Medyaya Nasıl Direnilir
Enformasyon, pazarlama, haber, reklamcılık, iletişim, kampanya, kamuoyu...
Her şeyden önce bu sözcükleri bizzat medyanın günlük hayatımıza,
ekonomik-siyasi ve toplumsal retoriğimize dahil etmiş olduğunu hatırlatmakta
yarar var.
Genel yönelim, bu sözcüklerin herbirine yüklenen “olumlu” anlamın mutlaklığına
duyulan hayranlıktır.
Etik ve düşünce açısından son derece yoksul olan medyamızın kendi gücüne
duyduğu bu hayranlığın, “iletişim sarhoşluğu” adını
verebileceğimiz neredeyse evrenselleşmiş bir ideolojinin özelliklerinden biri
olduğunu kaydetmek durumundayız.
Bu kavramlar o kadar sorgulanamaz olumlu içeriklere sahipler ki üzerinde
düşünmeye başlamak bile bazı tehlikeleri göze almayı gerekli kılıyor.
Sözgelimi günümüz dünyasında “düşünce”nin yapımı ve iletimi “pazarlamacı” ve “işletmeci”
adını verdiğimiz yeni bir toplumsal tipin tekelindeymiş gibi görünüyor.
Özellikle son on yıl içinde Türkiye’nin de bu havaya girmeye başladığı
gözleminde bulunulabilir.
Bu durumu “iletişim çağı”, “enformasyon toplumu” türünden
genelleştirmelerle ele almaya çalışmak iletişim sarhoşluğunun tuzağına düşmek
olurdu: Alman düşünürü Walter Benjamin’in onyıllarca önce düşünebildiği
şeyleri, iletişim teknolojileriyle iletişim kavramı, felsefesi ve ahlâkı
arasındaki uçurumun son derece derinleştiği ve genişlediği günümüzde düşünemez hale geldiysek bu
sarhoşluğun etkisini rahatlıkla farketmeye başlayabiliriz.
Şimdi bu sarhoşluğun benim en önemli gördüğüm bir etkisine, sonucuna dikkat
çekmek istiyorum: Medya “olaylar”ımızı kaybettiriyor bize.
Dolayısıyla düşünce yeteneğimizi
de...
Çünkü her düşünce, kendisi de bir “olay” olmakla birlikte, olaylar
üzerine olmak zorundadır.
Medya ise bize “bireyleşmiş”, birbirinden kopmuş, yani üzerinde
düşünemeyeceğimiz olaylar veriyor: Skandalların birbiri ardına sıralanışı,
medyanın en esaslı iki tekniğiyle soyut, hayalî ve düşüncesiz bir dünya
anlayışını dayatmaktadır – yani tekrar ve ısrar teknikleri: birincisi gündeme
getirilmiş bir olayı bıktırıcı bir tekrarla üsteleyerek kafalara işleme
yoluyken ikincisi, kitle iletişiminin bütün kanallarını mobilize ederek, aynı
olayı şurada duygusal, burada politik, bir yerde biçimsel, başka bir yerde
enformatif biçimlerde, farklı mesaj türleriyle verip duruyor.
Bu durumun en önemli sonucunun dezenformasyon yoluyla zihinleri etkileme
değil, “olayları düşünülebilir olmaktan çıkarmak” ve tekdüzeleştirmek
diyebileceğim bir durum olduğunu düşünüyorum.
Artık medyatik olmayan, yani medyanın karşıtı olması gereken somut insan
düşüncesi tarafından oluşturulmuş yeni bir “olay” kavramına ihtiyaç
duyuyoruz.
Medyatik olay parlar söner, saman alevi gibidir.
Ama asıl önemlisi olaylar birbirlerine “tekrar” ve “ısrar” adını verdiğim
mekanizmalar dışında bağlanamazlar: sonucu, psikolojik etkilerini her an
hissedebileceğimiz yoğun bir “dumur” duygusu, bir felç ve bıkkınlık halidir.
Anti-medyatik düşünce “olay”ın ne olduğunu yeniden düşünmeli, olayı olay olarak yeniden
kurgulayabilmelidir.
Enformasyon ve iletişim toplumunda aydının asli görevinin bundan
ibaret olduğunu düşünüyorum.
Peki medyatik “olay”ı yeniden kurgulamaktaki zorluklar nasıl aşılabilir?
Sözgelimi anti-medyatik çabalar çoğu yerde bir bakıma bugünlerde sesini pek
duyuramayan “karşı-medya” oluşturma çabalarına tekabül ediyor.
Medyanın enformasyonu kontrol edişine karşı yükseltilen
bu protesto çoğunlukla, baskın
medyanın gündeme getirmediği “olay” ve “gerçek”leri dillendirmeye
dayanmaktadır.
Böylece seslerini kaybetmiş, bir anlamda aforoz edilmiş olanlar kendilerini ifade
etme şansını bulabiliyorlar.
Ama onların “olay” kavrayışı farklı olmalıdır; isterseniz somut bir örnek
vermeye çalışabilirim: Bir ülkede baskın olan medyanın ve yetkililerin iddia
ettiklerinin aksine, sistematik, kurumlaşmış işkence yer etmiş olabilir.
Bu dezenformasyonun oyununu bozacak pek çok şey anti-medya, alternatif medyalar vs.
tarafından, hukuksal baskıların ve tehditlerin izin verdiği
oranda kamuoyuna getirilebilir.
Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarından tutun, boyalı basına varıncaya
kadar günlük gazetelerin kenarında köşesinde “işkence olayları” vakalar olarak dile
getirilebilirler.
Ama ne yaparsanız yapın, bunlarla “işkence olayı”nın var olduğunu, hele
hele sistemli ve kurumsal olduğunu anlatamazsınız.
Herhangi bir emniyet ya da İçişleri
Bakanlığı yetkilisi çıkıp büyük bir rahatlıkla sistematik bir işkencenin
olmadığını, olsa olsa “münferit olaylar”ın vuku bulduğunu, buna karşın
“sorumluların hemen kovuşturmaya tâbi tutulacaklarını” söyleyiverecektir.
İşte medya modeli olayın sorunlu yanı burada ortaya çıkıyor: İstediğiniz sayıda işkence vakaları
toplayabilirsiniz.
Ama işkencenin sistemli olduğunu bu yoldan gösteremezsiniz.
“Olay”ı anlamak ve anlatmak zordur.
Sorunun şöyle konulması gerekir: Ne zaman polis tarafından alınsan, sorguya
çekilsen başına işkence gelecektir, gelmiştir ve geliyor...
İşte “olay”ın gerçek formülü budur.
Şöyle de diyebilirsiniz: tek bir kişi bile işkenceye uğramış olsa, orada
işkence vardır: bir “olay” olarak.
Ya da yine: biri işkenceden geçmemiş olsa bile işkence –bir olay olarak– yine de vardır, yakınımızdadır...
Bu asla “böyle gelmiş, böyle gider”in meşrulaştırılması değildir –
bu cümle daha çok medya modeli “olay”ın ısrarının dolaysız sonucu olan bir
bıkkınlığın ifadesidir.
Olay aracılığıyla “tek bir ânı”,
evrenselliği, ezeli ve ebedi önemi açısından kavrayabilirsiniz.
Peki medyanın hâkimiyeti altındaki modern dünyada düşünme alanlarını
yeniden açacak bu “olaylaştırma” yöntemi nasıl uygulanabilir?
Medyayı kullanmamak bana göre asla bir çözüm değil.
Kitle iletişim araçları karşı durulmaz güçleri harekete geçiriyor olmaları bir
yana, asla kendilerinden kaçabileceğimiz şeyler değil.
Bu araçların eğitsel, enformatif, eğlenceye dayalı, hatta pornografik
kullanımlarına bile karşı değilim.
Zaten dünyaya o kadar tepeden bakacak bir halim de yok.
Söyleyebileceğim tek şey, medyatik “olay”ın yanında “düşünsel
olay”ın değerinin teslim edilmesinin gerekli olduğu.
Birilerinin çıkıp söz ettiğim “düşünselliğin” medya karşısındaki gücünün artık
çok sınırlı olduğunu, ya da benim “olaylarla düşünme” kavrayışımın oldukça
havada kaldığını söyleyebileceğini tahmin ediyorum.
Ancak benim anladığım anlamda “düşünce” her birimizin, birey ya da topluluk olarak, dünyaya açılma
perspektifimizdir.
Düşünce her zaman bir optik, bir
perspektiftir.
Medyanın bir ideoloji alanı olarak işlev gördüğünü biliyoruz.
Öte yandan Marx, “bir köylü
kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür” demişti.*
Basit bir olguyu anlatan bu cümleciğin neresinde ideoloji kuramının
temellerini bulabiliriz?
Bir köylü bir saraylı gibi düşünürse, yani “saraylı gibi düşünme” tüm topluma yaygınlaşırsa işte ideolojiyle
karşı karşıyayız demektir.
Köylü gibi düşünme, köylünün yaşam perspektifini düşünsel
bir perspektif haline getirir.
Düşünceye düşünceyle karşı çıkılır ancak.
Yani düşünceyi bütün perspektiflerinde homojenleştiren, aynılaştıran
düşünceye (işte ideoloji budur), perspektife dayalı somut bir düşünceyle karşı
çıkılabilir.
Bu homojenleştirmeyi, hakikatin her yerde aynılığını ve kendisiyle
özdeşliğini sağlayan neredeyse insanüstü diyebileceğim düzeneğin medyanın ta
kendisi olduğunu rahatlıkla fark edebiliriz.
Böylece, düşüncede olaylar “perspektiflerin ifadesi” olarak ortaya
çıkmalıdırlar.
Öyleyse, medyatik söylemle başa çıkmanın sırrı nerede yatıyor?
Medya “düşünce” ve “kavrayış”
üretmediği gibi “olay” da üretmez: Olsa olsa onları sahneler – bilgiyi
enformasyona dönüştürür, fikri piyasaya sürer.
Oysa düşünce, fikirler arasındaki bağıntıları tümüyle farklı bir düzende
kurmaktadır.
Medya bize şu “eğitici” uyarıları yağdırır: “Trafik canavarı olmayın, kazalar on binlerce
ölüme, yüz binlerce sakatlık vakasına neden olmaktadır.”
Düşünce ise olayları bu mantıksal neden-sonuç zincirini tersine
çevirmelidir.
Düşünür Ernst Jünger’in dediği gibi, “tüm bu sakatlıklara neden olanın
kazalar olduğunu düşünmek optik bir yanılgı, bir göz aldanmasıdır; aksine
başımıza gelen kazalar, dünya henüz rüşeym halindeyken bile sakatlanmış
olmamızdan gelirler”.
Böylece düşünce sakatlıkların nedeninin basitçe kazalar olmadığını,
kazaların nedeninin ise basitçe dikkatsizlikler ve ihmaller olmadığını, bütün
bu nedenler-sonuçlar zincirinin aslında başka bir alanda belirlendiğini kavrayabilir:
Yaşamak zorunda bırakıldığımız bu dünyada mağduruz, sakatız: trafik bu dünyanın
bir olayıdır.
Trafik içine doğduğumuz tehlikeli
bir dünyadır; orada her zaman hep... kazalar gelir başımıza.
Olaylaştırma bütün basitliği ve anlaşılabilirliği içinde fikirler
arasındaki bağlantılar zincirini de sağlar.
Sözgelimi trafik ile metropoliten yaşam, vahşi piyasa kapitalizmi
arasındaki bağlantılar: Medyanın “kamuoyu oluşturma” adına “iş kazalarına”
karşı münferit ve bağlantısız uyarıları, ancak kayıtsız bir kulak verişi
celbedebilirken, fikirler arasındaki düşünsel bağlantı aynen trafik dünyası
gibi vahşi kapitalizm dünyasının, oradaki iş örgütlenme biçiminin iş
kazalarının gerçek nedeni olduğunu kolayca görebilir.
Ayrıca süratin ve denetimin aynı oranda zorunlu kılındığı vahşi trafik
alanıyla vahşi kapitalizm arasındaki bağı da: zaman paradır; öyleyse
sürat de paradır...
Medyanın Sefaleti
Türk medyasının Batı medyası karşısındaki farkını, sözgelimi Türk
basın sisteminin nasıl işlediğini örnekleyecek, herkesin şu anda elindeki
gazetelerle yapabileceği kolay bir araştırmayla göstermek çok kolay: Gazete
adını verdiğimiz nesnenin bir yapısı, görsel-işitsel malzemenin bir sunuluş
biçimi vardır.
Sözgelimi günün önemli haberleri,
ekonomi-maliye sayfası, kültür
sayfası, spor vb. sayfası gibi.
Üstelik bu sayfalar hiyerarşisinin, sözgelimi devletin, hükümetin
bakanlıklar ve müdürlükler hiyerarşisiyle ne kadar koşut olduğuna dikkat edin.
Kısaca söylemek gerekirse, belli
konulara hasredilmiş özel basınla bulvar gazeteleri dışında gazete formu açıkça
bir devlet formunu yankılamaktadır: ekonomi sayfası, polis haberleri sayfası,
spor sayfası, dış haberler servisi vs...
Bu “ortak form”a güvenerek alın o günün belli başlı gazetelerini,
sürmanşetlerden başlayıp, ilk sayfasından son sayfasına, baş
sayfa haberlerinden spor haberlerine dek hiyerarşik düzenleri içinde sıralayıp
kategorilendirin.
Malzemenin, yani haberlerin çeşidinden, atfedilen önem sırasına varıncaya
dek ne kadar büyük bir çeşitlilik bulunduğunu fark etmek hiç de zor değildir.
Bir gazete için en önemli haberin öteki gazete için nasıl yarım sütunluk bir
haber durumuna düşebildiği Türk basınında gerçek “habercilik” anlayışının
bulunmadığının en önemli kanıtıdır.
İkincisi medyanın kamu tartışmalarının, haber iletiminin (Starcıların
dediği gibi
“gerçek”lerin), enformasyon dolaşımının aracı ya da ortamı olduğunu
söylemek büyük bir saflıktır.
Medya bize daha çok neyi düşünüp kabul etmek, neyi düşünmemek gerektiğini
söylemeyi görev edinmiştir.
Bu “manipülatif”, tekyönlü iletişimin günümüz Türkiye medyasında
Batı’dakinden çok daha sorunlu bir şekilde güç kazanmış olduğu açıktır.
Siyaset Meydanı gibi
programlara bakın: Bunlarda bir “kamu tartışması”ndan çok, yine medya
tarafından gündeme getirilmiş belirli sayıdaki konuda kaba bir aklama-karalama
faaliyetinin yürütüldüğünü görüyoruz.
Dışarıda kimin ne kadar konuşma özgürlüğü varsa program sırasında da aynı
oranda özgürlüğe sahiptir.
Başka bir deyişle, siyasetçi demagojisini, akademisyen etkisiz ukalalığını,
“halk”ı temsilen çağrılan kişiler de “sokağın sesleri” diyebileceğimiz bir
bastırılmış (asla kaale alınmayan) istekler, talepler, protestolar bombardımanını
rahat rahat yapıp durur.
Özel ya da devlete ait medya kuruluşlarının aralarında bu açıdan herhangi bir
karşıtlığın bulunmadığı da besbelli.
“İyi program”ın çok seyredilen, çok
satan –günümüz “piyasa ideolojisi” uyarınca– program anlamına gelmesi ve bundan
başka hiçbir anlama gelmemesi, başka bir kritere boyun eğmemesi söz konusudur
bugün.
Genel olarak söylemek gerekirse,
Türkiye’de medya, Batı’nın bir zamanlar (Aydınlanma Çağı’nda ve Fransız Devrimi
etrafında) geliştirdiği, ancak zamanla eskiterek kurumlar, sivil ve siyasal
örgütlenmeler, profesyonel bir meslek haline gelmiş bir gazetecilik ve
toplumsal iktidar mekanizmaları arasında kaybetmesine karşın yaşatmak zorunda
hissettiği bir özgür “kamu alanı”nın oluşturulması şansına sahip değildir.
Modern iletişim teknolojilerinin arka planını oluşturan medya endüstrisi, Batı’da
ortadan kaldırabildiği bir oluşumu Türkiye gibi “gelişmekte olan” bir ülkede
haydi haydi engelleyebilecek güce sahiptir.
Peki Türkiye’de medya’nın “olumluluk” içeren hiçbir şansı yok mu?
Belki öncelikle bir “medya etiğine” ihtiyaç var.
Ben bu etiği “liberal” ideolojinin,
İslami “ahlak”ın ya da “sosyalist” düşüncenin medyaya taşınması ve
yerleşmesiyle gerçekleşecek bir “çoğulculuk” aracılığıyla mümkün görmüyorum.
Bu etik daha çok medyanın kendi pratiğine özgü olmalıdır...
Söz konusu olan, sözgelimi ABD’de “politik açıdan düzgün” denilen
tutum değildir.
Aksine yalnızca “küfretme” özgürlüğünün sınırsızca kullanılabileceği bir
toplumun medyasının başka türlü davranabileceğini sanmak, hatta istemek,
insafsızlık olurdu.
Dünya “küfürle” yüklü yoğun bir edebiyata sahiptir: Modern sanat dünyası
Copernicus’tan beri kutuplar tarafından gerilmekte, sanatçı ile eser, tasarım
ile nesnesi arasında büyük bir uzaklaşma cereyan etmektedir.
Bu uzaklaşmanın doruk noktasını kitle iletişimine konu edilmiş sanatta
bulmak Benjamin’in etkili yazılarından 50 sene sonra herhalde büyük bir keşif
değildir.
Öyleyse gerçek bir anti-medya bu gerilimi, bu uzaklaşmayı ya
aşırı noktalarına vardıracak (medya yalan haber yapıyorsa izleyicisini toptan
“sahte” bir dünyaya, edebiyatın, uydurmanın dünyasına taşıyacak) ya da
–becerebilirse– ortadan kaldırmaya çalışacaktır.
Bu ikincisi benim “olaylaştırma” adını verdiğim bir güzergâh üzerinde gerçekleştirilebilir,
bir düşünme işidir.
Demokrasi ve İletişim
Demokrasi ile iletişim arasında, en güçlü Avrupa düşünürlerinin kurmaya
çalıştığı, ancak her telinde uyarıların kaynaştığı bir bağ var.
Toplumun demokratikleşmesine
medyanın katkısı sorusu bence kendi içinde açık bir anlam taşımıyor.
Her şeyden önce böyle bir katkının
olabilirliği bizzat medyanın kendisinin önceden demokratikleşmesini varsayar.
Yoksa totaliterliğin bile “ideal iletişim” düzeneklerine sahip olduğu
söylenebilir: Hobbes’un dediği gibi, “özgür olduğuna inanmak için egemenin konuşmasına ses
çıkarmadan dudaklarınla eşlik et” – işte demokratik ya da değil, medyanın
“iletişim” anlayışının genel formülü.
Bireysel farkların hiçe indirgenmesinin örtük bir amaç olarak varsayıldığı
“ideal iletişim” ne enformasyon ve bilginin bölüştürülmesine, ne de her “ideal”
demokratik toplumun varsaymak zorunda olduğu “özgür düşüncenin oluşmasına engel
olmama” haline olanak sağlar.
Aksine 18. yüzyıldan bugüne evrildikleri haliyle demokratik toplumlar
gittikçe artan ölçekte disipliner ve denetimsel örgütlenme tarzlarını
varsayıyorlar.
Başka bir deyişle modern demokrasinin doğuşunda oldukça mekanik bir
disipliner varsayım vardır: Modern haklara sahip olmak, geleneksel toplumların
asla sahip olmadığı özel bir uysallığa sahip olmaktan, bu yönde eğitilmiş
olmaktan geçer.
Yoksa siyasal iktidarlar bu hakları hiç kimsenin kara gözleri aşkına tanıyor değildirler.
İşte modern “iletişim” özgürlükleri,
dünyanın globalleşmesiyle birlikte gelen “haber alma özgürlüğü” de dahil olmak
üzere, bu kez enformasyon yayılım mekanizmalarının sağladığı bir “denetim
toplumu”nu varsayar ve amaçlarlar.
İletişim alanında son teknolojilerin getirdiği “sarhoşluk” insan ırkının yalnızca geleceği açısından değil, geçmişi
açısından da büyük
bir tehlike olarak beliriyor.
Hatta bu ikincisinin daha büyük bir tehlike olduğunu düşünüyorum.
Nasıl Nazizm, “totaliter” bir dili genel bir toplumsal/kütlesel denetim
mekanizması olarak kurmuş ve bu sayede “mitolojik” bir dili 19. yüzyılın sahip
olduğu belli bir tür “tarih bilinci”nin yerine getirmişse, medyanın dili de
geçmişi kaybettirme etkisine sahiptir.
Nazizmin en ilginç tiplerinden olan Doktor Goebbels “görsel-işitsel” adını
verdiğimiz iletişim ve propaganda tekniklerinin babası ve destekleyicisiydi:
Nazi propagandasının rakipleri karşısındaki üstünlüğünü, rakiplerinin hâlâ 19.
yüzyıl kamu alanlarını varsayan “bilişsel” bir dili, bilinçlere hitap eden
“yazılı” basın tekniklerini kullanmakta ısrar etmelerinin dolaysız bir sonucu
olarak görüyordu.
Her şey medyanın görsel-işitsel dilinin “düşünme” faaliyetini engellemesi
üzerinde kurulmuştur.
Modern iletişim teknolojilerinin cephaneliğinde “düşünme” ile “iletişim”
arasında hiç değilse Nazizmden bu yana süregiden bir mücadelenin sona erdirilmesi yolunda
sayısız beklenti bulunmasına karşın, bazılarının “enformasyon toplumu” adını
verdiği ve yeni yeni girmekte olduğumuz (Türkiye olarak büyük bir şevk ve
tedbirsizlikle girmeye can attığımız) “denetim toplumu” tüm bu beklentileri bir
karamsarlık denizinde boğmaya adaydır.
Hele Türkiye gibi kırık dökük bir demokrasiye sahip bir ülkede medyatik denetim
toplumu bilgi alışverişlerinde son derecede tehlikeli
bir eşitsizliği kurumsallaştırabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder