20 Ocak 2023 Cuma

 Şöhretler, Semboller, Nefretler: Postfaşizmin Fransa Sahnesi

 

Martin Heidegger’in siyasal-felsefi kavrayışının gelişimini incelerken Pierre Bourdieu, entelijensiyaya sirayet etmezden önce                                             Weimar Almanya’sında ahalide filizlenen bir kolektif                                                “ideolojik haleti ruhiye”den söz eder.

 

Bourdieu’ye göre Heidegger’in de felsefe alanında geliştireceği “muhafazakâr devrim” ideolojisinin çeşitli varyantları modernliğe, rasyonalizme, tekniğe karşı vatana ve toprağa bağlılığın,                                    doğaya dönüşün değerini vurgulayan bu völkisch ruh hali içinden çıkacaktır.

 

Kesin bir tarih vermek zor olsa da Fransız toplumunda 2000’li yıllardan itibaren görünürlük kazanan böylesi bir ideolojik haleti ruhiyeden söz etmek mümkün.

 

Yapılandırılmış, bütünlüklü, tutarlı bir ideoloji değil, parça parça,                                bölük pörçük, kimi zaman tezat içinde eklektik bir duygular toplamı, bir duygusal kanaatler bütünü.

 

Avrupa Birliği’nin bir sonucu olarak görülen Doğu Avrupa’dan gelen ucuz işgücüne karşı yerli emek yanlısı “küreselleşme karşıtı” hissiyat; hem gösteri dünyasında hem kent sokaklarında varlığını daha fazla gösteren Mağrip-Afrika kökenli banliyö gençliğine karşı beyaz ve yerli vatanperverlik; 11 Eylül saldırılarının tetiklediği –ve daha yakın zamanda IŞİD saldırılarının pekiştireceği– “İslami terör” korkusu ve içerde veya dışardaki Müslüman topluluklara karşı öfke-korku sarmalı; eşcinsellerin hak talepleri karşısında “doğal” hiyerarşinin yitirilmesi tehdidi ve dindar-maçist-heteroseksist tepkiler; İsrail devletinin kolonyal ve yayılmacı politikalarının çarpık bir tepkisel yansıması olarak antisiyonizmden Fransa’da tarihsel yatağını hiçbir zaman yitirmemiş olan antisemitizme hızlı bir kayış…

 

Şu ya da bu biçimde tanımlanan milletin/vatanın içindeki                                           dışsal, yabancı addedilen unsurlara karşı tepkinin,                                                    giderek nefretin başlıca örnekleri olarak yukarıda yazdıklarım sayılabilir.

 

 

Komplekssiz Bir Radikal Sağ

 

Bu haleti ruhiyenin sonuçlarını, Fransız faşist geleneğiyle tarihsel ilintisi olan ve aşırı sağın en önemli partisi Ulusal Cephe’nin oy oranlarındaki nispeten düzenli yükselişte ve tepkilerde görmek mümkün.

 

2002 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Jean-Marine Le Pen,                                            ikinci tura kalıp %18 alırken bu son derece kritik bir siyasal sarsıntı olarak algılanıyor ve sendikalar, dernekler, partiler sokaklara dökülüyordu.

 

Babasını tasfiye etmiş, partiyi antisemit kökenlerinden görünürde arındırıp yerine İslamofobiyi geçirmiş ve daha “ılımlı” bir postür takınan Marine Le Pen 2017’de ikinci tura kalıp %34,5 aldığında ise aynı reaksiyonu gözlemlemek mümkün değildi; radikal sağın tedrici yükselişi bir anlamda bu türden bir sonucu olağanlaştırmış diyemesek de bunu beklenilir kılmıştı.

 

Ne var ki tahmin edilebileceği gibi bu siyasal yelpazenin en sağında meydana gelen siyasallaşma, gerek Avrupa’de gerekse yerkürenin birçok başka bölgesinde olduğu gibi salt kurumsal siyasetin alanıyla sınırlı kalmıyordu.

 

Marine Le Pen’in başkanlığında Ulusal Birleşme adını almış olan bu partinin çeperindeki irili ufaklı siyasal formasyonun yanı sıra bir dizi çevre, hareket, kampanya sosyal medya platformlarının da kaçınılmaz etkisiyle söylemlerini daha görünür kılma imkânına kavuşuyordu.

 

Yalnızca dijital mecralarda veya sandıkta sesini çıkarmakla sınırlı kalmayıp bu radikal sağ galaksinin bir seferber edici gücü olduğunu da gözden çıkarmamak lazım.

 

2013’te eşcinsel evliliğin yasallaştırılması karşısında örgütlenen “herkes için yürüyüş”lere milyonlar katılırken 2014’te Sosyalist Partili Cumhurbaşkanı François Hollande’ın hedefe oturtulduğu “öfke günü”nde özellikle en radikal kesimlerden 30 bin kişi sokağa dökülüp 1930’ları aratmayacak antisemit sloganları haykırıyordu.

 

Öte yandan bu kolektiflerin ötesinde zamanın ruhuna uygun biçimde bir dizi propagandist de gerek geleneksel gerekse yeni-dijital medya alanında üne kavuşuyor, bu modernleştirilmiş, Fransızların deyimiyle “dekomplekse” yani komplekslerinden arınmış faşist kültürün şöhretleri haline geliyordu.

 

Böylece aralarındaki farklılıklar ve çatışmalar ne olursa olsun                                      1789’un ve 1968’in ülkesinde, tam da 1789’un ve 1968’in öne çıkardığı değerleri altüst etmeye dönük, milliyetçiliğin, zenofobinin, göçmen düşmanlığının, antifeminizmin ve homofobinin kol gezdiği bu postfaşist galaksinin siyasal atılımlarına eşlik eden bir kültür savaşına tanıklık ediyoruz.

 

 

Teknolojik Gramsci’cilik ve Re-Enformasyon

 

İlk bakışta şaşırtıcı gelmekle birlikte esasında İtalyan Marksist                                   Antonio Gramsci sağın referansları arasına gireli bir hayli zaman oldu.

 

Fransız sağının mentorlarından Alain de Benoist daha 1970’li yıllardan itibaren Gramsci’ye eğilerek kültürel iktidar’ın önemine vurgu yapmış ve geleneksel sağı dar anlamda siyasete odaklanarak bu alanı tümüyle sola terk etmekle eleştirmişti.

 

İsim babası olduğu “Yeni Sağ” tam da 68’in liberter atılımının                                   damgasını vurduğu bu kültürel alanda etkin olmayı önüne koyuyordu.

 

Böylece De Benoist’nın bu “sağ Gramsci’cilik” çağrısının ardından,                            yıllarca süren tutsaklıktan sonra Mussolini’nin zindanlarında can vermiş olan İtalyan komünistin fikirleri bağlamından tümüyle soyutlanmış biçimde ve acınası bir şematizasyona uğratılarak sağın ideolojik dağarcığında yerini alır.

 

Örneğin bir Nicolas Sarkozy 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin arifesinde, kendisinin de Gramsci’yle aynı analizi yaptığını ve iktidarın fikirlerle kazanılabileceğini ifade ederken, Le Pen’in torunu ve partinin yükselen figürlerinden Marion Maréchal mücadelenin öncelikle kamuoyunda ve medyada kazanılması gerektiğini belirterek “Antonio Gramsci’nin çıkardığı dersleri uygulamaya geçirmenin zamanı geldi” diyordu.

 

Radikal sağın bir diğer ideoloğu olan Jean-Yves Le Gallou ise 2                               006’da kaleme aldığı “Teknolojik Gramsci’cilik için 12 Tez”inde                              kültürel mücadelede internetin rolüne vurgu yaparak, dijital teknolojinin elitler karşısında sessiz çoğunluğun seferber olabilmesi için önemli bir imkân teşkil ettiğinin altını çizer.

 

Ona göre internet, oligarklar tarafından yönetilen medyanın yaydığı fikirlerden kopmayı, bu fikirleri reddeden karşı-tezleri yaymayı sağlamaktadır.

 

Le Gallou’ya göre ana-akım medya ve reklam endüstrisinin hâkim                            hale getirdiği ve mücadele edilmesi gereken “dogmalar” şöyle sıralanabilir: Küreselleşme övgüsü, gelenekten kopuş, solun sağ karşısındaki ontolojik üstünlüğü, “ırkçılık karşıtlığı” ve halkların suçluluk duygusu taşıması.

 

Böylece, 1968’den itibaren siyasal doğruculuk yalnızca hâkim hale                      gelmekle kalmayıp yegâne meşru ideoloji mertebesine ulaşarak her türden kamusal tartışma imkânını ortadan kaldırıp ifade özgürlüğünü örselemiştir.

 

Dijital medya ise ana-akım medyanın bu zorbalığından kaçınmanın, milliyetçi-muhafazakâr sağın 40 yıldır uğradığı şeytanileştirmeye karşı kendi bağımsız fikriyatını ve gündem karşısındaki bakış açısını sunmak için muazzam bir imkân oluşturur.

 

Gramsci’den esinli bu yaklaşım aynı zamanda, yine Le Gallou’nun da teorisyenleri arasında bulunduğu bir diğer kavramla eşleşir: Re-enformasyon.

 

Tahmin edilebileceği gibi re-enformasyon stratejisi küreselleşmeci, mültikültüralist, siyasal doğrucu medyanın dezenformasyonuna karşı Fransız kamuoyunu yeniden bilgilendirmeyi, aktüel gelişmeleri ve tartışmaları radikal sağın ideolojik çerçevesi bağlamında yeniden sunmayı hedefler.

 

Bu strateji, muarızlarının ifadesiyle “faşosfer”de [fachosphère] yani web’deki tüm faşizan mecralardan –site, blog, bireysel hesap, forum vs.– müteşekkil alanda kayda değer bir karşılık bulur.

 

FdeSouche, Novopress, Riposte Laïque, TV Liberté, Egalité et Réconciliation, Polemia, Dreuz.info gibi siteler ve daha birçokları, aralarındaki tüm siyasal farklılaşmalara rağmen kendilerini bu “re-enfosfer”in bir parçası olarak görür.

 

 

Faşosferin Şöhretleri

 

Şüphesiz radikal sağın çeşitli bileşenlerinin internet ortamındaki varlığı bu “yeniden bilgilendirmeye” dönük mecralarla sınırlı değil.

 

Faşosferin kültürel iktidar mücadelesi sosyal medyaya has içeriklerle ve ikonografiyle de sürdürülür.

 

Amerikan Alt-Right’ında görebildiğimiz ve dünya çapına yayılmış,                         popüler kültürden devşirilmiş ve viral hale gelmiş kimi imgelerin                               Fransız radikal sağı tarafından sosyal medya mecralarında sahiplenildiğini görmek mümkün.

 

Mem mantığına uygun biçimde bunların önemli bir kısmı                                          ancak gerekli referanslara sahip olanların anlamını kavrayabileceği, ilk bakışta nötr gelebilecek imgelerden oluşur.

 

Marine Le Pen çok sayıda mem’de Fransız milletinin kurtarıcısı olarak sunulurken, artık uluslararası alanda postfaşizmin başlıca sembollerinden biri haline gelmiş Kurbağa Pepe’nin yanı sıra “El Risitas” adıyla bilinen ve bir televizyon programında gülme krizine girme sahneleriyle sosyal medya fenomeni haline gelen Juan Joya Borja da Fransız usulü Alt-Right’ın simgelerinden biri olur.

 

Bu noktada tıpkı Alt-Right’ın gelişme zeminlerinden biri olan 4chan gibi jeuxvideo.com sitesinin 18-25 yaş kullanıcılarına ayrılmış “Blabla” forumu, radikal sağcı trollerin tabiri caizse ilk eğitimlerini aldığı ve kendilerini gösterdiği mecra olarak değerlendirilebilir.

 

 Bu forum bünyesinde ortaya atılan dilsel kodlar, gif’ler, emojiler                                    ve mem’ler hızla sosyal medyanın diğer alanlarına yayılır.

 

Sembolik karakter kazanmış bu görsellerin yanı sıra kimi yazar, polemist veya “içerik üreticisi” youtuber’lar da faşosfer içinde ayrı bir üne kavuşur.

 

Bu noktada ilk anacağım isim, esasında bir istisna oluşturmakta                                   çünkü yeni medyadan ziyade geleneksel yayıncılığın araçlarıyla nam salıyor.

 

Kendisi Cezayir Yahudisi bir aileden gelen Eric Zemmour.

 

Fransa’da İslamofobinin, göçmen düşmanlığının, kadın ve LGBTQ hakları karşıtlığının herhalde en kamusal sayılabilecek sözcüsü.

 

Gazetecilikten gelen Zemmour’un ırksal ve dinî nefreti körüklemek                               ve ayrımcılığı teşvik etmekten bir dizi ceza almış olmakla birlikte                           kitapları çok satanlar arasında bulunuyor.

 

Ayrıca Fransız basınının en önemli sağcı gazetesi Le Figaro’da köşe yazarlığı yapan Zemmour, ana-akım haber kanalı CNews’da bir tartışma programının da düzenli katılımcılarından (ve kanal açısından ciddi izleyici rekorları kırılmasına sebep oluyor).

 

Fransa’nın Mağripli ve Afrikalı göçmenler tarafından “sömürgeleştirilerek” İslamlaştırıldığı ve “kök Fransızların” azınlığa düşmesinin Fransız medeniyetinin yıkımı olacağı yönündeki –yazar Renaud Camus tarafından adı konmuş olan– Büyük Yer Değiştirme teorisinin de savunuculuğunu yapan Eric Zemmour’un popülerliği, bu faşizan argümanlarının Fransız toplumunda önemli bir karşılık bulduğunu gösteriyor.

 

Eğer Zemmour bu radikal sağın İslamofobi kutbunda bulunuyorsa                        antisemit kutbu da hiç şüphesiz bir diğer polemist olan Alain Soral işgal ediyor.

 

Komünist bir kökenden geldiğini iddia eden ve 21. yüzyıl konjonktürüne has –adı böyle konmasa da– bir nasyonal sosyalizmin savunuculuğunu yapan Soral, Zemmour gibi ana-akımda (artık) yer bulamıyor, ancak siyasi hareketiyle aynı adı taşıyan Egalité et Réconciliation (Eşitlik ve Uzlaşma/Barışma) sitesi 2016’da en fazla ziyaret edilen siyasi site namına kavuşuyor (aylık 7 milyon ziyaret).

 

Konspirasyonist anlayışın meftunu olan Soral’in özgünlüğü ise                              Yahudilerin hâkimiyetine karşı Hıristiyan kök Fransızlar ile benzer                          geleneksel değerleri taşıdığına inandığı (antisemitizm, mizojini                                          ve homofobi diye özetleyebileceğimiz) Mağrip kökenli                                          Müslüman gençlerin ittifakını sağlamayı önüne koyması.

 

Bu noktada hiç şüphesiz neofaşist galaksinin diğer bileşenleriyle                                       ciddi bir çatışma söz konusu, ki bu çevrelerin bir diğer şöhreti olan                             Daniel Conversano ile bir tartışması kameraların karşısında                                           fiziksel kavgaya dönüşür (ve elbette viral nitelik kazanır).

 

Erillik, komploculuk ve hem faşist hem de sosyalist geleneklerden devşirilen bir miktar argümanla, Alain Soral faşosferin içinde bir çeşit aykırı, radikal ve outsider akımı temsil etmekte.

 

Raptor Dissident müstear ismini kullanan Cezayir/Kabil kökenli                                İsmail Ouslimani ise herhalde faşosferin en ünlü youtuber’ı.

 

2015 yılından beri farklı formatlardaki videolarıyla, siyasal doğruculuk olarak tanımladığı ne varsa, tam bir trol üslubuyla bol küfür ve uç noktadaki bir saldırgan mizahla bunları hedef alıyor:                                                                    feministler, solcular, gazeteciler, LGTBQ+’lar, Nuit Debout eylemcileri, antifalar, Trump karşıtları, Amazon yangınlarına ağlayanlar…

 

Kimi videoları 3-4 milyonun üzerinde izlenen Raptor, yukarıda sözünü ettiğim jeuxvideo.com’da gelişen alt-kültürün kodlarının, sembollerinin ve mem’lerinin dolaşımına da videoları aracılığıyla katkıda bulunuyor.

 

Marine Le Pen’i fazla “solcu” bulup ona bir Arap ismi takarak “Malika Le Pen” olarak adlandıran Raptor, Alain Soral’i de “Marksist” jargonundan dolayı topa tutar ve takıntılı antisemitizminin İslami tehdidi azımsamasına yol açtığını ve böylece Soral’in “kozmopolitizmin kullanışlı aptalı” haline geldiğini                      iddia ediyor.

 

Erkeklik kültünün kutsandığı bu “Sağ 2.0” aleminde, geçmişin düellolarına benzer biçimde Alfa erkekleri arasındaki anlaşmazlıkların kameralar karşısında dövüş müsabakasıyla çözülmesi gerektiğine dair anlayış da, bir çeşit Fight Club estetiğine öykünerek, hızla yaygınlaşmakta.

 

Buna uygun olarak Raptor 2018’de Soral’i bir MMA düellosuna davet eder, Soral’in kabulüne rağmen müsabaka gerçekleşmez.

 

Bugün Raptor’un youtube kanalının 700 bine yakın abonesi bulunuyor.

 

Dinozor Raptor ve ondan kaçan kurbanları:                                                                       “Bol miktarda nefret eklenmiş gündem değerlendirmesi”

 

Burada örnek vereceğim bir diğer şöhret de blog yazarlığından Youtuber’lığa terfi etmiş olan fakat polemik kitapları ve çizgi roman da yazan Papacito.

 

Gerçek adıyla Ugo Gil Jimenez kendini siyaseten kraliyetçi olarak tanımlıyor.

 

Fransız sağının fazla sıkıcı olmasından yakınan Papacito,                                                  bu alana bir miktar fun [eğlence] getirmeyi amaçladığını söylüyor.

 

 Sol, feminizm ve LGBTQ+ düşmanlığı gibi radikal sağın ortak değerlerini sıklıkla dile getirmenin yanı sıra Papacito özellikle Fransa’nın monarşik ve Hristiyan geçmişine göndermede bulunuyor; toprağa ve tarihe bağlılığa, şövalyelik ruhuna methiye düzüyor.

 

Faşosfer içindeki özgünlüğü ise, İsrail yanlılığı.

 

Papacito bu tutumunu İsrail’in Ortadoğu’da Hıristiyanların                                                 en güvende yaşayabildiği devlet olmasıyla açıklıyor.

 

Ona göre Müslümanlar Fransa’ya Yahudilerden çok daha fazla zarar vermiştir.

 

Alain Soral’in kendi siyasal kültürüne katkıda bulunduğunu teslim etmekle birlikte bu yaklaşımı onunla çatışmasına neden olur                                                (Papacito da Soral’i dövüş düellosuna davet eder).

 

 

Antisemitizm ve Bir İdeolojik Araç Olarak Stand-Up

 

Kurumsallaşmış sol ve sağ siyasetlerinin birbirinden ayırt edilemeyecek durumda olduğu, radikal solun gerçek bir alternatif olarak kendini ortaya koyamadığı, sınıfsal perspektifin ve toplumsalcı bir bakışın yokluğunda etnik-dinî açıklama çerçevelerinin yaygınlaşması olağan hale geldi.

 

 Siyasal-demokratik olarak denetlenebilir alanın neoliberal taarruzla birlikte daralması, ekonominin ise gayrı-şahsi bir piyasanın denetiminde teknik ve efsunlu bir alan haline gelmesiyle siyasal olan müdahale ve nüfuz edilmesi imkânsız, karanlık bir evren olarak şekilleniyor zihinlerde.

 

Bu ise tarihi ve politikayı, birbirine eklemlenen bir komplolar silsilesiyle, gölgedeki kimi şebekelerin kumpaslarıyla açıklama eğiliminin güç kazanmasına elverişli bir zemin oluşturuyor.

 

Bu çerçevede son yirmi yıl zarfında antisemitizmin görünürlüğünün artmasında ve farklı toplumsal kesimler tarafından “sistem karşıtı” bir konspirasyonist açıklama çerçevesi olarak benimsenmesinde popüler kültürün kayda değer bir rolü oldu.

 

1990’lı yıllardan beri stand-upçılık yapan Kamerun kökenli                                    Dieudonné M'bala M'bala, siyasal ve ideolojik angajmanlarını                                       ifade etmekten hiç çekinmemiş Siyah bir komedyen.

 

Irkçılık karşıtı söylemi, ekolojist militanlığı, Filistin halkıyla somut dayanışma eylemleri, anti-FN'ci tutumuyla, 1990'lı yıllar boyunca açık solcu kimliğiyle ün yapıyor.

 

2002'de kölelik hakkında bir film yapmayı tasarlıyor.

 

Fakat maddi destek alabilmek için başvurduğu Ulusal Sinematografi Merkezi projeyi reddediyor.

 

Dieudonné bunu CNC'deki Yahudilerin, Yahudi soykırımı dışında yaşanmış tarihsel acıların bilgisinin, hafızasının yaygınlaştırılmasına karşı bir tutumu olarak yorumluyor.

 

Bu noktadan sonra komedyenin skeçlerinin içeriği ve siyasal yönelimi giderek antisiyonizm kılıfı altında açık bir antisemitizme doğru evriliyor.

 

Ona göre Yahudiler kendi acılarını ve ölümlerini para kazanmak                                    ve bir ülke inşa etmek için satmıştır.

 

Başka bir tarihsel acının görünürlük kazanması da onların business’ine ters düşmektedir.

 

Dieudonné'nin kat ettiği bu ideolojik güzergâh onu hayli hızlı biçimde aşırı sağa, daha doğrusu onun özgün bir biçimi olan                                                     kızıl-kahverengi kanadına doğru yaklaştırır.

 

Kızıl-kahverengi'den anlamamız gereken, eşitlik, adalet ve anti-emperyalizm gibi kimi sol değer ve tutumlarla, sağın antisemitizm, din, aile, ahlak, patriyarkalizm ve homofobi gibi en gerici ideolojik unsurlarının bir alaşımı.

 

 Dieudonné'nin bu süreçte en yakın dostu ve bir nevi ideolojik mentoru haline gelecek olan Alain Soral'in yönettiği küçük siyasal akımın mottosu bu fikrî bileşimi şöyle ifade ediyor:                                                                               “Emeğin solu, değerlerin sağı”.

 

2000’li yıllarda küreselleşme karşıtlığı ve Amerikan karşıtlığı aynı zamanda bu akımın temel harcını teşkil ediyordu; İran, Suriye, Rusya'nın yanı sıra Küba ve Venezüela gibi devletler de                          kızıl- kahverengi evrenin “iyilik eksenini” oluşturuyordu.

 

Kuşkusuz bugün Trump’ın Amerika’sı da bu kafileye katılmış durumda.

 

Dieudonné, ırkçılık karşıtı geçmişine rağmen 2000’li yılların ortasında Le Pen'in elini sıkacak noktaya gelecektir.

 

Ama ilişkileri bununla sınırlı kalmaz, Le Pen, komedyenin kızının                                   vaftiz babası olacaktır.

 

Bu manevi ve dokunaklı yakınlaşmanın maddi uzantıları da                                         elbette oluşacak ve Dieudonné'nin küçük tiyatro salonu                                          FN'nin kimi toplantıları için akıl almaz fiyatlara kiralanacaktır.

2008'deki bir gösterisinde ise, Yahudi soykırımının varlığını inkâr eden en ünlü “tarihçi” Robert Faurisson'u sahneye davet ederek ona “yanında durulamazlık” ödülünü verir.

 

Ödülü getirenin kostümü ise çizgili ve sarı yıldızlıdır...

 

 

“Sistem-Karşıtlığı”nın Kimi Sembolleri

 

Dieudonné ve Soral'in söylemi tam da emperyalizm, masonluk, Yahudilik ve hatta eşcinsellik karşıtı bilumum komplonun kesişiminde bulunuyor; kendini medyasıyla, siyasal elitleriyle, ekonomisi ve gösteri dünyasıyla Yahudilerin denetimindeki bir sistemin işleyişini, yaydığı “yanlış bilinci” çözümleyebilecek yegâne muhalif analiz çerçevesi olarak sunuyor.

 

Dieudonné'nin izleyici kitlesi her ne kadar hayli heterojen olsa da                                 esas seslendiği ve tutunduğu taban ikinci ve üçüncü kuşak                                    Mağrip ve Afrika kökenli göçmen çocukları.

 

Bu kesimler nezdinde Dieudonné'nin skeçleri antisiyonizm                                             ve sistem-karşıtlığı adıyla sunulan antisemit komploculuğu yayan                             birer panfle, birer bildiri işlevi görüyor.

 

Bir skecinde yaptığı ve zenginlere, muktedirlere yönelik aşağı doğru uzanan kol hareketi de kaygı verici bir popülariteye kavuştu.

 

Adını bir yemekten alan quenelle hem açıkça fallik bir                            “jestüel hakaret” hem de örtük bir Nazi işareti olarak yorumlanmaya müsait.

 

 2009 AB seçimleri için Dieudonné ve Soral’in oluşturduğu Antisiyonist Liste’nin afişinde de yer alan ve Yahudiler tarafından yönetilen sisteme “könel sokuşturmak” isteyenlerin sembolü haline gelmiş bu hareketin futbolcu Anelka ve basketbolcu Tony Parker tarafından yapılması, Fransa sınırlarının ötesinde de bilinir olmasını sağladı.

 

Ama bu türden ünlü şahısların dışında, söz konusu hareketi yaparak cesurca” sisteme meydan okuduğunu zannederek fotoğraf çektiren askerler, polisler, FN'liler ve elbette Mağrip ve Afrika kökenli gençler mevcut.

 

En başarılı olarak değerlendirilen fotoğraflar düzenli olarak                             Dieudonné’nin sitesinde yayınlanıyor.

 

Bunlardan bazılarının sokakta rastlanan “Siyonist” yazarların,                                    Yahudi okullarının, sinagogların ve soykırım anıtlarının önünde olması meseleyi daha da ürkütücü hale getiriyor.

 

Könel’e eşlik eden bir diğer sembol ise ananas.

 

Bir çocuk şarkısını devşirerek Dieudonné’nin söylediği “Shoah-nanas” yine yarı örtük biçimde Yahudi soykırımından çıkar elde edilmesine vurgu yapıyor: “Sevgili ananas seni hiç unutmayacağım; O kadar acı çektin ki bütün bu maruz kaldıklarının telafisini istiyoruz; Güneşin altında bir ülke ve milyonlarca dolar…”

 

Böylece ananas da yine fotoğraflarda, sosyal medyada,                                                 emoji kullanımıyla tarafını belirtmenin, varsayılan egemenlere                           meydan okumanın sembolik bir aracı haline gelir.

 

Çeşitli yasal engeller ve şiddetli kamusal polemiklerin ardından Dieudonné, kısa zaman önce –bir milyonun üzerinde abonesi bulunan ve içerdiği videolar bir sene içerisinde 20 milyonun üzerinde izlenmiş olan– Youtube kanalı kapatılmış olsa da, hem stand up’larıyla, hem sitesindeki gündem değerlendirme videolarıyla, hem de sözünü ettiğimiz sembol ve skeçlerinden manidar alıntıların süslediği giyim kuşam malzemesi ve hediyelik eşya satışıyla radikal sağdaki siyasallaşmanın önemli referanslarından biri olmaya devam ediyor.

 

 

Geçici Sonuçlar

 

Kültürel hegemonya savaşında Fransız postfaşizmi                                                                 bir dizi muharebeyi kazanmış bulunuyor.

 

Burada, üslup ve etki itibariyle Trump dalgasının üzerine binen                                        Alt-Right’ın ideolojik-kültürel ihracatıyla bir ilinti hiş şüphesiz ki var.

 

Fakat postfaşist nebula esas gücünü Fransız toplumu içindeki                                        hem tarihsel hem konjonktürel çelişkilerden ve bunların belirlediği                               çok yönlü eşitsizliklerden, tatminsizlik ve hınçlardan alıyor.

 

Bugüne dek solun ve özgürleşim perspektifine sahip toplumsal hareketlerin damgasını vurduğu sosyal eleştiri, eşitlik ve özgürlük gibi kurucu değerlerinden mahrum bırakılmış, konspirasyonist anlamlandırma çerçevesiyle şekilsizleştirilmiş halde radikal sağın gaspına uğrarken yüzlerce yıllık mücadeleler (ve teorik ifadeleri) sonucu insanlık nezdinde meşruiyet kazanabilmiş siyasal-kültürel değerler egemenlerin fesatlarının ürünü olarak telakki ediliyor.

 

Paralel biçimde, dilsel-imgesel düzenin ihlali de, tarihsel olarak                       sürrealizmden sitüasyonizme radikal bir eşitlik ve özgürlük arzusundan beslenmişken, bugün trol üslubu ve mem estetiğiyle bütünleşerek hem niteliksel açıdan karikatürüne indirgenmiş vaziyette hem de muğlaklığın ve sarkazmın kaygan zemininde iş görürken en gerici ve otoriter özlemlerin hizmetine koşuluyor.

 

Papacito’nun bir mülakatında vurguladığı gibi, böylece ihlalkârlık kültürünün kendisi daha “vatansever, reaksiyoner ve eğlenceli” hale gelerek sağcılığı o ağır ve sıkıcı havasından kurtarıyor; modern, isyankâr ve havalı bir postüre büründürüyor.

 

Böylece somut ve maddi çelişkilerden kaynaklı bir politik yönelimin ötesinde veya ona ek olarak provokatif bir karşı-kültürün oluşumu radikal sağdaki bir siyasallaşmayı da, bilhassa gençlik nezdinde cazip kılan bir durum yaratıyor.

 

Artık sosyal medya zeminlerinin ötesinde Fransa’nın şanlı geçmişini                            yad etmeyi önüne koyan graffiti art erbabından beyaz-üstünlükçü rap’e ve hatta ırk ve renk bileşimine karşı çıkan pornoya kadar,                                   postfaşizm alt-kültürler evrenine de sirayet ediyor.

 

Antonio Gramsci’nin ifadesiyle kültürel hegemonya için yürütülen bu “mevzi savaşı”nda, ayrımcılığın sıradanlaşması ve milliyetçi gericiliğin “muhalif” ve “isyankâr” gösterilmesi başta olmak üzere postfaşizm önemli bir mesafe kaydetti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  SANAT EĞİTİMİ Sanatın Tanımı Günümüzü algılayıp anlamak, günümüze kadar geçmişte olup bitenleri ve yapılanları öğrenmek, bilmekle g...