Şöhretler, Semboller, Nefretler: Postfaşizmin Fransa Sahnesi
Martin Heidegger’in siyasal-felsefi kavrayışının gelişimini incelerken Pierre
Bourdieu, entelijensiyaya sirayet etmezden önce Weimar
Almanya’sında ahalide filizlenen bir kolektif “ideolojik
haleti ruhiye”den söz eder.
Bourdieu’ye göre Heidegger’in de felsefe alanında geliştireceği
“muhafazakâr devrim” ideolojisinin çeşitli varyantları modernliğe,
rasyonalizme, tekniğe karşı vatana ve toprağa bağlılığın, doğaya
dönüşün değerini vurgulayan bu völkisch ruh hali içinden çıkacaktır.
Kesin bir tarih vermek zor olsa da Fransız toplumunda 2000’li yıllardan
itibaren görünürlük kazanan böylesi bir ideolojik haleti ruhiyeden söz etmek
mümkün.
Yapılandırılmış, bütünlüklü, tutarlı bir ideoloji değil, parça parça, bölük pörçük, kimi zaman tezat
içinde eklektik bir duygular toplamı, bir duygusal kanaatler bütünü.
Avrupa Birliği’nin bir sonucu olarak görülen Doğu Avrupa’dan gelen ucuz
işgücüne karşı yerli emek yanlısı “küreselleşme karşıtı” hissiyat; hem gösteri
dünyasında hem kent sokaklarında varlığını daha fazla gösteren Mağrip-Afrika
kökenli banliyö gençliğine karşı beyaz ve yerli vatanperverlik; 11 Eylül
saldırılarının tetiklediği –ve daha yakın zamanda IŞİD saldırılarının
pekiştireceği– “İslami terör” korkusu ve içerde veya dışardaki Müslüman
topluluklara karşı öfke-korku sarmalı; eşcinsellerin hak talepleri karşısında
“doğal” hiyerarşinin yitirilmesi tehdidi ve dindar-maçist-heteroseksist
tepkiler; İsrail devletinin kolonyal ve yayılmacı politikalarının çarpık bir tepkisel
yansıması olarak antisiyonizmden Fransa’da tarihsel yatağını hiçbir zaman
yitirmemiş olan antisemitizme hızlı bir kayış…
Şu ya da bu biçimde tanımlanan milletin/vatanın içindeki dışsal,
yabancı addedilen unsurlara karşı tepkinin, giderek
nefretin başlıca örnekleri olarak yukarıda yazdıklarım sayılabilir.
Komplekssiz Bir Radikal Sağ
Bu haleti ruhiyenin sonuçlarını, Fransız faşist geleneğiyle tarihsel
ilintisi olan ve aşırı sağın en önemli partisi Ulusal Cephe’nin oy
oranlarındaki nispeten düzenli yükselişte ve tepkilerde görmek mümkün.
2002 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Jean-Marine Le Pen, ikinci
tura kalıp %18 alırken bu son derece kritik bir siyasal sarsıntı olarak
algılanıyor ve sendikalar, dernekler, partiler sokaklara dökülüyordu.
Babasını tasfiye etmiş, partiyi antisemit kökenlerinden görünürde arındırıp
yerine İslamofobiyi geçirmiş ve daha “ılımlı” bir postür takınan Marine Le Pen
2017’de ikinci tura kalıp %34,5 aldığında ise aynı reaksiyonu gözlemlemek
mümkün değildi; radikal sağın tedrici yükselişi bir anlamda bu türden bir
sonucu olağanlaştırmış diyemesek de bunu beklenilir kılmıştı.
Ne var ki tahmin edilebileceği gibi bu siyasal yelpazenin en sağında
meydana gelen siyasallaşma, gerek Avrupa’de gerekse yerkürenin birçok başka
bölgesinde olduğu gibi salt kurumsal siyasetin alanıyla sınırlı kalmıyordu.
Marine Le Pen’in başkanlığında Ulusal Birleşme adını almış olan bu partinin
çeperindeki irili ufaklı siyasal formasyonun yanı sıra bir dizi çevre, hareket,
kampanya sosyal medya platformlarının da kaçınılmaz etkisiyle söylemlerini daha
görünür kılma imkânına kavuşuyordu.
Yalnızca dijital mecralarda veya sandıkta sesini çıkarmakla sınırlı
kalmayıp bu radikal sağ galaksinin bir seferber edici gücü olduğunu da gözden
çıkarmamak lazım.
2013’te eşcinsel evliliğin yasallaştırılması karşısında örgütlenen “herkes
için yürüyüş”lere milyonlar katılırken 2014’te Sosyalist Partili Cumhurbaşkanı
François Hollande’ın hedefe oturtulduğu “öfke günü”nde özellikle en radikal
kesimlerden 30 bin kişi sokağa dökülüp 1930’ları aratmayacak antisemit
sloganları haykırıyordu.
Öte yandan bu kolektiflerin ötesinde zamanın ruhuna uygun biçimde bir dizi
propagandist de gerek geleneksel gerekse yeni-dijital medya alanında üne
kavuşuyor, bu modernleştirilmiş, Fransızların deyimiyle “dekomplekse” yani
komplekslerinden arınmış faşist kültürün şöhretleri haline geliyordu.
Böylece aralarındaki farklılıklar ve çatışmalar ne olursa olsun 1789’un ve
1968’in ülkesinde, tam da 1789’un ve 1968’in öne çıkardığı değerleri altüst
etmeye dönük, milliyetçiliğin, zenofobinin, göçmen düşmanlığının,
antifeminizmin ve homofobinin kol gezdiği bu postfaşist galaksinin siyasal
atılımlarına eşlik eden bir kültür savaşına tanıklık ediyoruz.
Teknolojik Gramsci’cilik ve Re-Enformasyon
İlk bakışta şaşırtıcı gelmekle birlikte esasında İtalyan Marksist Antonio
Gramsci sağın referansları arasına gireli bir hayli zaman oldu.
Fransız sağının mentorlarından Alain de Benoist daha 1970’li yıllardan
itibaren Gramsci’ye eğilerek kültürel iktidar’ın önemine vurgu
yapmış ve geleneksel sağı dar anlamda siyasete odaklanarak bu alanı tümüyle
sola terk etmekle eleştirmişti.
İsim babası olduğu “Yeni Sağ” tam da 68’in liberter atılımının damgasını
vurduğu bu kültürel alanda etkin olmayı önüne koyuyordu.
Böylece De Benoist’nın bu “sağ Gramsci’cilik” çağrısının ardından, yıllarca süren
tutsaklıktan sonra Mussolini’nin zindanlarında can vermiş olan İtalyan
komünistin fikirleri bağlamından tümüyle soyutlanmış biçimde ve acınası bir
şematizasyona uğratılarak sağın ideolojik dağarcığında yerini alır.
Örneğin bir Nicolas Sarkozy 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin arifesinde,
kendisinin de Gramsci’yle aynı analizi yaptığını ve iktidarın fikirlerle
kazanılabileceğini ifade ederken, Le Pen’in torunu ve partinin yükselen
figürlerinden Marion Maréchal mücadelenin öncelikle kamuoyunda ve medyada
kazanılması gerektiğini belirterek “Antonio Gramsci’nin çıkardığı dersleri
uygulamaya geçirmenin zamanı geldi” diyordu.
Radikal sağın bir diğer ideoloğu olan Jean-Yves Le Gallou ise 2 006’da kaleme
aldığı “Teknolojik Gramsci’cilik için 12 Tez”inde kültürel
mücadelede internetin rolüne vurgu yaparak, dijital teknolojinin elitler
karşısında sessiz çoğunluğun seferber olabilmesi için önemli bir imkân teşkil
ettiğinin altını çizer.
Ona göre internet, oligarklar tarafından yönetilen medyanın yaydığı
fikirlerden kopmayı, bu fikirleri reddeden karşı-tezleri yaymayı sağlamaktadır.
Le Gallou’ya göre ana-akım medya ve reklam endüstrisinin hâkim hale getirdiği ve
mücadele edilmesi gereken “dogmalar” şöyle sıralanabilir: Küreselleşme övgüsü,
gelenekten kopuş, solun sağ karşısındaki ontolojik üstünlüğü, “ırkçılık
karşıtlığı” ve halkların suçluluk duygusu taşıması.
Böylece, 1968’den itibaren siyasal doğruculuk yalnızca hâkim hale gelmekle kalmayıp yegâne
meşru ideoloji mertebesine ulaşarak her türden kamusal tartışma imkânını
ortadan kaldırıp ifade özgürlüğünü örselemiştir.
Dijital medya ise ana-akım medyanın bu zorbalığından kaçınmanın,
milliyetçi-muhafazakâr sağın 40 yıldır uğradığı şeytanileştirmeye karşı kendi
bağımsız fikriyatını ve gündem karşısındaki bakış açısını sunmak için muazzam
bir imkân oluşturur.
Gramsci’den esinli bu yaklaşım aynı zamanda, yine Le Gallou’nun da
teorisyenleri arasında bulunduğu bir diğer kavramla eşleşir: Re-enformasyon.
Tahmin edilebileceği gibi re-enformasyon stratejisi küreselleşmeci,
mültikültüralist, siyasal doğrucu medyanın dezenformasyonuna karşı Fransız
kamuoyunu yeniden bilgilendirmeyi, aktüel gelişmeleri ve tartışmaları radikal
sağın ideolojik çerçevesi bağlamında yeniden sunmayı hedefler.
Bu strateji, muarızlarının ifadesiyle “faşosfer”de [fachosphère] yani
web’deki tüm faşizan mecralardan –site, blog, bireysel hesap, forum vs.–
müteşekkil alanda kayda değer bir karşılık bulur.
FdeSouche, Novopress, Riposte Laïque, TV Liberté, Egalité et
Réconciliation, Polemia, Dreuz.info gibi siteler ve daha birçokları,
aralarındaki tüm siyasal farklılaşmalara rağmen kendilerini bu
“re-enfosfer”in bir parçası olarak görür.
Faşosferin Şöhretleri
Şüphesiz radikal sağın çeşitli bileşenlerinin internet ortamındaki varlığı
bu “yeniden bilgilendirmeye” dönük mecralarla sınırlı değil.
Faşosferin kültürel iktidar mücadelesi sosyal medyaya has içeriklerle ve
ikonografiyle de sürdürülür.
Amerikan Alt-Right’ında görebildiğimiz ve dünya çapına yayılmış, popüler kültürden
devşirilmiş ve viral hale gelmiş kimi imgelerin Fransız radikal
sağı tarafından sosyal medya mecralarında sahiplenildiğini görmek mümkün.
Mem mantığına uygun biçimde bunların önemli bir kısmı ancak
gerekli referanslara sahip olanların anlamını kavrayabileceği, ilk bakışta nötr
gelebilecek imgelerden oluşur.
Marine Le Pen çok sayıda mem’de Fransız milletinin kurtarıcısı olarak
sunulurken, artık uluslararası alanda postfaşizmin başlıca sembollerinden biri
haline gelmiş Kurbağa Pepe’nin yanı sıra “El Risitas” adıyla bilinen ve bir
televizyon programında gülme krizine girme sahneleriyle sosyal medya fenomeni haline
gelen Juan Joya Borja da Fransız usulü Alt-Right’ın simgelerinden
biri olur.
Bu noktada tıpkı Alt-Right’ın gelişme zeminlerinden biri olan 4chan gibi
jeuxvideo.com sitesinin 18-25 yaş kullanıcılarına ayrılmış “Blabla” forumu, radikal
sağcı trollerin tabiri caizse ilk eğitimlerini aldığı ve kendilerini gösterdiği
mecra olarak değerlendirilebilir.
Bu forum bünyesinde ortaya atılan dilsel kodlar, gif’ler, emojiler ve mem’ler
hızla sosyal medyanın diğer alanlarına yayılır.
Sembolik karakter kazanmış bu görsellerin yanı sıra kimi yazar, polemist veya
“içerik üreticisi” youtuber’lar da faşosfer içinde ayrı bir üne
kavuşur.
Bu noktada ilk anacağım isim, esasında bir istisna oluşturmakta çünkü yeni
medyadan ziyade geleneksel yayıncılığın araçlarıyla nam salıyor.
Kendisi Cezayir Yahudisi bir aileden gelen Eric Zemmour.
Fransa’da İslamofobinin, göçmen düşmanlığının, kadın ve LGBTQ hakları
karşıtlığının herhalde en kamusal sayılabilecek sözcüsü.
Gazetecilikten gelen Zemmour’un ırksal ve dinî nefreti körüklemek ve ayrımcılığı
teşvik etmekten bir dizi ceza almış olmakla birlikte kitapları çok
satanlar arasında bulunuyor.
Ayrıca Fransız basınının en önemli sağcı gazetesi Le Figaro’da
köşe yazarlığı yapan Zemmour, ana-akım haber kanalı CNews’da bir tartışma
programının da düzenli katılımcılarından (ve kanal açısından ciddi izleyici
rekorları kırılmasına sebep oluyor).
Fransa’nın Mağripli ve Afrikalı göçmenler tarafından “sömürgeleştirilerek”
İslamlaştırıldığı ve “kök Fransızların” azınlığa düşmesinin Fransız
medeniyetinin yıkımı olacağı yönündeki –yazar Renaud Camus tarafından adı
konmuş olan– Büyük Yer Değiştirme teorisinin de savunuculuğunu yapan Eric
Zemmour’un popülerliği, bu faşizan argümanlarının Fransız toplumunda önemli bir
karşılık bulduğunu gösteriyor.
Eğer Zemmour bu radikal sağın İslamofobi kutbunda bulunuyorsa antisemit kutbu da hiç
şüphesiz bir diğer polemist olan Alain Soral işgal ediyor.
Komünist bir kökenden geldiğini iddia eden ve 21. yüzyıl konjonktürüne has –adı
böyle konmasa da– bir nasyonal sosyalizmin savunuculuğunu yapan Soral, Zemmour
gibi ana-akımda (artık) yer bulamıyor, ancak siyasi hareketiyle aynı adı
taşıyan Egalité et Réconciliation (Eşitlik ve Uzlaşma/Barışma) sitesi 2016’da
en fazla ziyaret edilen siyasi site namına kavuşuyor (aylık 7 milyon ziyaret).
Konspirasyonist anlayışın meftunu olan Soral’in özgünlüğü ise Yahudilerin
hâkimiyetine karşı Hıristiyan kök Fransızlar ile benzer geleneksel değerleri
taşıdığına inandığı (antisemitizm, mizojini ve
homofobi diye özetleyebileceğimiz) Mağrip kökenli Müslüman
gençlerin ittifakını sağlamayı önüne koyması.
Bu noktada hiç şüphesiz neofaşist galaksinin diğer bileşenleriyle ciddi bir çatışma söz konusu, ki bu çevrelerin
bir diğer şöhreti olan Daniel Conversano
ile bir tartışması kameraların karşısında fiziksel
kavgaya dönüşür (ve elbette viral nitelik kazanır).
Erillik, komploculuk ve hem faşist hem de sosyalist geleneklerden
devşirilen bir miktar argümanla, Alain Soral faşosferin içinde bir çeşit aykırı,
radikal ve outsider akımı temsil etmekte.
Raptor Dissident müstear ismini kullanan Cezayir/Kabil kökenli İsmail Ouslimani
ise herhalde faşosferin en ünlü youtuber’ı.
2015 yılından beri farklı formatlardaki videolarıyla, siyasal doğruculuk
olarak tanımladığı ne varsa, tam bir trol üslubuyla bol küfür ve uç noktadaki bir
saldırgan mizahla bunları hedef alıyor: feministler,
solcular, gazeteciler, LGTBQ+’lar, Nuit Debout eylemcileri, antifalar, Trump
karşıtları, Amazon yangınlarına ağlayanlar…
Kimi videoları 3-4 milyonun üzerinde izlenen Raptor, yukarıda sözünü ettiğim
jeuxvideo.com’da gelişen alt-kültürün kodlarının, sembollerinin ve mem’lerinin
dolaşımına da videoları aracılığıyla katkıda bulunuyor.
Marine Le Pen’i fazla “solcu” bulup ona bir Arap ismi takarak “Malika Le
Pen” olarak adlandıran Raptor, Alain Soral’i de “Marksist” jargonundan dolayı topa
tutar ve takıntılı antisemitizminin İslami tehdidi azımsamasına yol açtığını ve
böylece Soral’in “kozmopolitizmin kullanışlı aptalı” haline geldiğini iddia ediyor.
Erkeklik kültünün kutsandığı bu “Sağ 2.0” aleminde, geçmişin düellolarına
benzer biçimde Alfa erkekleri arasındaki anlaşmazlıkların kameralar karşısında
dövüş müsabakasıyla çözülmesi gerektiğine dair anlayış da, bir çeşit Fight
Club estetiğine öykünerek, hızla yaygınlaşmakta.
Buna uygun olarak Raptor 2018’de Soral’i bir MMA düellosuna davet eder,
Soral’in kabulüne rağmen müsabaka gerçekleşmez.
Bugün Raptor’un youtube kanalının 700 bine yakın abonesi bulunuyor.
Dinozor Raptor ve ondan kaçan kurbanları: “Bol
miktarda nefret eklenmiş gündem değerlendirmesi”
Burada örnek vereceğim bir diğer şöhret de blog yazarlığından Youtuber’lığa
terfi etmiş olan fakat polemik kitapları ve çizgi roman da yazan Papacito.
Gerçek adıyla Ugo Gil Jimenez kendini siyaseten kraliyetçi olarak
tanımlıyor.
Fransız sağının fazla sıkıcı olmasından yakınan Papacito, bu
alana bir miktar fun [eğlence] getirmeyi amaçladığını
söylüyor.
Sol, feminizm ve LGBTQ+ düşmanlığı
gibi radikal sağın ortak değerlerini sıklıkla dile getirmenin yanı sıra
Papacito özellikle Fransa’nın monarşik ve Hristiyan geçmişine göndermede
bulunuyor; toprağa ve tarihe bağlılığa, şövalyelik ruhuna methiye düzüyor.
Faşosfer içindeki özgünlüğü ise, İsrail yanlılığı.
Papacito bu tutumunu İsrail’in Ortadoğu’da Hıristiyanların en
güvende yaşayabildiği devlet olmasıyla açıklıyor.
Ona göre Müslümanlar Fransa’ya Yahudilerden çok daha fazla zarar vermiştir.
Alain Soral’in kendi siyasal kültürüne katkıda bulunduğunu teslim etmekle
birlikte bu yaklaşımı onunla çatışmasına neden olur (Papacito
da Soral’i dövüş düellosuna davet eder).
Antisemitizm ve Bir İdeolojik Araç Olarak
Stand-Up
Kurumsallaşmış sol ve sağ siyasetlerinin birbirinden ayırt edilemeyecek
durumda olduğu, radikal solun gerçek bir alternatif olarak kendini ortaya
koyamadığı, sınıfsal perspektifin ve toplumsalcı bir bakışın yokluğunda
etnik-dinî açıklama çerçevelerinin yaygınlaşması olağan hale geldi.
Siyasal-demokratik olarak
denetlenebilir alanın neoliberal taarruzla birlikte daralması, ekonominin ise
gayrı-şahsi bir piyasanın denetiminde teknik ve efsunlu bir alan haline
gelmesiyle siyasal olan müdahale ve nüfuz edilmesi imkânsız, karanlık bir evren
olarak şekilleniyor zihinlerde.
Bu ise tarihi ve politikayı, birbirine eklemlenen bir komplolar
silsilesiyle, gölgedeki kimi şebekelerin kumpaslarıyla açıklama eğiliminin güç
kazanmasına elverişli bir zemin oluşturuyor.
Bu çerçevede son yirmi yıl zarfında antisemitizmin görünürlüğünün
artmasında ve farklı toplumsal kesimler tarafından “sistem karşıtı” bir
konspirasyonist açıklama çerçevesi olarak benimsenmesinde popüler kültürün kayda
değer bir rolü oldu.
1990’lı yıllardan beri stand-upçılık yapan Kamerun kökenli Dieudonné
M'bala M'bala, siyasal ve ideolojik angajmanlarını ifade etmekten hiç çekinmemiş Siyah bir
komedyen.
Irkçılık karşıtı söylemi, ekolojist militanlığı, Filistin halkıyla somut
dayanışma eylemleri, anti-FN'ci tutumuyla, 1990'lı yıllar boyunca açık solcu
kimliğiyle ün yapıyor.
2002'de kölelik hakkında bir film yapmayı tasarlıyor.
Fakat maddi destek alabilmek için başvurduğu Ulusal Sinematografi Merkezi projeyi
reddediyor.
Dieudonné bunu CNC'deki Yahudilerin, Yahudi soykırımı dışında yaşanmış
tarihsel acıların bilgisinin, hafızasının yaygınlaştırılmasına karşı bir tutumu
olarak yorumluyor.
Bu noktadan sonra komedyenin skeçlerinin içeriği ve siyasal yönelimi
giderek antisiyonizm kılıfı altında açık bir antisemitizme doğru evriliyor.
Ona göre Yahudiler kendi acılarını ve ölümlerini para kazanmak ve bir ülke
inşa etmek için satmıştır.
Başka bir tarihsel acının görünürlük kazanması da onların business’ine
ters düşmektedir.
Dieudonné'nin kat ettiği bu ideolojik güzergâh onu hayli hızlı biçimde aşırı
sağa, daha doğrusu onun özgün bir biçimi olan kızıl-kahverengi
kanadına doğru yaklaştırır.
Kızıl-kahverengi'den anlamamız gereken, eşitlik, adalet ve anti-emperyalizm
gibi kimi sol değer ve tutumlarla, sağın antisemitizm, din, aile, ahlak,
patriyarkalizm ve homofobi gibi en gerici ideolojik unsurlarının bir alaşımı.
Dieudonné'nin bu süreçte en yakın
dostu ve bir nevi ideolojik mentoru haline gelecek olan Alain Soral'in
yönettiği küçük siyasal akımın mottosu bu fikrî bileşimi şöyle ifade ediyor: “Emeğin solu, değerlerin sağı”.
2000’li yıllarda küreselleşme karşıtlığı ve Amerikan karşıtlığı aynı
zamanda bu akımın temel harcını teşkil ediyordu; İran, Suriye, Rusya'nın yanı
sıra Küba ve Venezüela gibi devletler de kızıl- kahverengi
evrenin “iyilik eksenini” oluşturuyordu.
Kuşkusuz bugün Trump’ın Amerika’sı da bu kafileye katılmış durumda.
Dieudonné, ırkçılık karşıtı geçmişine rağmen 2000’li yılların ortasında Le
Pen'in elini sıkacak noktaya gelecektir.
Ama ilişkileri bununla sınırlı kalmaz, Le Pen, komedyenin kızının vaftiz babası
olacaktır.
Bu manevi ve dokunaklı yakınlaşmanın maddi uzantıları da elbette
oluşacak ve Dieudonné'nin küçük tiyatro salonu FN'nin
kimi toplantıları için akıl almaz fiyatlara kiralanacaktır.
2008'deki bir gösterisinde ise, Yahudi soykırımının varlığını inkâr eden en
ünlü “tarihçi” Robert Faurisson'u sahneye davet ederek ona “yanında
durulamazlık” ödülünü verir.
Ödülü getirenin kostümü ise çizgili ve sarı yıldızlıdır...
“Sistem-Karşıtlığı”nın Kimi Sembolleri
Dieudonné ve Soral'in söylemi tam da emperyalizm, masonluk, Yahudilik ve
hatta eşcinsellik karşıtı bilumum komplonun kesişiminde bulunuyor; kendini
medyasıyla, siyasal elitleriyle, ekonomisi ve gösteri dünyasıyla Yahudilerin
denetimindeki bir sistemin işleyişini, yaydığı “yanlış bilinci”
çözümleyebilecek yegâne muhalif analiz çerçevesi olarak sunuyor.
Dieudonné'nin izleyici kitlesi her ne kadar hayli heterojen olsa da esas seslendiği
ve tutunduğu taban ikinci ve üçüncü kuşak Mağrip ve
Afrika kökenli göçmen çocukları.
Bu kesimler nezdinde Dieudonné'nin skeçleri antisiyonizm ve
sistem-karşıtlığı adıyla sunulan antisemit komploculuğu yayan birer panfle, birer
bildiri işlevi görüyor.
Bir skecinde yaptığı ve zenginlere, muktedirlere yönelik aşağı doğru uzanan
kol hareketi de kaygı verici bir popülariteye kavuştu.
Adını bir yemekten alan quenelle hem açıkça fallik bir “jestüel hakaret”
hem de örtük bir Nazi işareti olarak yorumlanmaya müsait.
2009 AB seçimleri için Dieudonné ve Soral’in oluşturduğu Antisiyonist
Liste’nin afişinde de yer alan ve Yahudiler tarafından yönetilen sisteme
“könel sokuşturmak” isteyenlerin sembolü haline gelmiş bu hareketin futbolcu
Anelka ve basketbolcu Tony Parker tarafından yapılması, Fransa sınırlarının
ötesinde de bilinir olmasını sağladı.
Ama bu türden ünlü şahısların dışında, söz konusu hareketi yaparak cesurca”
sisteme meydan okuduğunu zannederek fotoğraf çektiren askerler, polisler,
FN'liler ve elbette Mağrip ve Afrika kökenli gençler mevcut.
En başarılı olarak değerlendirilen fotoğraflar düzenli olarak Dieudonné’nin
sitesinde yayınlanıyor.
Bunlardan bazılarının sokakta rastlanan “Siyonist” yazarların, Yahudi
okullarının, sinagogların ve soykırım anıtlarının önünde olması meseleyi daha
da ürkütücü hale getiriyor.
Könel’e eşlik eden bir diğer sembol ise ananas.
Bir çocuk şarkısını devşirerek Dieudonné’nin söylediği “Shoah-nanas” yine
yarı örtük biçimde Yahudi soykırımından çıkar elde edilmesine vurgu yapıyor:
“Sevgili ananas seni hiç unutmayacağım; O kadar acı çektin ki bütün bu maruz
kaldıklarının telafisini istiyoruz; Güneşin altında bir ülke ve milyonlarca
dolar…”
Böylece ananas da yine fotoğraflarda, sosyal medyada, emoji
kullanımıyla tarafını belirtmenin, varsayılan egemenlere meydan okumanın
sembolik bir aracı haline gelir.
Çeşitli yasal engeller ve şiddetli kamusal polemiklerin ardından Dieudonné,
kısa zaman önce –bir milyonun üzerinde abonesi bulunan ve içerdiği videolar bir
sene içerisinde 20 milyonun üzerinde izlenmiş olan– Youtube kanalı
kapatılmış olsa da, hem stand up’larıyla, hem sitesindeki gündem değerlendirme
videolarıyla, hem de sözünü ettiğimiz sembol ve skeçlerinden manidar
alıntıların süslediği giyim kuşam malzemesi ve hediyelik eşya satışıyla radikal
sağdaki siyasallaşmanın önemli referanslarından biri olmaya devam ediyor.
Geçici Sonuçlar
Kültürel hegemonya savaşında Fransız postfaşizmi bir
dizi muharebeyi kazanmış bulunuyor.
Burada, üslup ve etki itibariyle Trump dalgasının üzerine binen Alt-Right’ın ideolojik-kültürel ihracatıyla
bir ilinti hiş şüphesiz ki var.
Fakat postfaşist nebula esas gücünü Fransız toplumu içindeki hem
tarihsel hem konjonktürel çelişkilerden ve bunların belirlediği çok yönlü
eşitsizliklerden, tatminsizlik ve hınçlardan alıyor.
Bugüne dek solun ve özgürleşim perspektifine sahip toplumsal hareketlerin
damgasını vurduğu sosyal eleştiri, eşitlik ve özgürlük gibi kurucu
değerlerinden mahrum bırakılmış, konspirasyonist anlamlandırma çerçevesiyle
şekilsizleştirilmiş halde radikal sağın gaspına uğrarken yüzlerce yıllık
mücadeleler (ve teorik ifadeleri) sonucu insanlık nezdinde meşruiyet
kazanabilmiş siyasal-kültürel değerler egemenlerin fesatlarının ürünü olarak
telakki ediliyor.
Paralel biçimde, dilsel-imgesel düzenin ihlali de, tarihsel olarak sürrealizmden
sitüasyonizme radikal bir eşitlik ve özgürlük arzusundan beslenmişken, bugün
trol üslubu ve mem estetiğiyle bütünleşerek hem niteliksel açıdan karikatürüne
indirgenmiş vaziyette hem de muğlaklığın ve sarkazmın kaygan zemininde iş
görürken en gerici ve otoriter özlemlerin hizmetine koşuluyor.
Papacito’nun bir mülakatında vurguladığı gibi, böylece ihlalkârlık
kültürünün kendisi daha “vatansever, reaksiyoner ve eğlenceli” hale gelerek sağcılığı
o ağır ve sıkıcı havasından kurtarıyor; modern, isyankâr ve havalı bir postüre
büründürüyor.
Böylece somut ve maddi çelişkilerden kaynaklı bir politik yönelimin
ötesinde veya ona ek olarak provokatif bir karşı-kültürün oluşumu radikal
sağdaki bir siyasallaşmayı da, bilhassa gençlik nezdinde cazip kılan bir durum
yaratıyor.
Artık sosyal medya zeminlerinin ötesinde Fransa’nın şanlı geçmişini yad etmeyi önüne
koyan graffiti art erbabından beyaz-üstünlükçü rap’e ve hatta
ırk ve renk bileşimine karşı çıkan pornoya kadar, postfaşizm
alt-kültürler evrenine de sirayet ediyor.
Antonio Gramsci’nin ifadesiyle kültürel hegemonya için yürütülen bu “mevzi
savaşı”nda, ayrımcılığın sıradanlaşması ve milliyetçi gericiliğin “muhalif” ve
“isyankâr” gösterilmesi başta olmak üzere postfaşizm önemli bir mesafe
kaydetti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder