Potansiyel Tarih: Emperyalizm Tarihinin Unutturdukları
Yabancı ve uzak diyarlara gerçekleştirilen ilk istila seferinden sonra
Avrupalılar, “yeni” dünyadaki diğer Avrupalılara katılmaya; bu
yerlerle ticaret yapmaya, onları keşfetmeye, sömürmeye ve diğer Avrupalılarla paylaşmaya
teşvik edildi, itildi ya da zorlandı.
Bu yerler onlara ait değildi; Avrupalıların gelişinden önce
bir başkasına da ait
olmamışlardı.
Sebebi basit: Bunlar birer hükümranlık alanı değil, birer
yer, birer dünyaydı; dolayısıyla kimsenin mülkü değillerdi.
Bu “yeni” dünyanın kâşifleri,
buldukları yerle değil; buranın kaynaklarıyla –kendilerinin saydıkları; ele geçirilmeyi
ve sömürülmeyi bekleyen kaynaklarla– üretebilecekleri şeylerle
ilgileniyorlardı.
Bu dünyada başkalarının, yenilik teşebbüsüne karşı olanların da yaşıyor
olması, hem bir açmaz hem de bir fırsat olarak görülüyordu: Yerli topluluklar,
çoğunlukla, ortadan kaldırılacak engel muamelesi görüyor; istilacıların
tarafına geçirilecek tebaa, aldatılacak ortaklar ve esasen de kullanılacak ve
istismar edilecek kaynaklar olarak görülüyorlardı.
Bu, başlı başına yeni bir şey değil.
İnsanlar, tarihin başlangıcından
beri farklı şekillerde kullanılmış ve
istismar edilmişlerdir.
Bu durumda farklı olan, bunun bir yönetim ilkesine dönüşmesiydi: Başkalarını ve onların
dünyalarını çalışma ve araştırma nesnesine dönüştürecek yapılar oluşturulup
devreye sokuldu ve bu insanların istismarının bir parçası olarak,
genellikle modern diye tanımlanan politik terimleri, yapı,
kurum, kavram ve kanunları eklemleyip meşrulaştıracak, sömürüye dayalı
araştırmacılık doğallaştırıldı.
Yeni aşkıyla yanıp tutuşan bu biteviye hareket 15. yüzyılın sonlarında
başladı ve yepyeni bir dünya yaratmak için farklı dünyaların yıkılmasının önünü
açtı; dünyasız olduğu kabul edilen ve köleleştirilmeye, sömürülmeye, tecavüz
edilmeye, mülksüzleştirilmeye müsait olduğu düşünülen insanlara yönelik
umursamazlığı tetikledi.
1492’de İspanya’da yaşanan olaylar, bunun mükemmel bir örneğini sunuyor:
Yahudi ve Müslümanların kitleler halinde sınırdışı edilmesi, büyük ölçekli bir
siyasal topluluk imalatını hayata geçirdi ve Columbus’un “yeni dünya”ya
gerçekleştireceği ikinci sefere fon sağlamak için el konulan “terk edilmiş”
mülkler üretti.
İlerleme anlatılarının tuzağına düşmemek için, yıkımın, bu
hareketin şaşmaz ve üretici ilkesi olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Büsbütün onun tarafından koşullanmadan bu hareketi incelemenin tek yolu bu.
Dolayısıyla, yüzlerce yıl arayla gerçekleşen, birbirinden kopuk, farklı
ve alakasız olayları, aynı monoton emperyal diyafram hareketinin enstantaneleri
olarak ele almayı öneriyorum: 1514’te Tainoların kültürel ve politik formasyonlarının
tahrip edilmesi; İboların feodal olmayan eşit yurttaşlık sisteminin ortadan
kaldırılması; önce İspanya’da, ardından da Yahudileri Fransız yurttaşı ilan
ederek diğer Cezayirlilerden üstün bir konuma getiren Crémieux Kararnamesi’yle
Cezayir’de Yahudi-Arap kültürünün yok edilmesi; 1948’de ve sonrasında Filistinlilerin
kültürel ve politik formasyonlarının yıkılması...
Üstüne üstlük, kültürü yıkılanlar yalnızca Avrupalı olmayan toplumlar
değildi.
Avrupalı imparatorluk ajanları, kültürleri yok etmek üzere seferber
edildiklerinde, Avrupa kültürü de kaçınılmaz olarak bundan
etkilendi ve yıkım sürecine girdi.
Avrupalı olmayan kültürlerin yok edilmesi Avrupa’yı zenginleştirdi
zenginleştirmesine ama, aynı zamanda, “ilerleme” buyruğu altında yaşayamayacak
ve yaşamasına izin verilmeyen Avrupa’daki çok
çeşitli formasyonların yıkımını da beraberinde getirdi.
Bu yıkımların bir örneği, Hilary Beckles’ın egemen anlatı çerçevesinde ele
aldığı yasal bir belgede görülüyor; bir diğer örneği ise, Silvia Federici’nin
egemen anlatıya aykırı bir yaklaşımla emperyalizmin yayılmasında kurucu rol
oynadığını gösterdiği olaylarda görülüyor.
“Suç işleyerek zengin olma” veya “insanları şahsi mal olarak damgalama”
peşinde koşan Avrupalı ülkeler, “Afrika ve Avrupa’da o güne dek bilinen her
türlü emek geleneğinden ahlaken ve hukuken kopmak” zorunda kaldılar: yani,
sadece başkalarının değil kendi geleneklerinin de yıkılmasına göz yummak,
çoğunlukla altlarındaki zeminin aşınmasına sebep olan yeni geleneklerin
bunların yerine geçmesine izin vermek zorunda kaldılar.
Dönemin mevcut İngiliz yasal sisteminin yetersiz olduğu gerekçesiyle bu
kopuşu meşrulaştıran 1661 Barbados Kanunu (“Zencilerin Daha İyi Yönetilmesi ve
Düzene Sokulması için Kanun”) bunu açıkça ortaya koyuyor: “Mevzuatın tamamında,
ne bize yol gösterecek tek bir iz var, ne de böylesi Köleleri nasıl
yöneteceğimize dair tek bir kural”.
Köleliği mümkün kılmak için Avrupa’nın o güne kadarki yasal
formasyonlarının yıkılmış olmasından ayrı düşünülemeyecek bir diğer
hususu ise bize Federici hatırlatıyor: Feodalizmden kapitalizme pürüzsüz bir
geçiş yaşandığını anlatan bildik hikâyeyi yalanlıyor.
Bu hikâye, Avrupa’da kadınlara ait bilgi ve beceri aktarımı yapılarının kökünü
kazımayı hedefleyen “cadı avı” seferberliği kapsamında zulme uğrayan yüz
binlerce kadını ikinci kez katliama uğratıyor.
Bu çifte katliam, emperyal olmayan ve emperyalizm öncesine ait rakip politik,
kültürel ve ekonomik oluşumların mirasını unutuluşa mahkûm etti.
Feodalizme galebe çalabilecek, “emekleme aşamasındaki kapitalist
ekonomiyi batırma tehdidi taşıyan”, dolayısıyla onun yerine hayata geçebilecek
formasyonlardı bunlar.
Federici şöyle yazıyor: “Avrupa yönetici sınıfı, bu krize cevaben küresel bir
taarruz başlattı; yeni servet kaynaklarına el koymaya, ekonomik tabanını
genişletmeye ve yeni işçileri emrine amade kılmaya yönelik amansız
teşebbüsleriyle kapitalist bir dünya sisteminin temellerini döşedi”.
Yıkım, bir ilke olarak anlaşıldığında, onun hakkında öğrendiklerimizi
unutmak, yalnızca beyaz ihtişamın ceremesini başkalarından daha çok çekmiş
olanların tarafını tutmak ve onların davasına destek vermekten ibaret olamaz.
Yıkım hakkında bildiklerimizi unutmak, dünyayı paylaşmanın emperyalizm
öncesine dayanan ve yıkıcı olmayan yollarına sahip çıkıp onları
unutuluştan kurtarmayı da içeriyor.
Emperyal yıkım, bu yolları beyaz
Avrupalıların torunlarının erişimine de kapattı; oysa bu insanlar pekâlâ
bunları, emperyalizm öncesinden kalan mirasları olarak sahiplenebilirlerdi.
Emperyal ilerleme kuvvetleri, yumruklarını indirdikleri her yerde yeni politik kurum ve pratikler
dayattılar.
Bunu yapmak için de, gittikleri yerin ekolojik, ekonomik, toplumsal, kültürel ve politik normlarını ve bilgi
sistemlerini yıktılar; ve yalnızca yeni dayatılan
usulleri normalleştirmekle kalmadılar, var olanın tahribatını meşrulaştırmak için
durmadan daha fazla yenilik icat
etme gerekliliğini bir norma dönüştürdüler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder