2 Aralık 2022 Cuma

 ODTÜ VE 1968 - 3

 

Sanat Olarak Devrim

Benim aşağı yukarı söylemek istediklerim bunlar.

Şimdi başa dönersek, vurgulamak istediğim şu: 1968 hareketini Paris’te Daniel Cohn-Bendit’in, Berlin’de Rudi Dutschke’nin, Londra’da Tarık Ali’nin başını çektiği birtakım direniş hareketleri gibi görmemek lazım.

Hakikaten, o zaman, bütün toplumları, bütün kültürleri kuşatan bir devrimci hareket olarak görüp düşünmek lazım.

 "Tarihin gidişine bir darbe" gibi incelemek lazım.

Neydi bu topyekûn ayaklanmanın dinamikleri?

Nasıl bulaştı bütün dünyaya?

Ne kurdu bunu?

 Şimdi de aynı soruları sormuyor muyuz?

Gezi’yle eşzamanlı olarak, Kahire’den New York’a birçok merkezde devrimci eylemler doğdu.

Ortak bir ruh oluştu.

'68'de de bu ortak ruh önemliydi.

 Bir de tabii hatırlamak gerekir ki, '68 anti-emperyalist savaşlar çağıydı.

Solun bütün tarihinde zirvede olduğu bir çağdı.

'68 eylemleri, kurtuluş savaşları, kitlesel işçi hareketleri ve Marksizm’in yükselişi iç içeydi.

Tabii ki bu isyan Türkiye'ye de yansıdı.

Ve bu isyana katılan üniversiteler arasında ODTÜ, eylemlerin niteliği ve sürekliliği açısından en önde gelen üniversiteydi belki de.

Unutmayalım ki, büyük ölçüde kendiliğinden yükseliyordu bu eylemler.

Yani, 19. yüzyıldaki gibi büyük anlatıların (ütopyaların),  disiplinli-resmî örgütlerin, şimdiki gibi iletişim makinelerinin işi değildi.

Dolayısıyla insanın doğasında böyle bir özgürlük arzusunun var olduğuna inanmak gerekir.

Gene Deleuze’e döneceğim: Bu arzu dediğimiz gücün, siyasal anlamda da ne kadar yaratıcı, ne kadar devrimci olabileceğini hatırlatıyor ODTÜ’de yaşananlar bana.

Dolayısıyla 1968’in devrimci eylemlerinin üniversite direnişleri ötesinde düşünülmesi çok önemlidir.

Çünkü dünyada bütün bu hareketler üniversitenin dışına taştı.

Tütün tarlalarına taştı, fabrikalara taştı.

Ve daha da ileri giderek Türkiye’de ilk devrimci silahlı propaganda hareketlerinin, ilk gerilla hareketlerinin kurulmasına yol açtı.

Bir anlamda denebilir ki THKP-C Mülkiye’den, THKO da ODTÜ’den türemiştir.

1968 direnişlerini üniversitelerin sınırları içinde düşündüğümüz zaman ufkumuz daralıyor.

Oysa bu konuda, üniversiteyi radikal bir toplumsal dönüşümün motive olduğu bir çekirdek gibi görmek önemlidir bence.

Paris’i hatırlarsan, Sorbonne'dan başlayan direnişler, Fransız Komünist Partisi'nin ve onun taraftarı olan sendika konfederasyonunun –CGT’nin– itirazlarına karşın fabrikalara taştı.

Ve öğrenciler fabrikaları kente indirmeyi başardılar.

 İşçileri fabrikalarını ele geçirmeye ikna ettiler.

 İşgaller, üniversitelerden başlayarak, ister fabrikalarda, ister tarlalarda olsun, insanlara kendilerini yönetebilme ufkunu sundular.

 Bu da solun tarihinde önemli bir dönüşüme yol açtı.

Stalinizme, Sovyetik-bürokratik partilere, reel sosyalizme ciddi sekte vurdu.

Marksist kuramı dogmatizmden kutardı, hareketi zenginleştirdi, yeniledi.

O dönemdeki devrimci hareketlerle sanat arasındaki ilişkiyi düşünürken de bakış açımız yukardaki gibi olmalı.

Yani o dönemdeki sanat-siyaset ilişkisi birtakım grafiklerin, afişlerin, sokak sanatının gösterdiklerinin çok ötesindeydi.

1968 sayesinde sanat, bizatihi bir devrimci eylem olarak görülmeye başladı.

Gerçi, 19. yüzyıl başından, romantizmden beri "güzellik", özgürlük demekti.

Bütün sosyalist ütopyalar nihayetinde bütün toplumu şiirselleştirmeyi öngörüyordu.

Komünizm fikri 20. yüzyıl avangardının başlıca bileşenlerinden biriydi.

Ama bütün bunlar, daha ziyade estetik alanına özgüydü.

1968 paradigmayı değiştirdi.

"Devrimci sanat" yerine "sanat olarak devrim" fikrini sundu.

Bu, avangardın (süprematist ve konstrüktivistlerin) sanatı yönettiği 1917 Devrimi ertesindeki yıllarda bile bu kadar ileri gitmemişti.

Avangardın 1968'deki mirasçısı sitüasyonistler sanatçıları formlarla,  işaretlerle (sözcüklerle) değil, bizzat devrimle oynamaya çağırıyordu.

Oyun terimini kasten kullanıyorum çünkü oyunda yabancılaşma yoktur, işbölümü yoktur.

Oyun oynayan bir çocuk her şeyi kendi yönetir, o oyunun fikrini de kendi tanımlar, oyuncağın ne olacağını da kendi tanımlar, oyun ortamını da kendi tanımlar vb.

Dolayısıyla oyun, yabancılaşmadan en uzak, en yaratıcı edim olarak görülmüştür romantiklerden beri, hem sanatçılar, hem ütopyacı siyasetçiler tarafından.

Onun için '68'de bizim oynadığımız oyunların da aynı zamanda  birer sanatsal hareket gibi düşünülebileceğine inanıyorum.

Bence o dönemin silahlı hareketleri bile bir bakıma romantik hareketlerdi.

Romantik terimini bir dönemi, bir edebi ya da sanatsal akımı anlatmak için kullanmıyorum.

Bir başkaldırı felsefesi, duygulanımı anlamında kullanıyorum.

Bu hareketer romantik hareketlerdi, hayalperest hareketlerdi.

Yoksa bu hareketleri yürüten arkadaşlarımız orduyu alt edemeyeceklerini düşünecek kadar akıllıydılar.

Yusuf, Anadolu’ya açılırken altında bir tane Java marka motosiklet vardı.

İşte bu müthiş!

Müthiş bir hayal gücü, müthiş bir tutku, arzu, irade, aşk.

İşte bu tür eylemleri oyuna dönüştüren, şiirselleştiren, temelde, aklın önüne geçen hayal dünyasıdır.

Bu noktalar üzerinde pek durulmadı.

Tabii Can Yücel hariç.

Can Yücel’in Deniz’le ilgili Mare Nostrum (Bizim Deniz) şiiri vardır.

Onların ölümle oynadığı oyunu yakalamıştır.

Şöyle biter Bizim Deniz: 

Acıyorsam sana anam avradım olsun

/ Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  SANAT EĞİTİMİ Sanatın Tanımı Günümüzü algılayıp anlamak, günümüze kadar geçmişte olup bitenleri ve yapılanları öğrenmek, bilmekle g...