ODTÜ VE 1968 - 3
Sanat Olarak Devrim
Benim aşağı yukarı söylemek istediklerim bunlar.
Şimdi başa dönersek, vurgulamak istediğim şu: 1968
hareketini Paris’te Daniel Cohn-Bendit’in, Berlin’de Rudi
Dutschke’nin, Londra’da Tarık Ali’nin başını çektiği birtakım direniş
hareketleri gibi görmemek lazım.
Hakikaten, o zaman, bütün toplumları, bütün kültürleri
kuşatan bir devrimci hareket olarak görüp düşünmek lazım.
"Tarihin gidişine bir darbe" gibi
incelemek lazım.
Neydi bu topyekûn ayaklanmanın dinamikleri?
Nasıl bulaştı bütün dünyaya?
Ne kurdu bunu?
Şimdi de aynı soruları sormuyor muyuz?
Gezi’yle eşzamanlı olarak, Kahire’den New York’a birçok
merkezde devrimci eylemler doğdu.
Ortak bir ruh oluştu.
'68'de de bu ortak ruh önemliydi.
Bir de tabii hatırlamak gerekir ki, '68
anti-emperyalist savaşlar çağıydı.
Solun bütün tarihinde zirvede olduğu bir çağdı.
'68 eylemleri, kurtuluş savaşları, kitlesel işçi
hareketleri ve Marksizm’in yükselişi iç içeydi.
Tabii ki bu isyan Türkiye'ye de yansıdı.
Ve bu isyana katılan üniversiteler arasında
ODTÜ, eylemlerin niteliği ve sürekliliği açısından en önde gelen
üniversiteydi belki de.
Unutmayalım ki, büyük ölçüde kendiliğinden
yükseliyordu bu eylemler.
Yani, 19. yüzyıldaki gibi büyük anlatıların
(ütopyaların), disiplinli-resmî örgütlerin, şimdiki gibi iletişim
makinelerinin işi değildi.
Dolayısıyla insanın doğasında böyle bir özgürlük
arzusunun var olduğuna inanmak gerekir.
Gene Deleuze’e döneceğim: Bu arzu dediğimiz
gücün, siyasal anlamda da ne kadar yaratıcı, ne kadar devrimci olabileceğini
hatırlatıyor ODTÜ’de yaşananlar bana.
Dolayısıyla 1968’in devrimci eylemlerinin üniversite
direnişleri ötesinde düşünülmesi çok önemlidir.
Çünkü dünyada bütün bu hareketler üniversitenin dışına
taştı.
Tütün tarlalarına taştı, fabrikalara taştı.
Ve daha da ileri giderek Türkiye’de ilk devrimci
silahlı propaganda hareketlerinin, ilk gerilla hareketlerinin kurulmasına
yol açtı.
Bir anlamda denebilir ki THKP-C Mülkiye’den, THKO da
ODTÜ’den türemiştir.
1968 direnişlerini üniversitelerin sınırları içinde
düşündüğümüz zaman ufkumuz daralıyor.
Oysa bu konuda, üniversiteyi radikal bir toplumsal
dönüşümün motive olduğu bir çekirdek gibi görmek önemlidir bence.
Paris’i hatırlarsan, Sorbonne'dan başlayan direnişler,
Fransız Komünist Partisi'nin ve onun taraftarı olan sendika
konfederasyonunun –CGT’nin– itirazlarına karşın fabrikalara taştı.
Ve öğrenciler fabrikaları kente indirmeyi başardılar.
İşçileri fabrikalarını ele geçirmeye ikna
ettiler.
İşgaller, üniversitelerden başlayarak, ister
fabrikalarda, ister tarlalarda olsun, insanlara kendilerini yönetebilme
ufkunu sundular.
Bu da solun tarihinde önemli bir dönüşüme yol
açtı.
Stalinizme, Sovyetik-bürokratik partilere, reel
sosyalizme ciddi sekte vurdu.
Marksist kuramı dogmatizmden kutardı, hareketi
zenginleştirdi, yeniledi.
O dönemdeki devrimci hareketlerle sanat arasındaki
ilişkiyi düşünürken de bakış açımız yukardaki gibi olmalı.
Yani o dönemdeki sanat-siyaset ilişkisi birtakım
grafiklerin, afişlerin, sokak sanatının gösterdiklerinin çok ötesindeydi.
1968 sayesinde sanat, bizatihi bir devrimci eylem
olarak görülmeye başladı.
Gerçi, 19. yüzyıl başından, romantizmden beri
"güzellik", özgürlük demekti.
Bütün sosyalist ütopyalar nihayetinde bütün toplumu
şiirselleştirmeyi öngörüyordu.
Komünizm fikri 20. yüzyıl avangardının başlıca
bileşenlerinden biriydi.
Ama bütün bunlar, daha ziyade estetik alanına özgüydü.
1968 paradigmayı değiştirdi.
"Devrimci sanat" yerine "sanat olarak
devrim" fikrini sundu.
Bu, avangardın (süprematist ve konstrüktivistlerin)
sanatı yönettiği 1917 Devrimi ertesindeki yıllarda bile bu kadar ileri
gitmemişti.
Avangardın 1968'deki mirasçısı sitüasyonistler
sanatçıları formlarla, işaretlerle (sözcüklerle) değil, bizzat
devrimle oynamaya çağırıyordu.
Oyun terimini kasten kullanıyorum çünkü oyunda
yabancılaşma yoktur, işbölümü yoktur.
Oyun oynayan bir çocuk her şeyi kendi yönetir, o
oyunun fikrini de kendi tanımlar, oyuncağın ne olacağını da kendi tanımlar,
oyun ortamını da kendi tanımlar vb.
Dolayısıyla oyun, yabancılaşmadan en uzak, en yaratıcı
edim olarak görülmüştür romantiklerden beri, hem sanatçılar, hem ütopyacı
siyasetçiler tarafından.
Onun için '68'de bizim oynadığımız oyunların da aynı zamanda birer
sanatsal hareket gibi düşünülebileceğine inanıyorum.
Bence o dönemin silahlı hareketleri bile bir bakıma
romantik hareketlerdi.
Romantik terimini bir dönemi, bir edebi ya da sanatsal
akımı anlatmak için kullanmıyorum.
Bir başkaldırı felsefesi, duygulanımı anlamında
kullanıyorum.
Bu hareketer romantik hareketlerdi, hayalperest
hareketlerdi.
Yoksa bu hareketleri yürüten arkadaşlarımız
orduyu alt edemeyeceklerini düşünecek kadar akıllıydılar.
Yusuf, Anadolu’ya açılırken altında bir tane Java
marka motosiklet vardı.
İşte bu müthiş!
Müthiş bir hayal gücü, müthiş bir tutku, arzu, irade,
aşk.
İşte bu tür eylemleri oyuna dönüştüren,
şiirselleştiren, temelde, aklın önüne geçen hayal dünyasıdır.
Bu noktalar üzerinde pek durulmadı.
Tabii Can Yücel hariç.
Can Yücel’in Deniz’le ilgili Mare Nostrum
(Bizim Deniz) şiiri vardır.
Onların ölümle oynadığı oyunu yakalamıştır.
Şöyle biter Bizim Deniz:
Acıyorsam sana anam avradım olsun
/ Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder