Raymond Williams’ın Kültürel Materyalizmi
Kimi küçük dergilerde
yayınlanan az sayıdaki makalesi dışında Fransa’da neredeyse hiç bilinmeyen,
kültürel çalışmalar akımının ve New
Left Review’un kurucularından Raymond Williams (1921-1988), 20. yüzyıl
İngiliz kültürel eleştirisinin en etkili ve yenilikçi simalarından biri
olmuştur.
Çalışmalarının Fransızcaya nihayet tercüme
edilmesi için, ilk önemli kitaplarının yayınlanmasının üzerinden yarım yüzyıl
geçmesi gerekti.
Bu gecikmenin nedeni
nedir?
Manş Denizi aşılmaz
bir uçurum mu?
Fransa görkemli bir
inzivaya mı çekilmek niyetinde?
Bu ve bunun gibi başka
gecikmeler, “kültürel çalışmalar”ın analitik/eleştirel yöntemlerine uygun
olarak yürütülecek bir araştırmayı hak ediyor.
Galler ülkesinden bir
demiryolu işçisinin oğlu olan Williams, Fransız meslektaşı Pierre Bourdieu
gibi, İngiliz akademik elit ortamında bir outsider (yabancı) olagelmiştir.
Bir işçi ailesinin
çocuğu olarak sınıfına, ve kültürü itibariyle Gal topluluğuna olan bu ikili
sadakati hayatına yön veren unsurlardan olmuştur.
Şüphesiz son derece
elitist Cambridge Üniversitesi’nde edebiyat okumuş, fakat 1930’lu yılların
sonunda İngiliz Komünist Partisi’ne üye olarak, ister istemez akademik establishment’in dışında kalmıştır.
Eğitimi, tankçı olarak
katıldığı İkinci Dünya Savaşı sırasında kesintiye uğrar.
Savaş sonrasında
Cambridge’den –ve Komünist Parti’den– ayrılıp, dostu E.P. Thompson’la birlikte,
İngiliz işçi hareketine bağlı akademik bir eğitim ağı olan Workers’ Educational
Association’da ders vermeye karar verir.
Cambridge’e ancak
öğretim üyesi olarak, 1961’de dönecektir.
Raymond Williams’ı,
bilhassa da Kültür ve Toplum kitabını, Stuart Hall
ve Birmingham Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi’ndeki dostlarıyla birlikte,
İngiliz dili araştırmalarının en önemli alanlarından biri haline gelecek olan
kültürel çalışmaların kurucusu olarak değerlendirebiliriz.
Hatırlatalım, kültürel
çalışmalar başlangıçta,
Marksizmden esinlenen, geniş anlamda kültürel olgulara yönelik bir eleştirel ve
toplumsal-tarihsel analiz yöntemiydi.
Williams; E. P.
Thompson, John Saville, Stuart Hall, Raphael Samuel ve 1956’da İngiliz Komünist
Partisi’nden ayrılan başka Marksist entelektüellerle birlikte 1960’ta New Left Review’u kurmuştur.
Kısa zaman sonra
derginin yazı işleri müdürlüğünü genç Perry Anderson üstlenir.
Williams, 1960’larda
keşfettiği tarihselci eğilimli Batı Marksizmine büyük ilgiyle yaklaşır.
Özellikle Gramsci,
Lukács ve Lucien Goldmann’ı okur; fakat kendisininkinin tam zıddı bir yöntemle
çalıştığını düşündüğü Althusser ilgisini çekmez.
Bu dönemdeki
çalışmaları, İngiliz (romantik) kültürel eleştiri geleneği ile kıta Marksizmini
birleştiren bir hat oluşturacaktır.
Angaje bir entelektüel
olarak sosyalist görüşlerini hiçbir zaman saklamaz ve E.P. Thompson’la
birlikte, modernleşmenin mitlerini ifşa eden, çok ses getirecek bir
anti-kapitalist metin yayınlar: May
Day Manifesto (1968).
Bir toplumsal değişim
modeli olarak modernleşme, toplumun tarihsel gelişim sürecini basitleştirerek
gerçekte olduğundan kısa gösterir.
Geçmişin tamamı,
“geleneksel” toplumun parçasıymış gibi sunulur, ve modernleşme bir gelecek
yaratmadan geçmişten kopmaya götüren teknik bir araçtır.
Gerçek toplumsal
çatışma ve sorunları “bilimsel devrim”, “konsensüs” ve “üretimcilik” gibi
soyutlamalarda eriten, çatışmasız ve siyasal açıdan nötr bir teknokratik toplum
modelidir modernleşme.
Romanlar, sosyolojik
eserler, Marksist edebiyat incelemeleri, medya analizleri ve siyasal denemeler
yazmış olan Williams, ki bunların bazıları Oxford University Press, bazıları da
sonradan Verso adını alacak New Left Books tarafından yayınlanır, Nükleer
Silahsızlanma Kampanyası’nın da başını çeker.
Anahtar Sözcükler (1976)
veya Marksizm ve Edebiyat (1977)
gibi bazı çalışmaları, Atlantik’in her iki kıyısından eleştirel aydın
kuşaklarının düşüncesini beslemiştir.
Jean-Jacques
Lecercle’in haklı olarak altını çizdiği gibi, birçoklarının aksine Williams
hiçbir zaman saf değiştirmemiş ve sosyalist angajmanını inkâr etmemiştir.
Kültürel çalışmalar
ekolünde, yazılarının eleştirel, anti-kapitalist vurgusunu ihmal ederek
Williams’ı postmodern veya post-Marksist “dilsel dönemeç” çerçevesinde
değerlendiren kimi incelemeler, Williams’ın çalışmalarının bu boyutunu göz ardı
eder.
Williams’ın
sosyokültürel duyarlılığı, Galler’in halk kesimlerini konu alan romanlarına da
yansır.
“Galler üçlemesi”ni
oluşturan üç kitabında bunu görebiliriz: Border Country (1960), Second Generation (1964), The Fight for Manod (1974).
Ölümünün ardından iki
cilt halinde yayınlanan, kendi doğduğu Kara Dağlar’da Neolitik Çağdan Ortaçağın
sonuna Gal halkının yaşamından bölümler aktaran yarım kalmış tarihsel roman People of the Black Mountains’da (1989-1990)
romantik boyut özellikle göze çarpar.
Kültürel
Materyalizm: İngiliz Romantik Kültürel Eleştiri Geleneği ile Marksizm Arasında
“Orta Yol” mu?
Raymond Williams’ın,
kültürel çalışmalar alanının kurucu metni sayılan önemli kitabı Kültür ve Toplum 1780-1950, Coleridge ve
Wordsworth’le başlayıp William Cobbett, Thomas Carlyle, Matthew Arnold ve
William Morris’e, oradan da T. S. Eliot ve F. R. Leavis’e uzanan,
kapitalist/sınai uygarlığa yönelik İngiliz –romantik– kültürel eleştiri
geleneğini ilerici bir perspektifle yeniden ele alıp değerlendirme yönünde
iddialı bir girişimdir.
Aralarında büyük
farklar olan bu yazarlar yine de ortak bir noktada buluşmuştur: kayıp bir
sosyokültürel geçmişe (“Eski İngiltere”ye) duyulan bir tür nostalji; ve ticari,
mekanik değerleriyle burjuva sınai modernliğine yönelik acımasız bir eleştiri.
Kimisi (Edmund Burke)
hat safhada muhafazakârdır; kimisi (William Cobbett) işçilerin çıkarları için
mücadele eder; kimi ise (William Morris) gerçek sosyalist devrimcilerdir.
Kültür ve Toplum’un
yazarı, bu farklılıkları yadsımadan, onlardaki ortak yönle ilgilenir: Sanayi
Devrimi’yle oluşan yeni topluma kökten biçimde karşı çıkmaları.
J.-J. Lecercle’in
haklı olarak gözlemlediği gibi Williams, söylemine kimi kez nüans kattığı veya
biraz eğip büktüğü zamanlar olsa da, bu pozisyonlarından asla vazgeçmeyecektir.
Kültür ve Toplum’da
Williams, 1930’lu yılların (Christopher Caudwell’in başlıca figürlerinden
olduğu) indirgemeci İngiliz Marksizmine haklı bir eleştiri yöneltir.
Bununla birlikte
“romantizm ile Marx arasında; başlıca İngiliz geleneği olan kültür fikri ile
Marx’ın bu fikre yönelik parlak değerlendirmesi arasında bir etkileşim”
yaratmayı hedefler.
1930’larda, geçmişin
organik topluluğu ve kültürel gelenek adına mekanik medeniyeti ve haris ticaret
ruhunu eleştiren bu İngiliz geleneğinin başat temsilcisi F.R. Leavis olmuştur.
Leavis Mass Civilisation and Minority Culture (1930)
kitabının yazarıdır ve dönemin etkili edebiyat eleştirisi dergisi Scrutiny’yi çıkartır.
Raymond Williams, bu akımın kültürel
elitizmini ve muhafazakârlığını reddetmekle birlikte, ticaretin kültür
üzerindeki yozlaştırıcı etkisine karşı aldığı tavra ve eleştirel boyutuna ilgi
duyar.
Buna rağmen,
Williams’ın siyasal-kültürel tavrını, J.-J. Lecercle’in öne sürdüğü gibi bir
“sol Leavis’çilik” olarak tanımlamak doğru olur mu?
Fazlasıyla sınırlı bir
gönderme gibi geliyor bana bu: Neden Williams’ı, William Morris’in takipçisi
veya bir “yeni Cobbet’çi” olarak tanımlamayalım?
Williams’ın, Leavis ve Scrutiny’nin elitist tutumuna açıktan
mesafe aldığını göz önünde bulundurursak, Lecercle’in önerdiği formül daha da
sorunlu bir hal alıyor.
Esasında Williams,
Leavis’e veya bu akımın şu ya da bu yazarına değil, tıpkı E. P. Thompson gibi,
“romantik Marksizm” ifadesiyle tarif edebileceğimiz alana bağlanabilir.
Elbette bu ifade
yazılarında hiçbir zaman bu şekilde yer almaz, ama Williams’ın 1958’den
itibaren yürüttüğü çalışmalar bu ikisi arasında bir etkileşim kurmaya yönelir.
Thompson gibi Williams
da, 1960’larda, yeni yayın kurulunun (Perry Anderson ve arkadaşları)
entelektüel ve siyasi seçimlerini paylaşmadığı için New Left Review’dan uzaklaşacaktır.
Hatta kurulun yeni
üyelerinden Terry Eagleton, 1976’da, Leavis’ten fazla etkilendiği için
yöntemini “idealist” olarak değerlendirdiği Williams’ın Marksizmini sorgulayan
bir makale yayınlayacaktır.
Bununla birlikte,
birkaç yıl sonra, Perry Anderson ile yayın kurulundan Anthony Barnett ve
Francis Mulhern’ın Williams’la yaptıkları söyleşileri biraraya getiren Politics and Letters kitabıyla
somutlaşan bir yakınlaşma meydana gelecektir.
O dönemden itibaren
Williams “eski New Left” ile “yeni New Left” arasında entelektüel ve siyasal
bir köprü oluşturacaktır.
Marksizm ve Romantizm
Williams’ın,
Marksizmin romantik eleştiriyle bütünleştirilebilmesi gerektiği görüşünün
çarpıcı bir örneği, benim için 1980 tarihli kısa bir metindir: Lukács
hakkındaki kitabımın İngilizce baskısına dair bir eleştiri notu.
Williams’ın
değerlendirmesi büyük oranda –özellikle de genç Lukács’ın beslendiği romantik
kaynakların incelendiği ilk bölüm hakkında– olumluydu, ama kitabın başlığına
sıcak bakmadığı belliydi: Georg Lukács: Romantizmden Bolşevizme.
Aslında bu, kitabın Fransızca orijinalindeki
başlık değildi, New Left Books’daki dostlarım tarafından –elbette benim de
onayımla– seçilmişti.
Bu başlık, genç
Lukács’ın çalışmalarına nüfuz etmiş anti-kapitalist romantizmi, Marksizm ve
komünizm yolunda mecburen aşılması gereken basit bir hazırlık evresi gibi
görerek küçümsüyordu.
Oysa, diyordu
Williams, romantikler kendi çağlarında devlet bürokrasisini, sanayicilik ile
“düşüncenin nicelleşmesi” arasındaki bağı ve modern toplumda cemaatin
kayboluşunu teşhir etmişlerse, “ 1970’lerin sonunda, zamanlarını boşa
harcadıkları veya basit ve temel bir gerçeği kavrayamadıkları sonucuna varmak”
zordur.
Modern sosyalizm,
“merkezî devlete, sanayiciliğe ve toplumsal düzene karşı” yöneltilen, kabaca
“romantik” denebilecek eleştirileri görmezden gelemez.
“Gerçeklikten kopuk”,
“muğlak”, “uygulanamaz” gibi, aşağılayıcı anlamda “romantik” olarak tanımlanan
bu meselelerin ve “büyüme” ekonomisi, bireysel özgürlükler, toplumsal süreç
olarak demokrasi gibi başka benzer konuların reddi, 20. yüzyıl sosyalizminin
teorisinin ve pratiğinin örselenmesinin nedenlerinden biridir.
Lukács’ın başlıca
eseri Tarih ve Sınıf Bilinci (1923)
ve şeyleşme kavramı,
nicel ve araçsal bilince yönelik “romantik” eleştiriyi Marksizmle
bütünleştirmenin sonuçları değil midir?
Bu mesele, Stalinist
dönemin sonunun derin bir krizi tetiklediği sırada, “Marksizmler muharebesi”nin
merkezinde yer almıştır.
Her ne kadar kimileri bu problematiği idealist
ve romantik olduğu, veya –yeni bir küçümseyici retorikle– hümanist ve ahlakçı
olduğu gerekçesiyle reddetmeyi denemiş olsa da…
Avangard Siyaset ve Mevcut Toplumsal Düzenin
Ötesine Dönüş
Kültür ve Materyalizm kitabındaki
kimi metinler, Williams’ın romantik eleştiriye, özellikle de bu eleştirinin
modern tezahürlerine olan ilgisinin devamlılığına tanıklık ediyor.
Modernizmin
kökenlerini konu alan 1985 tarihli bir makalede bu problematik ele alınıyor.
Wordsworth’ten
Elisabeth Gaskell ve Charles Dickens’a, romantiklerin büyük modern kentlerde
kalabalıkların yalnızlığına gösterdikleri tepkiyi, bir yandan İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda
(1844) Engels’in gaddar kayıtsızlığa, dar kafalı bencilliğe ve özellikle de
insanlığın yalıtılmış monadlara ayrılmasına –ki burjuva toplumunun temel ilkesi
budur sanki– yönelttiği acımasız eleştiriyle, öte yandan da modernist yazar ve
şairlerin endişeleriyle karşılaştırıyor.
En sevdiği yazarlardan
birine, T. S. Eliot’a atıfta bulunarak, modernistlerin, burjuva dünyaya karşı
geçmiş veya egzotik kültürlere göndermede bulunduğunu gözlemliyor Williams.
Bu problematik, çok
daha ayrıntılı biçimde, “avangard siyaset” üzerine 1988 tarihli parlak bir
metinde ele alınıyor.
Williams genel olarak
modernist akımda ve özel olarak siyasal-sanatsal avangardlarda iki karşıt
eğilimi birbirinden ayırıyor.
Her ikisi de
burjuvaziyi, akademizmi ve dini teşhir etse de, bir yanda fütüristler gibi
hızı, makineyi, büyük kenti, savaşı kutsayanlar, diğer yanda ise sembolistler,
ekspresyonistler veya sürrealistler gibi, primitif ve egzotik sanata ilgi duyan
ve böylece bir anlamda mevcut
toplumsal düzenin ötesine dönüşü hayata geçiren, romantik
ortaçağcılığın mirasçıları var.
Rusya haricinde (Mayakovski) birinci kesim
faşizme katılırken, ikinci grup birbirinden son derece farklı siyasal
tercihlerde bulunacaktır.
Avangardın
“neo-romantik” çeşitlemesi, burjuvaziyi hedef alan aristokratik eleştiri ile
–hakiki soyluluk olarak sanatsal deha tapıncı– sosyalist eleştirinin –sanatın
ticarete ve paraya indirgenmesine karşı çıkış– karışımıdır ve akıl-öncesi ile
bilinçdışının ehlileştirilmemiş alanına önem verir.
Bu tutumun siyasal sonuçları
hayli çeşitlilik gösterir, fakat çoğu zaman anarşizme, devrimci sosyalizme veya
komünizme varmıştır: Bilhassa sembolistler, dadaistler, sürrealistler, ve
ekspresyonistlerin bir kısmı için geçerlidir bu – her ne kadar Gottfried Benn
gibi bazı ekspresyonistler Nazizm saflarına katılacak olsa da.
Üçüncü Reich’ın
çeşitli modernist akımları “kültür Bolşevizmi” olarak tanımlayıp toptan mahkûm
edeceğini, SSCB’deki Bolşevizm mirasçılarının da bu akımları kınayacağını
biliyoruz.
Williams
doğal olarak edebiyat avangardının Britanya’daki tezahürleriyle de ilgilenir:
Auden ve Isherwood’un yazılarında bir çeşit sol ekspresyonizm kendini
gösterirken, Yeats, Wyndham Levis ve Ezra Pound sağcı hatta kimi zaman faşist
bir modernizmin temsilcileri olacaktır.
Önde
gelen bir modernist şair, ve bu yazarlar arasında en etkilisi olan T. S.
Eliot’ın durumu daha karmaşıktır; zira o, bir yönüyle elitist ve gelenekçiyken,
diğer yönüyle “katlanılmaz (bu anlamda da her zaman burjuva) bir kültür ve toplum
düzeni karşısında tam anlamıyla yıkıcı”dır.
Eksik ve yetersiz
taraflarına rağmen –örneğin Williams sürrealistlerin siyasal tutumuna ilişkin olarak
yalnızca “faşizm karşısında etkin ve yıkıcı bir direniş” gösterdiklerini
söylerken, siyasal angajmanlarının radikalliği konusunda pek net bilgi sahibi
değil gibi görünmektedir– yine de çok etkileyici bir metindir bu, ve
Williams’ın burada esasen Kültür
ve Toplum kitabıyla başladığı
bir analizi avangardlar alanına taşıdığı söylenebilir: romantizmden esinlenen
burjuva-karşıtı kültür eleştirisindeki zenginliğin ve muğlaklıkların analizi.
Modern Burjuva Toplumunun Somut Analizi
Modern burjuva
toplumunun en tedirgin edici iki görünümü Kültür ve Materyalizm’de somut incelemelere konu oluyor:
reklamcılık ve sosyal Darwinizm.
Williams’a göre
“kapitalizmin resmî sanatı” olan reklamcılık, beşeri bilimlerdeki gelişmelerden
yararlanarak topluma karşı psikolojik bir savaş yürütmekte, ve toplumun ortak
amaçları üzerinde yıkıcı bir etki yaratmaktadır.
Sosyal Darwinizme
gelince, “en iyi uyum sağlayanın ayakta kalması” ilkesi altında
kapitalist/sınai medeniyetin dizginsiz rekabetçi bireyciliğini savunan ve
resmeden bu tutum, yalnızca 19. yüzyıl sonuna özgü bir fenomen değildir.
Piyasa ekonomisinin ve burjuva hiyerarşik
düzeninin en gaddar biçimlerini meşrulaştırmada hâlâ kullanılmaktadır.
Bu iki inceleme
Williams’ın kültürel
materyalizminin temel bir yönünü ortaya koyuyor: Sosyopolitik
analiz yalnızca edebiyat, şiir ve “yüksek kültür”ü incelemekle kalmamalı,
herhangi bir toplumdaki kültürel üretimin tamamına, bilhassa da egemen
sınıfların hegemonyasını kesinleştirmeye yarayan üretimlere odaklanmalıdır.
Bu elbette
Williams’ın, beğeni yargısının göreli olduğu yolundaki postmodern eğilimi
paylaştığı anlamına gelmiyor: Ona göre bütün kültür ürünleri aynı değerde
değil.
Raymond Williams
yöntemini “kültürel materyalizm” olarak tanımlıyor: yani kültürel olgulara,
zihnin ürünleri veya salt nesneler olarak değil, toplumsal sınıflarla yakın
ilişki içindeki pratikler ve kurumlar bütünü olarak yaklaşıyor.
Bu yaklaşımın
anlaşılmasında kitabın metodolojik açıdan en önemli metni, 1973 tarihli
“Marksist Kültür Teorisinde Altyapı ve Üstyapı” başlıklı makale; aynı zamanda
Williams’ın en çok okunan ve tartışılan metni bu.
Kültür ve Toplum kitabının
yankıları, argümanın temel izleğini teşkil etmeseler de, burada da eksik
değildir.
“Üstyapıları” ekonomik altyapının basit bir
“yansıması” olarak değerlendiren ekonomist, indirgemeci ve belirlenimci
Marksizm yorumlarını reddeden Williams, kültürel üretimle sosyo-ekonomik
süreçler arasındaki ilişkiyi, bütünsellik kategorisi
(Lukacs), yapısal benzeşiklik kavramı
(Lucien Goldmann) ve egemen sınıfların hegemonyası mefhumu (Gramsci) aracılığıyla ele alıyor.
Williams’ın
yaklaşımının, E.P. Thompson veya E. Hobsbawm gibi tarihçilerin de paylaştığı
bir İngiliz geleneğinin parçası olduğunu ekleyelim.
Bu yaklaşım çerçevesinde Williams
yapısalcılığı reddederken, tarihsel özneyi ve öznenin failliğini, bireysel veya
kolektif eyleme gücünü vurgular.
Williams’ın
bu metindeki en çığır açıcı katkısı ise, üç kültürel sistem tipi ayırt etmesi:
1.
egemen kültüre direnen, daha önceki toplumsal formasyonların değerlerinden
oluşan “kalıntı halindeki kültürler”;
2.
topluma hegemonik bir değer ve anlam sistemi dayatan “egemen kültür”;
3.
yerleşik anlamlandırmalara karşı çıkıp yeni değerlere işaret eden “yükseliş
sürecindeki kültürler”.
Kavramın
düşündürebileceğinin aksine “kalıntı halindeki” değerler önemli bir eleştirel
ve muhalif rol oynayabilir; fakat bu, egemen kültürün görmezden geldiği insani
deneyim, arzu ve yetkinleşme alanlarını temsil ettikleri oranda mümkün olur.
Williams’ın
gözlemlerine göre son yarım yüzyılın İngiliz edebiyatının önemli bir kısmı,
kalıntı halindeki bu değerlere gönderme yapmaktadır.
Şüphesiz,
içe alma süreçleri sayesinde egemen kültür eskiden kalan veya yükselmekte olan
değerleri çoğu zaman bünyesine katıp etkisizleştirmeyi başarır; fakat kurulu
toplumsal düzene gerçek anlamda karşıt olan formlar yine de bu iki değer
sisteminden çıkar.
Romantik Kültürel Eleştirinin Ötesinde
Buraya
kadar Raymond Williams’ın kapitalist uygarlığa yönelik romantik kültürel
eleştiriyle arasındaki yakınlıklar üzerinde durduk.
Fakat
onun kültürel materyalizminin, hangi argümanlar üzerinden, bu gelenekle arasına
son derece keskin bir mesafe koyduğunu da değerlendirmek gerekir.
“Kültür
ve teknoloji” ile iletişim araçları hakkındaki çalışmalarında bunu görebiliriz,
ki bu derlemedeki iki yazı bu konulara hasredilmiştir.
“Teknolojik
belirlenimcilik ile kültürel kötümserlik arasındaki tuhaf ittifakı” eleştiren
Williams, elitist bir kültür anlayışıyla kitle iletişim biçimlerini kınayan
uğursuz kehanetlere mesafe alır: radyo, sinema, plaklar ve nihayet, tam bir
çokbaşlı yılan olarak görülen televizyon.
Hiç
şüphesiz, kültürel alandaki teknolojik değişimler Williams’a göre mevcut
toplumsal ve ekonomik ilişkiler bünyesinde gerçekleşir, dolayısıyla teknik
yenilikler kültürel amaçlardan ziyade esasen sınai ve ticari niyetlerden ileri
gelir.
Paranın
devasa kudreti ve reklam endüstrisiyle bağı, ulusaşırı ticaretin hizmetinde
yeni iletişim araçlarını kültürel üretimleri homojenleştirmek ve
tektipleştirmek için kullanır.
Bununla
birlikte kültürel kötümserlik taraftarları, ilettikleri vasat içeriklerden
bizzat teknolojileri sorumlu tutmakla yanılgıya düşmektedirler.
Yeni
teknolojilerin başka türden kullanımları da tasavvur edilebilir: Neden kablolu
televizyon ve uydu televizyonu, kamu mülkiyeti altında, üreticilerin özyönetimi
altındaki geniş bir şebeke için kullanılmasın?
Devrimci
toplumsal hareketler kolektif biçimde iletişime bağlı üretim araçlarını,
örneğin yerel radyoları ele geçiremezler mi?
Başka
bir ekonomik ve toplumsal sistemde yeni teknolojiler, doğrudan demokrasi biçimlerinin
ortaya çıkışını sağlayarak, yeni ve interaktif toplumsal ve kültürel ilişki
biçimlerini destekleyebilir.
Williams’ın
aşırı bir iyimserliğe kapıldığını düşünebiliriz, fakat televizyon ve kitle
iletişim araçları hakkındaki yazıları, medya üzerine eleştirel düşünceye özgün
ve sıra dışı bir katkıdır.
Her durumda,
umarız Kültür ve Materyalizm’in
yayınlanması, kültür hakkındaki Marksist düşünceyi baştan aşağı yenilemiş bir
düşünürün başka eserlerinin basımının da önünü açacak bir ilk adım, bir eşik
olur.
Williams’ın, incelikli
bir kültürel materyalizm ile burjuva medeniyetine yönelik romantik eleştiriyi
birleştirerek yarattığı “muhteşem melez”, keskinliğini ve sağlamlığını hâlâ
koruyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder