KÜLTÜREL MATERYALİZM - 2
Marksizm
ve Romantizm
Williams’ın, Marksizmin romantik
eleştiriyle bütünleştirilebilmesi gerektiği görüşünün çarpıcı bir örneği, benim
için 1980 tarihli kısa bir metindir: Lukács hakkındaki kitabımın İngilizce
baskısına dair bir eleştiri notu.
Williams’ın değerlendirmesi büyük oranda
–özellikle de genç Lukács’ın beslendiği romantik kaynakların incelendiği ilk
bölüm hakkında– olumluydu, ama kitabın başlığına sıcak bakmadığı
belliydi: Georg Lukács: Romantizmden Bolşevizme.
Aslında bu, kitabın Fransızca
orijinalindeki başlık değildi, New Left Books’daki dostlarım tarafından
–elbette benim de onayımla– seçilmişti.
Bu başlık, genç Lukács’ın çalışmalarına
nüfuz etmiş anti-kapitalist romantizmi, Marksizm ve komünizm yolunda mecburen
aşılması gereken basit bir hazırlık evresi gibi görerek küçümsüyordu.
Oysa, diyordu Williams, romantikler kendi
çağlarında devlet bürokrasisini, sanayicilik ile “düşüncenin nicelleşmesi”
arasındaki bağı ve modern toplumda cemaatin kayboluşunu teşhir etmişlerse,
“[şimdi], 1970’lerin sonunda, zamanlarını boşa harcadıkları veya basit ve temel
bir gerçeği kavrayamadıkları sonucuna varmak” zordur.
Modern sosyalizm, “merkezî devlete,
sanayiciliğe ve toplumsal düzene karşı” yöneltilen, kabaca “romantik”
denebilecek eleştirileri görmezden gelemez.
“Gerçeklikten kopuk”, “muğlak”,
“uygulanamaz” gibi, aşağılayıcı anlamda “romantik” olarak tanımlanan bu
meselelerin ve “büyüme” ekonomisi, bireysel özgürlükler, toplumsal süreç olarak
demokrasi gibi başka benzer konuların reddi, 20. yüzyıl sosyalizminin
teorisinin ve pratiğinin örselenmesinin nedenlerinden biridir.
Lukács’ın başlıca eseri Tarih ve
Sınıf Bilinci (1923) ve şeyleşme kavramı, nicel ve araçsal
bilince yönelik “romantik” eleştiriyi Marksizmle bütünleştirmenin sonuçları
değil midir?
Bu mesele, Stalinist dönemin sonunun derin
bir krizi tetiklediği sırada, “Marksizmler muharebesi”nin merkezinde yer
almıştır.
Her ne kadar kimileri bu problematiği
idealist ve romantik olduğu, veya –yeni bir küçümseyici retorikle– hümanist ve
ahlakçı olduğu gerekçesiyle reddetmeyi denemiş olsa da…
Avangard
Siyaset ve Mevcut Toplumsal Düzenin Ötesine Dönüş
Kültür ve Materyalizm kitabındaki
kimi metinler, Williams’ın romantik eleştiriye, özellikle de bu eleştirinin
modern tezahürlerine olan ilgisinin devamlılığına tanıklık ediyor.
Modernizmin kökenlerini konu alan 1985
tarihli bir makalede bu problematik ele alınıyor.
Wordsworth’ten Elisabeth Gaskell ve
Charles Dickens’a, romantiklerin büyük modern kentlerde kalabalıkların
yalnızlığına gösterdikleri tepkiyi, bir yandan İngiltere’de Emekçi Sınıfların
Durumu’nda (1844) Engels’in gaddar kayıtsızlığa, dar kafalı bencilliğe ve
özellikle de insanlığın yalıtılmış monadlara ayrılmasına –ki burjuva toplumunun
temel ilkesi budur sanki– yönelttiği acımasız eleştiriyle, öte yandan da
modernist yazar ve şairlerin endişeleriyle karşılaştırıyor.
En sevdiği yazarlardan birine, T. S.
Eliot’a atıfta bulunarak, modernistlerin, burjuva dünyaya karşı geçmiş veya
egzotik kültürlere göndermede bulunduğunu gözlemliyor Williams.
Bu problematik, çok daha ayrıntılı biçimde,
“avangard siyaset” üzerine 1988 tarihli parlak bir metinde ele alınıyor.
Williams genel olarak modernist akımda ve
özel olarak siyasal-sanatsal avangardlarda iki karşıt eğilimi birbirinden
ayırıyor.
Her ikisi de burjuvaziyi, akademizmi ve
dini teşhir etse de, bir yanda fütüristler gibi hızı, makineyi, büyük kenti,
savaşı kutsayanlar, diğer yanda ise sembolistler, ekspresyonistler veya
sürrealistler gibi, primitif ve egzotik sanata ilgi duyan ve böylece bir
anlamda mevcut toplumsal düzenin ötesine dönüşü hayata geçiren,
romantik ortaçağcılığın mirasçıları var.
Rusya haricinde (Mayakovski) birinci kesim
faşizme katılırken, ikinci grup birbirinden son derece farklı siyasal
tercihlerde bulunacaktır.
Avangardın “neo-romantik” çeşitlemesi,
burjuvaziyi hedef alan aristokratik eleştiri ile –hakiki soyluluk olarak
sanatsal deha tapıncı– sosyalist eleştirinin –sanatın ticarete ve paraya
indirgenmesine karşı çıkış– karışımıdır ve akıl-öncesi ile bilinçdışının
ehlileştirilmemiş alanına önem verir.
Bu tutumun siyasal sonuçları hayli
çeşitlilik gösterir, fakat çoğu zaman anarşizme, devrimci sosyalizme veya
komünizme varmıştır: Bilhassa sembolistler, dadaistler, sürrealistler, ve
ekspresyonistlerin bir kısmı için geçerlidir bu – her ne kadar Gottfried Benn
gibi bazı ekspresyonistler Nazizm saflarına katılacak olsa da.
Üçüncü Reich’ın çeşitli modernist akımları
“kültür Bolşevizmi” olarak tanımlayıp toptan mahkûm edeceğini, SSCB’deki
Bolşevizm mirasçılarının da bu akımları kınayacağını biliyoruz.
Williams
doğal olarak edebiyat avangardının Britanya’daki tezahürleriyle de ilgilenir:
Auden ve Isherwood’un yazılarında bir çeşit sol ekspresyonizm kendini
gösterirken, Yeats, Wyndham Levis ve Ezra Pound sağcı hatta kimi zaman faşist
bir modernizmin temsilcileri olacaktır.
Önde
gelen bir modernist şair, ve bu yazarlar arasında en etkilisi olan T. S.
Eliot’ın durumu daha karmaşıktır; zira o, bir yönüyle elitist ve gelenekçiyken,
diğer yönüyle “katlanılmaz (bu anlamda da her zaman burjuva) bir kültür ve toplum
düzeni karşısında tam anlamıyla yıkıcı”dır.
Eksik
ve yetersiz taraflarına rağmen –örneğin Williams sürrealistlerin siyasal tutumuna ilişkin olarak yalnızca “faşizm karşısında etkin ve yıkıcı bir
direniş” gösterdiklerini söylerken, siyasal angajmanlarının radikalliği
konusunda pek net bilgi sahibi değil gibi görünmektedir– yine de çok etkileyici
bir metindir bu, ve Williams’ın burada esasen Kültür ve Toplum kitabıyla başladığı
bir analizi avangardlar alanına taşıdığı söylenebilir: romantizmden esinlenen
burjuva-karşıtı kültür eleştirisindeki zenginliğin ve muğlaklıkların analizi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder