ODTÜ VE 1968 - 1
Bizim dönemin en önemli hadisesi, 1968’de bütün
dünyada eşzamanlı olarak, özellikle üniversitelerde ortaya çıkan devrimci
hareketlerdir.
Bence 1968’in tarihsel mahiyeti daha yeni yeni
keşfediliyor.
Bu bağlamdaki tartışmalar giderek dineceğine, artıyor.
Tek tek olayları da, örneğin ODTÜ’de 1968 civarında
ortaya çıkan işgal, boykot gibi devrimci eylemleri de bu tartışmalar içinde
düşünmek önemli geliyor bana.
Yani yeniden düşünmek, retrospektif olarak incelemek
aydınlatıcı.
Yoksa bunları birer anı gibi, ya da o döneme ve o
üniversiteye özgü, onun sınırları içinde birtakım eylemler gibi ele almak
bence konuyu basitleştiriyor.
1968, Felsefe, Marksizm
1968 tartışmalarının ne ölçüde radikalleştiğine
ilişkin birkaç ipucu vermek istiyorum: Deleuze diyor ki: “ '68 tarihe bir
baskındı”.
Etraflıca düşündüğümüzde çok önemli bir tespit.
Zaman geçtikçe 1968’in sembolik olarak modernliğin
sonunu belirleyen bir tarih olduğu üzerinde duruluyor.
Demek ki bir çağ değişimi yaşanıyor.
Rönesans’la başlamış olan, Aydınlanma’yla
rasyonelleşen,Fransız Devrimi’yle örgütlenen modernlik, 1968’de son buluyor.
Birçok tarihçi ve filozof bu düşünceyi paylaşıyor.
Sonra tabii bu dönüşümle birlikte eleştirel felsefede,
eleştirel düşüncede çok büyük bir değişim yaşadık.
Bu değişimi yaratan filozofların hepsi de
Paris’teki 1968 eylemlerine katılan filozoflardı.
Başta Foucault, Deleuze, Guattari. Guattari’nin İtalya’daki
silahlı direnişlerle de ilişkisi var.
Baudrillard, Lyotard, Badiou,...
Bunların hepsi 1968 Paris Devrimi’nde önemli
figürlerdir.
1968 büyük bir zafer oluyor.
Paris’i devrimci öğrenciler ve işçiler işgal ediyor.
Paris barikatlar kenti.
1848’den beri sokak savaşları veriliyor ve komünler
örgütleniyor ama bir türlü bir zafer elde edilemiyor.
1968’de bir zafer elde ediliyor ama çok kısa
sürüyor, bir ay kadar sürüyor.
Bu egemenleri o kadar korkutuyor ki, koca Mareşal De
Gaulle ülkeden ayrılıyor; kaçtığı söyleniyor.
Ama sonunda Paris’in işgaliyle başlayan bu komün, bu
ütopya 16 Haziran’da bastırılıyor.
Ve bu yenilgiden sonra, hemen hemen hepsi Marksist
olan direnişin filozofları oturuyorlar ve Marksizm’i bir eleştirel süzgeçten
geçiriyorlar.
Yaşadıklarını sorguluyorlar.
Bir örnek vermek gerekirse –benim açımdan da çok
kritik olan çok temel bir örnek– Foucault’nun iktidar meselesini siyasal
iktidardan çıkarıp her türlü ilişkinin içine sokması, hatta bilginin içine
sokması sonsuz bir ufuk açıyordu.
Bilgi-iktidar ilişkisi olarak tanımladığı “söylem” kavramının
içine sokması; ve her söylemin bir iktidar barındırdığını iddia etmesi çok
köklü bir dönüşümdü.
1968, Sanat-Siyaset
1968 başkaldırısı, geriye doğru düşünüldüğünde, sanatla
siyaset ilişkisinde de önemli bir durak.
Çünkü 1968’in örgütlenmesinde son derece etkin olan
sitüasyonist hareket; yani sürrealizmden, Dada’dan, 20. yüzyıl
avangardının mirasından yükselen, Guy Debord’un lideri olduğu sitüasyonist
hareket, sanatla devrimci eylemi özdeşleştiriyordu.
Bu da tabii çok radikal bir düşünce.
Ve bunun etkileri hâlâ sürüyor.
Gezi’nin bir sanatsal hareket olarak, bir
"performans" olarak görülmesi, buralardan geliyor.
İleride belki tek tek eylemlerden örnekler vererek
değinebilirim, ODTÜ’de yaşanan hadiseler de bu çerçevede gelişti.
Türkiye tabii o zaman 1968 isyanına bir merkez ülkesi
gibi tepki vermedi, bir Üçüncü Dünya ülkesi gibi tepki verdi.
Ama yine de, o dönemde sanatın yükselmesi, bütün
kentleri ve sokakları afişlerin istila etmesi, herkesin bir anlamda sanat
yapmaya başlaması, başka direniş merkezlerindeki benzer eylemlerle
bağlantılıydı.
Tabii o zaman bu işe sitüasyonist bir yorum
getiremiyorduk.
Ama şimdi geri dönüp baktığımda, kenti sloganlarla ve
afişlerle donatma eylemlerinin situasyonist espriyi gayet ciddi olarak, etkili
olarak paylaştığını düşünüyorum.
Tabii 1968’in yenilgisi birtakım silahlı hareketler
doğurdu.
İtalya’da, Almanya’da olduğu kadar, Türkiye’de de.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ve Türkiye Halk Kurtuluş
Cephesi gibi iki büyük hareket 1968 öğrenci eylemlerinin içinden çıktı.
Gerek ODTÜ’deki, gerek Türkiye’deki 1968 hareketlerinin
ortaya attığı talepler ve sloganlar anti-emperyalistti.
Çünkü dönem ulusal kurtuluş hareketleri dönemiydi,
anti-kolonyal mücadele dönemiydi ve bu çerçevede örgütlenen gerilla
savaşlarının dönemiydi.
Che’nin dönemiydi, Küba’nın dönemiydi.
Gerçi Küba Devrimi 1959’da gerçekleşmişti ama hâlâ çok
etkiliydi ve büyük tehdit altındaydı.
Türkiye’deki 1968’in öğrenci eylemleri de bu
anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesine bağlandı; sonraki silahlı hareketler
de aynı mücadeleyi sürdürdü.
Bunları niçin vurguluyorum, çünkü bunlar unutuluyor.
Zamanımızda emperyalizm anakronik bir hadiseymiş gibi
anılıyor.
Hatta, sonradan AKP’yi destekleyen, ‘68’lerin kimi
Marksistleri arasında emperyalizmin Lenin’in icadı olduğunu söyleyenler dahi
çıktı.
Ve 1968 o zamanki tözünden yalıtılmaya başladı.
Bütün Üçüncü Dünya’da 1968 hareketleri oldu ve
bunların çoğu anti-emperyalist hareketlerdi.
Merkezlerdeki; Paris’teki, Roma’daki, Amsterdam’daki
hareketler de bu anti-emperyalist söylemden uzakta değildi.
Almanya’daki Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF)
liderlerinden Ulrike Meinhof o zamanlarda şunları yazıyor:
RAF, İtalya’daki Kızıl Tugay, ABD’deki
Birleşik Halkların Kurtuluşu gibi şehir gerillası hareketlerinin önemi,
onların Üçüncü Dünya halklarının kurtuluş mücadeleleriyle aynı safta
emperyalizme arkadan saldırabilmeleridir.
Üçüncü Dünya halklarını ezmek ve sömürmek için
birliklerini, silahlarını, teknolojilerini, iletişim sistemlerini, kültürel
faşizmlerini ihraç ettikleri yerlerden saldırabilmeleridir.
Şehir gerillasının stratejisi budur: gerillayı,
silahlı anti-emperyalist mücadeleyi, halk savaşlarını öne çıkarmak.
Biz de ODTÜ’de, üçüncü dünyadaki halk kurtuluş
savaşlarına dikkat çekmek için bildiriler yayınlıyorduk, afişler basıyorduk,
forumlar düzenliyorduk.
Bir ara Mimarlık Fakültesi stüdyolarının bütün o dev
camlarına serigrafiyle büyük Ho Şi Min portreleri bastık.
Ayrıca, Sosyalist Fikir Kulübü’nden birkaç arkadaşla
birlikte dünyadaki bütün anti-emperyalist hareketlerin işlendiği dev bir
pano, dev bir harita yapıyorduk ve bunu sürekli güncelleyerek yemekhanenin
girişinde sergiliyorduk.
Devamlı yabancı dergileri izliyorduk ve buralardan
kestiğimiz resimlerle, metinlerle bütün dünyadaki anti-emperyalist
mücadele hakkında öğrencileri bilgilendirmeye gayret ediyorduk.
Tabii ki aynı zamanda 1968, Türkiye entelijansiyasının, Marksizm
öğrenmeye başladığı bir dönem oldu.
Gerçi Marksist literatür 1960’dan sonra epey bir
ortaya çıkmıştı ama Marksizme ilgi 1968 ile birlikte iyice kabardı.
Ve Türkiye’de iyi-kötü Marksist bir hareketin,
sosyalist bir hareketin başlamasının yolunu açtı bu öğrenci hareketleri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder