ODTÜ VE 1968 - 2
Mimarlık Fakültesi’nde 1968 Atmosferi
Şimdi ben kısaca o dönemde, bizim Mimarlık
Fakültesi’nde yaşanan havaya değinmek istiyorum.
Bu önemli, çünkü yıllarca her gün bu mekâna geldik;
burada yaşadık, yattık kalktık; burada hem mimar olduk hem devrimci
olduk; kâh ders yaptık, kâh kestik dersleri; hocalarımızla
kaynaştık.
Bugünden geriye doğru baktığımda fark ediyorum
ki, hayatımdaki en etkili, en istisnai deneyimleri o havada yaşadım.
Bir kere, hakikaten çok müthiş hocalarımız vardı.
Çok çalışkandılar, çok gayretliydiler, yaptıkları işe
çok bağlıydılar.
İşleri kadar bizi de çok seviyorlardı.
Ve bize karşı gayet eşitçe davranıyorlardı.
Davalarımızı büyük bir ilgiyle izliyorlar ve büyük
ölçüde paylaşıyorlardı.
Biz zaten her konuyu sorguluyor ve
siyasileştiriyorduk.
Her konuyu, her dersi bir tartışma vesilesi haline
dönüştürüyorduk.
Sanki sürekli bir forumda yaşıyorduk.
Bu durumu hocalar benimsiyorlardı, paylaşıyorlardı.
Bütün eylemlerimizde –birkaç istisna hariç– hepsi
yanımızda oldular, bizi desteklediler.
Ve biz mimarlık fakültesinde hakikaten neredeyse bir
ütopya yaşadık.
Üniversite'nin işgal edildiği dönemi hatırlıyorum...
Düşünsenize, iktidar sizde.
O zaman yanılmıyorsam 8-10 bin kişilik üniversiteyi
yönetiyorsunuz.
Her gün yemeği çıkacak, temizliği yapılacak, bakımı
yapılacak, etkinlikler düzenlenecek filan.
Oysa işgal ilkin biraz oyun gibi başlıyor.
Bir ara garajlardaki arabalara dadandık mesela.
Rektörün makam arabası siyah bir Ford'du, yandan
vitesli.
Ben araba sürmeyi bilmiyordum ama ille de bu Ford'u
sürecektim.
Olmuyordu tabii, bir yerde kalıveriyordum.
Hadi bu sefer gidip traktörü deniyorsun.
Yani işin oyun tarafı da vardı ve ânında ortaya çıkan
yaratıcı olayları bu besliyordu bence.
Oyun işi özellikle bizim fakültede öndeydi.
İşgalde malum bütün fakülte açık, bütün hocaların
odaları, her şey bizim elimizin altında.
Dolayısıyla atölyeler de açık.
Çok iyi ahşap ve metal atölyeleri vardı.
Bu atölyelerden inanılmaz işler çıkıyordu: heykellerin
yanı sıra, sanatkârane coplar...
Ve Türkiye’nin her yerine durmadan afiş basıyorduk.
Bu afiş işi hiçbir zaman bir görev gibi yürümüyordu.
Afişleri basmak, dev kantine yaymak, bağrışmak filan
hem önemli bir eylem, hem de zevkli bir oyundu.
Ayrıca kimse bu işi yönetmiyor, örgütlemiyordu.
Birkaç afiş tezgâhı vardı ve her nasılsa devamlı bu
tezgâhlar çalışıyordu.
Bu dediğim gece gündüz yani.
Kars’a da basılıyordu –"Süt Ağalığına Son"–,
Antep’e de basılıyordu –"Fıstık Bizim Canımız Feda Olsun
Kanımız"– her direnişe afiş yetiştiriyorduk.
Şimdi bu işgal dönemini canlandırınca,
insanların veya toplumların kendi kendilerini ne kadar güzel
örgütleyebileceğini, yönetebileceğini görüyorum.
Bu Gezi’de de ortaya çıktı öyle değil mi?
Gezi'de iktidarın geçit vermediği meydan günlerce
işgal edildi.
Sonuçları ne olursa olsun, Gezi bir zaferdir bu
bakımdan.
Ve direnişçiler ne yaptılar?
Kendilerine başka bir hayat kurdular; kütüphanesinden
tiyatrosuna, konserlerine kadar gayet ütopik bir hayat kurdular.
Farklı bir toplumun olabileceğini, insanların kendi
kendini yönetebileceğini gördük orada.
Yönetilmeye ve denetlenmeye o kadar koşullanmışız ki
her anlamda, her yerde, her dakikada, attığımız her adımda.
Bunun aksi olamayacak gibi düşünüyoruz.
Ama böyle devrimci bir olay yaşandığında bunun ne
kadar kolay olabildiğini gördük.
İnsanların kendiliğinden ne kadar kolayca
örgütlenebileceğini ve bir oyun gibi ne kadar yaratıcı, eşit ve özgürlükçü
bir şekilde örgütlenebileceğini yaşadık.
Hem üniversitedeki hem de bizim fakültedeki yaşam
–kamusal cephesi son derece zengindi– son derece özgürdü, katılımcıydı,
eleştireldi, demokrattı.
Adeta bir kamusallık laboratuvarıydı.
Mimarlık Fakültesi'nde biraz da bizim mesleğin
sanatsal niteliğinden dolayı pek çok aykırı deneyim yaşanabiliyordu.
Yani “Protest” bir yerdi.
Biz gece gündüz orada yaşardık.
Bu serbestti, hatta teşvik edilirdi.
Büyük çizim masalarımız vardı, uyku
tulumlarımızla onların üstünde yatıp uyuyabilirdik.
Çalışırdık, konuşurduk, tartışırdık, içerdik, partiler
düzenlerdik.
Mesela bir mimarlık balosu yapılırdı her yıl.
Bu bayağı kent ölçeğinde bir eğlenceydi.
Kıyafet balosuydu, buraya kıyafetle gelmek
zorundaydınız.
Biletleri filan da çok özeldi, serigrafiyle kösele
üzerine, ahşap üzerine filan basardık.
Ve oldukça da pahalıydı.
Bu baloda, iki büyük mekânda, ayrı ayrı iki orkestra
çalar ve millet sabalara kadar dans eder eğlenirdi.
Orkestralar çok müthiş rock ve blues orkestralarıydı.
Balonun geliri de derneğe kalırdı.
Daha sonra, gerek ODTÜ'de, gerekse başka
üniversitelerde böyle deneyimler devrimci hareketlerle ne kadar
kaynayabildi bilmiyorum.
Bu tür eğlenceler, daha doğrusu oyunlar veya
festivaller diyeyim, aslında muhalif hayatın bir parçasıydı.
Nitekim biliyoruz, 1968 hareketinin cinsel özgürlük
konusunda çok önemli birtakım sonuçları oldu.
Bunların izlerini biz kısmen ODTÜ’de yaşayabilmiştik.
Tasarlayarak olmamıştı, hareketin ruhu içinde ortaya
çıktılar.
Cinsel eşitliğin ve özgürlüğün yaşandığı her yere sağ
basın, İslami ve faşist basın fena halde saldırıyordu.
Örneğin baloda öpüşen bir çiftin fotoğrafını
basarak, "bunlar komünist, aileye karşı" diye kampanya
yürütüyorlardı.
Ama buna rağmen hep sürdü bu hareketler.
Dediğim gibi kolektif hayat –yani özellikle mimarlık
fakültesinde– arkadaşlık, dayanışma çok ideal anlamda yaşandı.
Ve ben öyle hatırlıyorum.
Onun için hayatımın en önemli dönemi bunlar.
Yine mimarlık fakültesi kantininde bir kafe açtık.
Bu kafe de sadece Üniversite'de değil bütün Ankara'da
gözde bir kafe oldu.
Kalkıp gelirdi şehirden insanlar bu kafeye yani.
Kim işletiyordu burayı?
Bilfiil işletenler ben ve Yusuf Aslan’dık.
Bilfiil derken aklınıza ne geliyorsa: gidip sabahın
köründe sandviç almak, sosis almak, sosisleri haşlamak, bulaşıkları
yıkamak, ve saire, ve saire...
Garsonluğu da, bizim fakültedeki çok güzel birkaç kız
arkadaşımız yapıyordu.
Seve seve yapıyordu.
Doğrusu müşterileri bizim sandviçlerden ziyade onlar
çekiyordu.
Ve buradan da iyi bir gelir sağlanıyordu tabii
ki.
Ben bu tür girişimleri bir yandan da bir tür
özerkliğin, özyönetimin ifadesi olarak görüyorum.
Kamusal hayatın etkinliğinin sonuçları olarak
görüyorum.
ODTÜ’deki kantinlerin yönetimini Öğrenci Birliği’ne
vermek üzereydi rektörken Erdal İnönü.
Aslında yurtların yönetimini tamamen Öğrenci
Birliği’ne bırakma taraftarıydı.
Ortak toplantılarımızda bunu savunuyordu.
Ama bu gerçekleşemeden 5 Mart oldu, ardından da 12
Mart darbesi geldi.
Ben bir dönem, 1971’de, bizim 5 Mart eylemlerinden
önce, Sosyalist Fikir Kulübü başkanlığı yaptım.
Erdal Bey birçok konuda Öğrenci Birliği başkanıyla
beni çağırır ve uzun uzun bizi dinlerdi.
Mimarlık Fakültesi'nde de "yönetime katılma"
işini biz çok ilerilere götürmüştük.
Dekanlıktan ve fakülte kurulundan birçok talebimiz
oldu.
Mimarlık eğitiminde de radikal dönüşümler hayal
ediyorduk.
Bu konuda bayağı ayrıntılı çalışmalar yapıyor, ve
bunları raporlar halinde yayınlayarak bütün fakülteye ve bu arada tabii fakülte
kuruluna iletiyorduk.
Ama başta fakülte yönetimine katılmak istiyorduk.
Nitekim sonunda bize fakülte yönetim kurulu
toplantılarına katılma hakkı verildi.
Her isteyen öğrenci fakülte kurullarına katılarak söz
alabiliyordu.
Ama bu oy hakkı değildi tabii.
Oysa biz oy hakkında da diretiyorduk.
Daha sonra birkaç temsilciye oy hakkı verilmesini de
kabul ettiler.
Ama biz eşit temsil istiyorduk.
Yani yönetimde öğrenciler ve öğretim üyeleri sayılarına
oranlı olarak temsil edilmeliydi.
Öğrenciler çoğunlukta olmalıydı.
Bu da tartışılmıştı gerçekten, ciddiye alınmıştı.
Şimdi gülüyoruz ama hakikaten ciddiye alınmıştı.
Sanıyorum iş bizim hocalara kalsa sonunda talebimizi
kabul edebilirlerdi.
Nitekim bütün okul işgal edildiğinde biz de dekanlığı
işgal ettik.
O zaman dekan olan Ekmel Bey (Ekmel Derya) bize
makamını büyük bir sempatiyle devretti.
Adeta bu canlılık, bu eylemlilik onların da hoşuna
gidiyordu.
Proje konularını da yavaş yavaş biz belirlemeye
başladık.
Yani neredeyse ders vermeye bile başlayacağız!
1968'de Danimarka'daki bir mimarlık fakültesinde bu
gerçekleşti aslında.
Kolay değil tabii eğitimle ilgili öneriler
geliştirmek.
Sonunda hiç olmadığı kadar çalışıyorduk,
araştırıyorduk.
Öğrencilik çok daha kolaydı!
Bugünün üniversitelerinde hayal edilebilir mi bunlar?
Ben şimdi İTÜ’de Mimarlık Fakültesi'nde ders
veriyorum, orada da akademik kadro gayet aydın insanlar, muhalif düşünceli
insanlar.
Öğrencilerle olan ilişkileri büyük ölçüde otoriter
değil izleyebildiğim kadarıyla.
Ama 1968 başkaydı, ODTÜ Mimarlık bambaşkaydı.
Yanlış anlaşılmasın, o zaman öğrencilerin akademiyi
yönetme konusundaki talepleri, eğitimin başıboş olmasından kaynaklanmıyordu.
Tam aksine, gayet ciddi ve samimi bir ortamda
gelişiyordu bu talepler.
Örneğin, hatırlıyorum, bizim son yıl proje dersinde
–ki bu çok önemli, "mimar olacak mısın olmayacak mısın" ona
karar veriliyor– biz bütün dünyadaki mimarlık eğitimini araştırdık.
Buna Çin de dahil, Küba da dahil.
Dünyanın kitabını okuduk eğitim üzerine.
Eğitimle ilgili bütün Marksist teori elden geçti.
Bu çok yoğun bir mesai gerektiriyordu ve çok
tartışıyorduk aramızda.
O zamanki hocalarımız çalışmalarımızı çok takdir
ettiler ve bunları seminerler halinde bütün fakülteye sunmamızı önerdiler.
Biz de sunduk.
Sonunda bu kolektif çalışma, gayet güzel grafiklere
dökülerek bizim mezuniyet projemiz oldu.
Hepimize tek bir not verildi ve hepimiz birden mezun
olduk!
Bu arada, aramıza aldığımız ve yıllardır "mimar
olamaz" diye mezun edilmeyen birkaç arkadaş da yırttı tabii.
Ben de, jüri değerlendirmesi sırasında tutuklu olmama
rağmen notumu aldım.
Çünkü değerlendirilen tek tek öğrenciler değil, onların
hep birlikte yaptıkları çalışmaydı.
Ve bütün bunlara karar verenler de onlardı,
kendileriydi.
Şimdi geriye doğru düşününce, bir yapı projesi yerine,
topluca yürütülmüş Marksist bir eğitim araştırmasının mezuniyet sınavı
olarak sunulması hakikaten bir ütopya gibi geliyor.
Bu da bana ODTÜ’den, mimarlık fakültesinden, 1968
günlerinden geri kalan en büyük miras gibi görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder