3 Aralık 2022 Cumartesi

 KÜLTÜREL MATERYALİZM - 2


Marksizm ve Romantizm

Williams’ın, Marksizmin romantik eleştiriyle bütünleştirilebilmesi gerektiği görüşünün çarpıcı bir örneği, benim için 1980 tarihli kısa bir metindir: Lukács hakkındaki kitabımın İngilizce baskısına dair bir eleştiri notu.

Williams’ın değerlendirmesi büyük oranda –özellikle de genç Lukács’ın beslendiği romantik kaynakların incelendiği ilk bölüm hakkında– olumluydu, ama kitabın başlığına sıcak bakmadığı belliydi:  Georg Lukács: Romantizmden Bolşevizme.

Aslında bu, kitabın Fransızca orijinalindeki başlık değildi, New Left Books’daki dostlarım tarafından –elbette benim de onayımla– seçilmişti.

Bu başlık, genç Lukács’ın çalışmalarına nüfuz etmiş anti-kapitalist romantizmi, Marksizm ve komünizm yolunda mecburen aşılması gereken basit bir hazırlık evresi gibi görerek küçümsüyordu.

Oysa, diyordu Williams, romantikler kendi çağlarında devlet bürokrasisini, sanayicilik ile “düşüncenin nicelleşmesi” arasındaki bağı ve modern toplumda cemaatin kayboluşunu teşhir etmişlerse, “[şimdi], 1970’lerin sonunda, zamanlarını boşa harcadıkları veya basit ve temel bir gerçeği kavrayamadıkları sonucuna varmak” zordur.

Modern sosyalizm, “merkezî devlete, sanayiciliğe ve toplumsal düzene karşı” yöneltilen, kabaca “romantik” denebilecek eleştirileri görmezden gelemez.

“Gerçeklikten kopuk”, “muğlak”, “uygulanamaz” gibi, aşağılayıcı anlamda “romantik” olarak tanımlanan bu meselelerin ve “büyüme” ekonomisi, bireysel özgürlükler, toplumsal süreç olarak demokrasi gibi başka benzer konuların reddi, 20. yüzyıl sosyalizminin teorisinin ve pratiğinin örselenmesinin nedenlerinden biridir.

Lukács’ın başlıca eseri Tarih ve Sınıf Bilinci (1923) ve şeyleşme kavramı, nicel ve araçsal bilince yönelik “romantik” eleştiriyi Marksizmle bütünleştirmenin sonuçları değil midir?

Bu mesele, Stalinist dönemin sonunun derin bir krizi tetiklediği sırada, “Marksizmler muharebesi”nin merkezinde yer almıştır.

Her ne kadar kimileri bu problematiği idealist ve romantik olduğu, veya –yeni bir küçümseyici retorikle– hümanist ve ahlakçı olduğu gerekçesiyle reddetmeyi denemiş olsa da…

 

Avangard Siyaset ve Mevcut Toplumsal Düzenin Ötesine Dönüş

Kültür ve Materyalizm kitabındaki kimi metinler, Williams’ın romantik eleştiriye, özellikle de bu eleştirinin modern tezahürlerine olan ilgisinin devamlılığına tanıklık ediyor.

Modernizmin kökenlerini konu alan 1985 tarihli bir makalede bu problematik ele alınıyor.

Wordsworth’ten Elisabeth Gaskell ve Charles Dickens’a, romantiklerin büyük modern kentlerde kalabalıkların yalnızlığına gösterdikleri tepkiyi, bir yandan İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda (1844) Engels’in gaddar kayıtsızlığa, dar kafalı bencilliğe ve özellikle de insanlığın yalıtılmış monadlara ayrılmasına –ki burjuva toplumunun temel ilkesi budur sanki– yönelttiği acımasız eleştiriyle, öte yandan da modernist yazar ve şairlerin endişeleriyle karşılaştırıyor.

En sevdiği yazarlardan birine, T. S. Eliot’a atıfta bulunarak, modernistlerin, burjuva dünyaya karşı geçmiş veya egzotik kültürlere göndermede bulunduğunu gözlemliyor Williams.

Bu problematik, çok daha ayrıntılı biçimde, “avangard siyaset” üzerine 1988 tarihli parlak bir metinde  ele alınıyor.

Williams genel olarak modernist akımda ve özel olarak siyasal-sanatsal avangardlarda iki karşıt eğilimi birbirinden ayırıyor.

Her ikisi de burjuvaziyi, akademizmi ve dini teşhir etse de, bir yanda fütüristler gibi hızı, makineyi, büyük kenti, savaşı kutsayanlar, diğer yanda ise sembolistler, ekspresyonistler veya sürrealistler gibi, primitif ve egzotik sanata ilgi duyan ve böylece bir anlamda mevcut toplumsal düzenin ötesine dönüşü hayata geçiren, romantik ortaçağcılığın mirasçıları var.

Rusya haricinde (Mayakovski) birinci kesim faşizme katılırken, ikinci grup birbirinden son derece farklı siyasal tercihlerde bulunacaktır.

Avangardın “neo-romantik” çeşitlemesi, burjuvaziyi hedef alan aristokratik eleştiri ile –hakiki soyluluk olarak sanatsal deha tapıncı– sosyalist eleştirinin –sanatın ticarete ve paraya indirgenmesine karşı çıkış– karışımıdır ve akıl-öncesi ile bilinçdışının ehlileştirilmemiş alanına önem verir.

Bu tutumun siyasal sonuçları hayli çeşitlilik gösterir, fakat çoğu zaman anarşizme, devrimci sosyalizme veya komünizme varmıştır: Bilhassa sembolistler, dadaistler, sürrealistler, ve ekspresyonistlerin bir kısmı için geçerlidir bu – her ne kadar Gottfried Benn gibi bazı ekspresyonistler Nazizm saflarına katılacak olsa da.

Üçüncü Reich’ın çeşitli modernist akımları “kültür Bolşevizmi” olarak tanımlayıp toptan mahkûm edeceğini, SSCB’deki Bolşevizm mirasçılarının da bu akımları kınayacağını biliyoruz.

Williams doğal olarak edebiyat avangardının Britanya’daki tezahürleriyle de ilgilenir: Auden ve Isherwood’un yazılarında bir çeşit sol ekspresyonizm kendini gösterirken, Yeats, Wyndham Levis ve Ezra Pound sağcı hatta kimi zaman faşist bir modernizmin temsilcileri olacaktır.

Önde gelen bir modernist şair, ve bu yazarlar arasında en etkilisi olan T. S. Eliot’ın durumu daha karmaşıktır; zira o, bir yönüyle elitist ve gelenekçiyken, diğer yönüyle “katlanılmaz (bu anlamda da her zaman burjuva) bir kültür ve toplum düzeni karşısında tam anlamıyla yıkıcı”dır.

Eksik ve yetersiz taraflarına rağmen –örneğin Williams sürrealistlerin siyasal tutumuna ilişkin olarak yalnızca “faşizm karşısında etkin ve yıkıcı bir direniş” gösterdiklerini söylerken, siyasal angajmanlarının radikalliği konusunda pek net bilgi sahibi değil gibi görünmektedir– yine de çok etkileyici bir metindir bu, ve Williams’ın burada esasen Kültür ve Toplum kitabıyla başladığı bir analizi avangardlar alanına taşıdığı söylenebilir: romantizmden esinlenen burjuva-karşıtı kültür eleştirisindeki zenginliğin ve muğlaklıkların analizi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  SANAT EĞİTİMİ Sanatın Tanımı Günümüzü algılayıp anlamak, günümüze kadar geçmişte olup bitenleri ve yapılanları öğrenmek, bilmekle g...