıyoruz.
Önceden alışveriş
merkezleri "yaşam merkezleri"ydi; şimdi bakıyoruz, Turkcell
Operatör adını "evde hayat var" olarak değiştirmiş.
İş, aşk,
arkadaşlık, akrabalık, hepsi artık dijital.
Sabah akşam Jeff
Bezos'a, Bill Gates'e, Mark Zuckerberg'e çalışıyoruz.
Peki onca işsiz ne
yapacak bu "sosyal izolasyon" rejiminde?
Onlar zaten,
yaşlılarla birlikte, toplumun gözden çıkarılmış fireleri.
Fazlalar,
fuzuliler; atıklar.
Allahın cezaarı.
Boşu boşuna
dünyanın sınırlı olan kaynaklarını harcıyorlar.
Malthus'un doğanın insan
kalabalığına yetersiz olmasına ilişkin, pusuda bekleyen nüfus politikaları
yeniden canlanıyor.
Bununla birlikte, aşağı
tabakaların dışlanarak insan soyunun arındırılmasıyla ilgili, 1912'den
başlayarak Londra ve New York'ta düzenlenen uluslararası konferanslarla
örgütlenen öjeni tasarıları da yeşeriyor.
Diğer doğa ürünleri
gibi insanların da genetik dönüşümle geliştirilmesini içeren çağdaş genetik
mühendislik ve sibernetik dalları zaten bu tasarılardan azade değil.
Tabii bütün nüfusun
Aryanlaştırılmasına kadar ileri giden ırkçılara gün doğuyor.
Trump "Çin
virüsü"nden bahsediyor.
Tabii aşağıdakiler
can havliyle ayaklanabilir.
Hatta bu sefer
yakıp yıkmakla yetinmeyip, virüsle işbirliği yaparak, hiç şiddete gerek
kalmadan ‘toplumu zehirleyebilir’.
Brezilya'da olduğu gibi
zincirlerini kırarak toplu hapishanelerden kaçarak ev hapsindekilere
‘bulaşabilir’.
Onun için
doktorlardan önce askerler ve polisler tahkim edilmelidir (!).
Nitekim,
"sağlık önlemleri" paketinden, "İngiliz ordusunun mücadele
gücüne 10 bin kişilik destek" verilecekmiş.
Yasaklar,
yasaklar... Hayret, soldan ve sağdan birçokları ne kadar şevkle, hatta
partizanca sarılıyor bu yasaklara.
Sol gazetenin 21
Mart 2020 manşeti: # EvdeKal DESTEK OL.
Büyük sanat
tarihçisi ve antropolog Aby Warburg'un ortaya attığı
pathos formula'yı hatırlatıyor: Zulmün ve zulmedenin
yüceltilmesi.
Yasak varsa ceza da
vardır.
Sokağa çıkmanın men
edilmesinden başlayan yasaklar kimbilir nerelere kadar tırmanacak?
Belki de bizzat
korana taşıyanlar da seri katil sayılarak cezalandırılacak!
Eskiden beri en
elzem dezenfeksiyon, salgın yayıcıları cezalandırmak olmuş:
Cordero'nun bir
incelemesinde 17. yüzyılda veba salgınına uğrayan şehirlerde, sağlık
polisinin arttığı görülür...
Polis teşkilatının en altında 'monattiler', yani ceset kaldıranlar yer
alıyordu...
Ancak giderek yalnızca cesetleri değil şüphelileri de toplayan, her
şeye gücü yeten kişiler oldular...
Cordero'nun incelemesinde veba yayıcılar, adli sistem ve yasaları
uygulayanların yeniden yapılanması için 'siyaseten gerekli' olarak tanımlanır.
Daniel Defoe'nun Londra'daki veba salgınına ilişkin anlattıkları (1722),
böylesine gizemli bir felaket karşısında yönetim güçlerinin yeniden toplanması,
hatta bu sırada zenofobinin bile güçlenmesi konusunda güncel örnekler
sunar.
Londra'da vebanın yayılmasının suçu Hollanda'dan gelen mallara
bağlanmıştır, bu acil durumdan yararlananlar arasında saf Lonralılara
sahte panzehirler ya da sihirli eşyalar satan Avrupalı dolandırıcılar öne
çıkmıştır.
Bu sırada tabii
ölüm de yönetiliyor.
İnsanlara
hükmetmenin ölümden ileri bir bahanesi olabilir mi?
Bu işin uzmanları,
zaten öteden beri canımızı, bedenimizi teslim ederek, acz içinde önlerinde
el pençe divan olduğumuz sağlık ve ilaç endüstrisi otoriteleri.
Şimdi artık klinik
ölçeğinde değil, toplum ölçeğinde, küresel çapta hayatı ve ölümü
yönetiyorlar.
Egemenlerle kapalı
kapılar ardında anlaşarak buyruklar veriyorlar.
Trump bu türden
görüşmeleri "devlet sırrı" olarak, "çok gizli" olarak
sınıflandırmış.
Bu gibi
toplantılarda ABD siyasetinin en güçlü lobicileri olarak kabul edilen tıp
patronları korona fırsatıyla 8,3 milyar dolar devlet desteği sağlıyorlar.
Sağlık ve ilaç
endüstrisi alanında tarihin en büyük vurgununu oluşturacağı yazılan korona
aşısı için şirketler birbiriyle savaşıyor.
Önümüzdeki
başkanlık seçimlerinde Demokratların başkan adayı olması beklenen Joe
Biden'ın yürüttüğü seçim kampanyasının finansörleri de bu şirketler.
Korona paketi
yasalaşırken, Trump, şirketlerin talebine uyarak, ilgili ilaç ve aşıların
fiyatlarının denetlenmesiyle ilgili öneriyi reddediyor.
Ölüm/hayat
şirketlerin insafına kalmış.
Peki, virüsle enfekte edilip öldürülen maymunlar üzerinde test edilen bu
yeni icat aşılar, ilaçlar insanlığı yaşatacak mı acaba?
Biz bilemeyiz.
Ama biliyoruz ki, Batı'nın en büyük sanat hamisi olan Sackler'ların ilaç şirketi Purdue
Pharma'nın 1995’te Amerika’da
piyasaya sürdüğü ağrı kesici Oxycontin, sonraki yıllarda en az 1000 kişinin
ölümüne yol açmış, 2,5 milyon kişiyi de uyuşturucu bağımlısı yapmış (şimdilik
korona salgınından ölenlerin sayısı 12 binin altında).
Özelleştirmeyle
birlikte sağlık, kârlılığı ölçüsünde örgütleniyor.
İnsanların kendi
canlarını korudukları kamusal bir hizmet değil.
Sağlığın
özelleştirilmesiyle birlikte, 1987’den bu yana, İngiltere’deki hastane
yatağı sayısı 160 bin civarında düşerek 139 bine inmiş; ABD sağlık
endüstrisinin İngiliz piyasasına girerek yarattığı rekabet sonucu bu
rakamın daha da düşmesi bekleniyor.
İnsanlar ölümleri
üzerine konuşmaktan hazzediyorlar.
Virüs en etkin
'algoritma' oldu.
Enformasyon ağını
virütik ölüm yönetiyor.
Başka hadise yok.
Veya her hadise ona
tercüme ediliyor.
İletişim dünyası
korona'ya kilitlendi.
Ölüm, korona öncesi
aklı, rasyonal düşünceyi saçmalaştırıyor.
Alfred Jarry, Beckett
gibi yazarların hayatı saçmalaştıran edebiyatları şimdi pek fantezi gibi
görünmüyor.
Nietzsche'nin
“tüm olayların anlamsızlığı” ve “dünyanın da herhangi bir anlamı olmadığı”
(sanat hariç diyor) fikri de ölüm sayesinde canlı artık.
Dada'nın
“hiçliği" de.
Bir post-korona çağına
girdiğimiz muhakkak.
Bir yandan bütün bu
anlamsızlık salgını, diğer yandan keşifler.
Başta yaşam-ölüm
diyalektiği.
Antik Mısır
felsefesinden, Hermes Trismegitus'tan beri filozoflar, sanatçılar, ölümü
yaşam sayesinde, yaşamı da ölüm sayesinde anlamlandırıyorlar.
Öte yandan ölümün
insanların yaşamını kutsadığı kurban törenleri var.
Bataille, “Kurban
törenlerinin yaşam ile ölüm arasında bir ahenk sağladığını" söylüyor:
"Ölüme yaşamın taşkınlığını aşılıyorlardı.
Karşılığında
yaşama, ölümün ciddiyetini ve baş döndürücü bilinmezliğini sunuyorlardı.
Kurban olayında
yaşam ölümle karışır, ölüm de karşılığında yaşamın bir işareti olur, sonsuzluğa
açılan bir yol olur.”
Biz de şimdi virüs
iblisiyle iç içe yaşıyoruz.
Bir yandan da
yaşamak için, bir anlamda yaşamı öldürüyoruz.
Hayattan korunarak
hayatta kalmaya çalışıyoruz.
Hayata kapanıyoruz.
Kendi kendimizi
hapsediyoruz.
Herkesten kaçıyoruz.
Herkes Azrail
olabilir.
Doğa bir yarasa
cesedi üzerinden intikamını alıyor.
Katledilen canlı
türlerinin, cayır cayır yanan ormanların, yol açtıkları hastalıklarla
koronadan misli misli fazla can alan doğası (genetiği) bozulmuş tohumların
ve ürünlerin, zehirlediğimiz suların ve aslında her ânında doğayı
öldürdüğümüz bütün hayatın kefaretini ödüyoruz.
Sanki Camus'nün
dediği gibi asıl salgın hayatın kendisi.
Neler düşünmüyor ki
insan ölüm yönettiğinde…
Peki, Tanrı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder