19 Ocak 2023 Perşembe

 REKOMBİNANT MİMARLIK

 

 

 

Genetik alanında meydana gelen devrimsel değişimler,                                          biyopolitik teknolojilerin faz değiştirerek “gen-politik” içinde                              konumlanmasına neden olmuştur.

 

Bu çalışmada, bütün canlıların temel “bilgi” bileşenlerine ait                                        mesajları taşıyan DNA’nın yeniden-üretilebilirliğine işaret eden                            rekombinant teknolojilerin, teknobilimsel mimarlık praksisleri içinde                                nasıl konumlandırıldığı ve “rekombinant mimarlık” içinde kavramsallaştırılan bu praksislerin nasıl gen-politik uygulamalarının bir parçası haline geldiği tartışılacaktır.

 

Gen-politik, davranışa, zihinsel faaliyetlere, mekâna, zamana, tarihe ve hatta geleceğe egemen olma gibi çok genel denetim mekanizmalarından, psikolojik cerrahi, tasarım bebek, insan/gen klonlama, gen terapisi, kalıtım haritasının üretilmesi gibi “özne teknolojileri” kapsamında kavrayabileceğimiz araştırmalara ve beden-zaman-mekân kontrolünün genetik yazılımla yapılabildiği sibernetik bina teknolojilerine kadar pek çok tekno-bilimsel göstergeye işaret etmektedir.

 

Bunlar, 2001 yılında tamamlanan “İnsan Genom Projesi” nin şekillendirdiği biyo endüstrinin vaatlerinden yalnızca birkaçıdır.

 

İnsan organizmasına ait kimyasal moleküllerin performansları                                   konusunda yürütülen bu proje, salt her birey için özgül ve yegâne olan biyolojik yaşamın sınırlarına değil, bu sınırlarla inşa edilecek bir sürecin zamansal- mekânsal praksislerine de açılmaktadır.

 

Bu teknobilimsel praksisler,Foucault’nun deyişiyle, biyoiktidarın                               “yalnızca yaşamı düzenleme değil, yaşamı çoğaltma, canlı üretme, canavar üretme, -hatta- denetlenemez ve evrensel yıkıcılığı olan virüsler üretme olanağı”nı kurguladığı hayata müdahele zeminlerini meydana getirmektedir.

 

Virilio’nun deyişiyle, 21. yüzyıla varmadan bilişim-iletişim teknolojileri

aracılığıyla küresel kapitalizmin üç silahını, “atom, enformasyon ve                       demografi bombalarını” tekilleştiren “genetik” bilimi, biyopolitiğin                         mekânsal tahayyüllerinin bağlacı haline gelerek, gezegende yürütülen sibernetik ve panoptik fetih hareketlerinin lideri haline gelmiştir.

 

Bir anlamda, Nietzsche’nin“üstinsan”ının [übermensch] inşası yolunda atılan bu adım,“canlıların sanayileştirilmesi” veya evrimsel uzamın [elektronik pikseller aracılığıyla] yeniden-üretilebilirliliği gibi söylemlerle, Darwin’in klasik “Evrim Kuramı” (1859) ile de arasına bir sınır çekmiştir.

 

Küresel-ağları dokumaya başlayan bu “genetik-yoğun-enformasyon” düzeni, Aydınlanma Çağından beri “biyolojikleştirme” çerçevesinde düşünülen bir rasyonel bilgi toplumunun inşasının devamı niteliğindedir.

 

Bütün bu göstergeler, II. Dünya Savaşı sırasında ve ardından                                           Soğuk Savaş sürecinde biriken askeri tekno bilimsel stokun,                                            “Büyük Gezegen Optiği” veya “elektronik-panoptik” olarak                               doğmasıyla gündeme gelmiştir.

 

Bir diğer deyişle, “Ulusal/Uluslarötesi Echelon” projesi (1943) olarak adlandırılan siber-uzay teknolojisi aracılığıyla.

 

Bu nedenle, “uzay fethinin teknolojik destanı”nın ardından gelen                               “siber-sınırıfethi”, Mattelart’ın belirttiği gibi, sadece “Küresel Köy” ve/veya “Küresel Bilgi Toplumu” klişeleri yaratmamıştır; aynı zamanda,  jeolojinin fizikle ve biyolojiyle, jeopolitiğin biyo politik ve gen politikle, küresel kapitalizmin biyo kapitalizmle ve fiziksel mekânın sanal mekânla ilişkisini de bütünleşik kılmıştır.

 

Tıpkı, gen teknolojilerinin gövdesinde bütünleşen biyoteknoloji, nanoteknoloji, robotik, yapay zekâdan doğan “rekombinant DNA teknolojileri” aracılığıyla “rekombinant bedenin”, yani yarı-insan-yarı-makine melezlerin ve/veya sanalla gerçeğin hemhal olduğu “rekombinant” uzamın, yani yeni-evrimsel uzamın [yeniden-] üretimi gibi.

 

Yukarıda özetlenen kavramsal çerçeve paralelinde, bu çalışma,

Foucault’nun, “disiplin toplumu”, “biyopolitika” ve “biyoiktidar” analizlerinden hareketle üç ayrı başlıkta araştırılacaktır:

 

Birincisi, genpolitiğin güncel mekanizmalarının arkaplanını inşa eden biyopolitik uzamın, Evrim Kuramı bağlamında araştırılması;

 

ikincisi, genpolitiğin mekânsal iklimini yaratan, Yeni-Darwinizm fenomenini ve rekombinant mimarlık deneylerini üreten “Mümkünler Oyunu”nun açımlanması ve sonuç olarak da, rekombinant mimarlıkla şekillenecek “biyokapitalist kent” imgesinin tartışılmasıdır.

 

Buradan, genomiklerle [genetik ürün marketi], yani biyokapitalle inşa edilmeye başlanan maddi-mekânın topolojik izdüşümleriyle ekran uzamında kurulan, akışkanlaşan, yersiz yurtsuz ve/veya sürtünmesiz hale gelen “rekombinant mekân”ın insan geleceğini nasıl biçimleyeceği sorusu gündeme getirilecektir.

 

 

Biyopolitikten Genpolitiğe Uzamıİktidar-OluşÜzerine

 

Fizyoloji alanında Nobel ödüllü (1965) Jacob, genetik mühendisliği

alanındaki son gelişmeleri sorgularken, “genetik istihkâm” der, artık “biyolojiye duyulan güvensizliğin başlıca nedenlerinden biri haline gelmiştir.”

 

Tüm alegorik göndermelerin ötesinde, bu tespit, biyopolitiğin                                      güncel mekânsal koordinatlarına işaret etmesi açısından anlamlıdır.

 

Jacob, “genetik” sözcüğü ile hem “askeri” hem de “mekânsal/inşai” bir terim olan “istihkâm” ı bir arada kullanarak, muhtemelen iktidar, beden ve uzam arasında kurulan ilişki biçimlerini tıbbi ve askeri sicillere bağlayan Foucault’nun argümanını ima etmektedir.

 

Biyopolitik uzam, modern savaş bilimi ile tıbbileştirme etkinlikleri çerçevesinde mutlak biçimini bulan panoptisizmin, yani tekilin çoğulu görünür hale getirdiği optik-mekanizmaların soyutlandığı, bir diğer deyişle, iktidarın biyolojik-kültürel hayata müdahele ettiği bir zemindir.

 

Bu bölümde, “genetik istihkâm” kavramının, 18. yüzyıldan itibaren biyopolitiğin bir nesnesi haline gelen uzamla nasıl ilişkilendirildiği  analiz edilecektir.

 

 

Biyopolitik Uzamın “Canlı Tablo”larından,  Evrimin Tablolarına

 

Foucault, “biyopolitika” kavramını, 18. yüzyıldan başlayarak, liberal hükümetin rasyonalist-evrenselci proje çerçevesinde öngördüğü uygulamalarda karşısına çıkan toplumsal bedene [nüfus] özgü sağlık, sağlık koruma, doğum, uzun yaşam, ırklar gibi sorunların akılsallaştırılması olarak tanımlamaktadır.

 

Toplumun “modern bilgi” aracılığıyla yeniden-inşası anlamına gelen biyopolitika, hikmet-i hükümet’in ekonomi-politik praksisleri bağlamında önem kazanmıştır.

 

Euchner’in deyişiyle, biyopolitika “Anglosakson bilim camiası”nın                 “biyolojistik” fetih programı ve bu programın teknikteknolojik bileşenleri çerçevesinde evrilmiştir.

 

Devlet aygıtı kendisini “dile getiren ve haklı çıkaran kuramlar” aracılığıyla yeni bilme biçimleri inşa ederek güçlenmiştir.

 

Dolayısıyla, liberalizm, karşımıza “bilgi” ile “iktidar”ın eşbiçimli hale geldiği bir yönetsel-bilimsel aygıt olarak çıkmaktadır.

 

Hardt ve Negri de, Foucault’nun çalışmalarından yola çıkarak,

biyopolitik teknolojiler bütününü, kapitalizmin disipline edici yaklaşımına bağlamakta ve bunların üretimin alt yapısını inşa ettiğini ortaya koymaktadır.

 

Kapitalist sanayileşmenin temel hedefi, kentsel uzamın iktidar ağına uygun olarak inşa edilmesi, yeniden-üretilebilmesi ve bütünüyle yönetilebilir gelmesidir; yönetsel/bilimsel teknikler, normlar ve programlar gibi eylemin belirli mekânlar içinde işlevsel ve hiyerarşik olarak dağıtılmasını sağlayan epistemik modellerdir.

 

Foucault’nun “canlının hükümeti” olarak nitelendirdiği biyo-iktidarı meydana getiren bu modeller, insanı, verimli, uysal ve üretken bedenlere dönüştürmek için atölyeler, fabrikalar, hastaneler, okullar, manastırlar ve kışlalar gibi disiplin-denetim makineleri (yeniden) inşa edeceklerdir.

 

Mimari aracılığıyla bir iktisadi-siyasi örgütlenme biçiminin göstergeleri haline gelecek olan bu yapılar gibi, bunlardan oluşacak olan kentsel mekân da iktidar ağının garantisidir; biyopolitik uzamıdır.

 

Buradan, biyopolitik uzamı, iktidar ağının nüfustan iskân düzenlemelerine, mimari praksislerden kent planlamacılığına, sağlıktan eğitim hizmetlerine kadar hem sorunun kendisi, hem de çözüm önerisi olan sosyal/ sayısal teknolojilerin maddeleştiği zemin olarak tarif etmek mümkündür.

 

Bu teknolojiler kümesi, biyopolitik uzamın koşullarını icat eden refah devletinin tasavvurudur.

 

Merkantalist devlet, toplumsal bedeni (nüfusu) yönetmek için yaşamı belli normlara [beslenme, hijyen, sağlık, konut ve kent düzenlemeleri konularında] bağlamıştır.

 

Kentlerde polisMedizineische Polizei, Hygenie Publique, social medicine gibi kurumların inşası ve çeşitli sayısaldeğişkenlerin [kronoloji, sınıflandırma, ölçü v.b.] mutlak kontrolü bu normların “biyopolitik çerçevesi”ni belirlemektedir.

 

Nüfus’u, bir arada yaşayan” ve biyolojik olduğu gibi patolojik özellikler de taşıyan, “dolayısıyla özgül bilmeler ve teknikler alanı içine giren bir canlılar topluluğu” olarak ele alan devlet aygıtı, uzamı iki şekilde ele almaktadır:

 

Birincisi kentlerin “refah” sorunu için yeniden planlanmasıdır.

 

İkincisi ise, kentlerde rasyonel düzenin inşa edilmesidir.

 

Foucault’ya göre, polis [kent] içindeki en temel disiplin işlemlerinden biri karmaşık, yararsız veya tehditkâr nüfusun “düzenli çokluklar haline dönüştüren” “canlı tablolara” dönüştürülmesi işlemidir:

 

“‘Tablolar’ oluşturmak, XVIII. yüzyıl bilimsel, siyasal ve ekonomik teknolojisinin en büyük sorunlarından biri olmuştur:

 

bitki ve hayvan bahçeleri düzenlemek ve aynı zamanda canlı varlıkların rasyonel sınıflandırmalarını yapmak: malların ve paranın dolaşımını gözlemek, denetlemek, düzene bağlamak, bir ekonomik tablo inşa etmek; insanları teftiş etmek, varlılarını veya yokluklarını fark etmek...

 

iki kurucu unsurun - dağıtım ve çözümleme, denetim ve anlaşılabilirlik- birbiriyle dayanışma içinde olduğu bir sürü ikiz işlem.

 

Çoğulu örgütlemek, onu kat etmek ve ona egemen olmak için kendine bir araç sağlamak söz konusudur; ona bir ‘düzen’ dayatmak söz konusudur. …

 

Taktik, insanların mekânsal düzenlenmesi ve bunun takibi; sınıflandırma bilimi, doğal varlıkların disiplinsel mekanı; ekonomik tablo, zenginliklerin düzenli hareketi.”

 

19. yüzyılda Charles Darwin’in, türlerin çeşitli özelliklerini gösteren evrim tabloları, canlıları da “tablolar halinde” yeniden-yerleştiren bu polis düzeninde doğmuştur.

 

Zaten Darwin’in “Türlerin Evrimi” (1844-1859) çalışması da, canlı/cansız organizmaların kökenine dair yıllar süren sınıflandırma ve deneyleme pratiklerinin sonucu olarak bir nevi “düzen” yasasıdır.

 

Doğanın sınıflandırılması işi, polis’in disipline edilmesiyle ilgili taktiğbelirlemiştir;

 

“aynı anda hem bireyin birey olarak niteliğinin belirlenmesine,

hem de büyük çoğulluğun düzene sokulmasına” imkân tanımaktadır;

 

“[B]u taktik aynı unsurlardan meydana gelen bir bütünün denetimi ve kullanımının birinci koşuludur: ‘hücresel’ denilebilecek bir iktidarın  mikrofiziği için taban.”

 

Canlı varlıkları, bir nüfus düzeyinde ele alan Evrim Kuram’ı, uzamın “biyolojikleştirilme”si olarak adlandırılan sürece özgü bu fenomenle önem kazanmaktadır.

 

Kuram, bu yüzden, salt deneyci-bilim geleneğinin değil, ekonomik ve siyasal ilerleme nosyonunun da odağı haline gelecek, dolayısıyla da kapitalist-sanayileşmeyi olanaklı kılan “iktidar mikrofiziği’nin metaforu olacaktır.

 

Pek çok biliminsanı, modern bilimin ve bilme biçimlerinin şekillenmesinde evrimciliğin büyük rol oynadığını, biyopolitika kavramının ima ettiği hususları [Sosyal-Darwinizm gibi] perçinlediğini ve süreklilik kazanmasını sağladığını vurgulamaktadır.

 

Kuram, Foucault’nun “siyasi akılsallık” çerçevesinde sorguladığı liberalizm’in bilimsel çerçevesini oluşturacaktır.

 

Bowler, kuramın modernliğin kendini anlamlandırdığı bu “düzenleme” ideolojisi için baz oluşturduğunu belirtmektedir:

 

“Darwin’in kuramı, modern dünyadaki küçük çaplı değişiklikler üzerine yapılan çalışmalardan doğmuştu.

 

Çok gerilerde kalan evrimsel bağları yeniden inşa etmeye değil, hala yaşayan her canlıyı etkileyen fiili süreçleri açıklamaya yoğunlaşmıştı.

 

Sonunda Darwinizmin başarısı... evrimciliğin.. bilimi Batı uygarlığının yeni otorite kaynağı yapmaya kararlı olanlarca istismar edilmesine dayanmaktadır.”

 

Jacob da, Evrim Kuramı’nın siyasetin ahlak arayışı çerçevesinde düşünüldüğünü vurgulamaktadır.

 

Evrim fikri, doğanın “ahlak üzerine kaplanmış” gibi görülen konumlanışını tersine çevirmiş ve doğanın bilgisi üzerinden bir ahlak üretmenin yolu haline gelmiştir.

 

“Darwincilik, böylece doğuşundan itibaren kendini ideolojiye karışmış olarak” bulacaktır.

 

Bütün bu eleştirilere hedef olan çalışmasında, Darwin, biyoloji biliminin temeli olan “evrim”i iki temel olguya bağlamaktadır:

 

Birincisi, her yeni kuşağın bir öncekinden farklı olmasıyla ilgilidir.

İkincisi ise, çevre koşullarına en iyi şekilde uyumlanabilecek olan canlıların yaşama olasılığını belirleyen doğal ayıklamadır.

 

Dolayısıyla, mutasyonlar [değişim olasılıkları], yani doğa tarafından gerçekleştirilen seçilim ile fiziksel çevre arasında hem eşgüdüm hem de süreklilik söz konusudur.

 

Darwin’in, bu göstergelere dayanarak, “fizyolojileri” ya da “davranışları” sayesinde, üremek için hazırdaki mevcut kaynakları en iyi biçimde kullanabilen bireylerin evrimsel düzende avantajlı olduğu’nu belirten ifadesi, öznenin biyolojik evrimi ile toplumsal/ kültürel evrimini birbirine bağlayan bir zihniyete yol açacaktır.

 

Marx ve Engels de, bu paralelde, tarihsel materyalizmi doğa uzamındaki somut örneklerle açıkladığı için evrim kuramını önemseyeceklerdir; evrimsel diyalektik toplumun alt ve üst yapılarını biçimleyebilmektedir; sanayileşen toplum manzaraları, uzamın maddi açılımları birer “evrilme” sembolüdür.

 

Darwin’e göre ise, inşa edilebilir bir gelecek, siyaset felsefecisi

Malthus’a borçlu olduğu “doğal ayıklama” fikrinden geçmektedir.

 

Malthus’un Hobbesçu fikirlerle detaylandırdığı “nüfus kuramı”nda (1798) ileri sürdüğü “varolma mücadelesi” kavramı, Evrim Kuramı’nın sembolik kapsamını oluşturmuş, Darwin buradan toplumsal ayıklama, dolayısıyla da “değişim” fikrinin omurgasını belirlemiştir.

 

Foucault ise, Malthusçu kuramın beden biyolojisine ilişkin bilgilerle biçimlendiğine dikkat çekmektedir: “Demografi, kent yapıları ve endüstriyel emek sorunlarının gelişimi, varolma, yerleşim ve beslenme koşulları, patolojik olgularla birlikte biyolojik tıp açısından insan nüfusu sorusunu ortaya çıkarmıştır.”

 

Bu sorun, 18. yüzyılın sonuna kadar, normal/patolojik, akıllı/

akıldışı gibi ayrımlar yapmaya yönelik mekânsal düzenlemelerle [cüzzam evi, hastane, akıl hastanesi, kışla, manastır vb.] aşılmaya çabalanmıştır.

 

Bu “büyük kapatılma” yerleri, “toplumsal dışlama”nın kurumları haline gelmiştir;bir diğer deyişle, enformasyon anlamındaki bilgiyle, sağaltıiçin gerekenbilimsel bilgi ve tekniklerin iç içe kodlandığı biyopolitik uzamlardır;

 

iktidar rejiminin talep ettiği toplumsal hayat ve onun iyileştirilmesiyle ilgili koşulların “hesaplanabilir terimlerle yönetilmesi” için kurumsallaşmış mekânlar şebekesini temsil etmektedirler.

 

“Devlet bilimi” olarak “istatistik” veya “politik aritmetik” bu mekanlar aracılığıyla keşfedilmiştir; böylelikle, hem toplumsal beden yönetilebilir kılınmış, hem de biyopolitik uzamın ekonomisi icat edilmiştir.

 

İngiltere’de, kapitalizminin yükseldiği dönemde, “politik aritmetik” ile “biyoloji” ilişkisinin bilimsel söylemi, Herbert Spencer’ıSocial Statistics (“Toplumsal İstatistik”, 1851) adlı çalışmasıyla inşa edilecektir.

 

Darwin’in “doğal ayıklama” kuramını destekleyen bu çalışma, kentsel mekânda hüküm süren “laissez faire anlayışını” biyolojik zorunluluklarla güçlendirmeye yönelik bir girişimdir; bedensel enformasyonla inşa edilen uzamın “matematiksel temellerini” ortaya koyduğu gibi seküler düşüncenin de temellerini atarak, evrimi, doğanın okunabilirliğini sağlayan yeni bir “düzen” yasası olarak tanımlamaya çalışmıştır.

 

Tüm bunlar, “evrimciliğe” inanarak evrilmeye başlayan pseudo-liberalist kent gelişiminin göstergeleri olarak şekillenirken, orta sınıfın toplumsal değerlerinden beslenmiş olan doğal ayıklanma mecazları,tüm Viktorya’da “hayatın bütünlüklü” bir açıklaması haline gelecektir.

 

1858 tarihli bağımsız çalışmasıyla, Darwin’in dikkatini çeken doğabilimcisi A. Russel Wallace de aynı kaynağa göndermede bulunmuştur.

 

Bu tespitler bize, biyopolitik uzamı, evrimi hem gerçek, hem de sembolik anlamlarıyla kendine temel alan modern devletin düzenli, ilerlemeci, akılcı ve sağlıklı-verimli toplum yaratma idealinin ve bir normalleştirme, bir homeostazi arayışının yansıması olarak düşünebilme olasılığını vermektedir.

 

Biyoiktidarın müdahele zemini, bedenin disiplinini ve kontrolünü

[anatomo-politik] sağlayan tıbbi, askeri ve sanayi mekânlar şebekesi sayesinde, nüfusun biyopolitiğine kayarken, toplumsal beden, bu yöndeki iktidar teknolojilerinin stratejik bir nesnesi olmuştur.

 

Böylelikle, Foucault’nun gösterdiği gibi, “bedenin anatomo-politiği” ile “nüfusun biyopolitiği” temelinde, dolayısıyla da iktidar uzamlarının yeniden-üretilmesi noktasında iki kutuplu bir stratejiye ulaşan biyoiktidar; biyopolitiğin temel meselelerini [üreme, doğum-ölüm, toplumsal cinsiyet ve sağlık -hijyen-, ölüm yaşı ortalaması, göçler, yerleşim yerleri ve biçimleri v.b.] ele alırken, hem kişiye, hem de nüfusa özgü enformasyonu olanaklı kılan evrimsel bilgi biçimlerine daima gereksinmiştir.

 

Bunun nedeni, Foucault’nun deyişiyle, iktidar teknik ve teknolojilerinin dönüşümüne, yani iktidarıepisteme (paradigma) değişimlerine bağlıdır.

 

Özellikle biyopolitika, toplumsal bedeni biyolojik süreçlerin içine yerleştirerek,

biyo-sosyolojik hayatın yeniden-üretimini sağlamıştır.

 

Bir diğer deyişle, bir yanda uzamın gözetleme ve disipline uygun olarak yeniden yapılanması sayesinde biçimlenen kurumlar ağının “organo disiplini”; öte yanda da, yerleşim [konut, site] şebekeleri bağlamında ulus-devletin “biyodüzenlemesi” nin birbirine eklemlenmesi, bizzat kent örgütlenmesinin temelini oluşturmuştur.

 

Kent, böylelikle biyolojik ve organik süreçlerin, disiplin ve düzenlemenin içiçe evrilebildiği bir mekanizmayı temsil edecektir.

 

Ancak, biyoiktidarın kent imgesi, mimarlık veya kentsel planlamadan önce, bir çeşit “bilme-iktidarı” olarak tıbbi söylemin öznesi/nesnesi olacak ve Foucault’nun ortaya koyduğu gibi, tıbbi bakışın [gaze] belirlediği “uzam” normu önem kazanacaktır.

 

Mimarlardan önce, doktorların, askerlerle birlikte, “uzam uzmanı” haline gelmeleri, bir diğer deyişle “kollektif uzamın ilk yöneticileri” olmaları bu fenomenin göstergesidir.

 

 

Darwinizmden Genetik İstihkâmcılığa Biyopolitik Uzamıİnşası

 

De Landa, “evrimin binyılını” irdelediği çalışmasında, Sanayi Devrimi’nin ardından kentler ile kırsal arasındaki ekosistemin yoğun göç akışına bağlı olarak bozulmasının bir dizi biyopolitik düzenlemeyi biçimlediğini ve bir anlamda, genpolitiğin iklimini hazırladığını belirtmektedir.

 

Siyasal evrim ile biyolojik evrimin eşgüdümü için geliştirilen bilimsel-yönetsel stratejiler, “18. yüzyıla dek kentsel ve kırsal hayata hâkim olan biyolojik rejim”in çerçevesini oluşturmuşlardır.

 

Göç sonrasında ortaya çıkan “kıtlıklar ve salgınlar”, “önem bakımından dönemin kültürel olgularıyla yarışan iki biyolojik olgudur.

 

” Roberts de incelemesinde, göçlerin “genetikle ilgisi en çok olan mesele” olarak, “yerleşik gen havuzlarına yeni genlerin dâhil olmalarını” sağladıklarını ifade etmektedir.

 

Öte taraftan da, kırsaldan gelenler ile “genetik anlamda” karışma

korkusu türünden bir tepkinin de belirleyicisi olmuşlardır.

 

Kitlelerin toplumsal hiyerarşilerini inşa eden “türsel” oluşumlar, Foucault’nun belirttiği gibi, biyopolitik uzamın koordinatlarını belirlemiştir:

 

“Nüfus, ‘insan türü’ne bağlıdır ve o çağda yeni olan bu kavram, ‘insan ırkı’ndan ayırt edilmelidir.”

 

Yeni mekânsal formların ve şebekelerin ortaya çıkması, mekânın bir optik makine gibi “gözetleme” normlarına uygun biçimlenmesi ve bireylerin bu mekânsal düzenlemeler bağlamında belli kategorilere ayrılması gibi konularda, Demografi bilimi etkili olmuştur.

 

Nüfus sayımları, mekân şebekelerinin, rasyonel kent ütopyası için birer “ayıklama aygıtı” olarak şekillenmesine neden olmuştur.

 

Foucault’ya göre, bu, iktidarın beden üzerindeki denetimi sağlamak için geliştirdiği biyolojik kontrol ve gözetleme teknolojilerinin yalnızca bir parçasını oluşturmaktadır.

 

De Landa’nın, Foucault ile aynı paralelde, Avrupa kentlerinde kurumlar topluluğunun “hiç olmadıkları kadar” biyolojikleşmeleri olarak açımladığı bu fenomen, genetik determinizmin nasıl bir iktidar teknolojisi haline geldiğini ve biyopolitik uzamı nasıl biçimlendirdiğini göstermektedir: “1750 sonrasında, Avrupa’da nüfus artışı yoğunlaşırken, yeni kitleler hastaneler, fabrikalar, okullar ve başka kurumlardan oluşan inceleme, kaydetme ve bölümleme makineleri tarafından işlenmeye başladı.

 

Bu kurumlar ayıklama aygıtı vazifesi görüyordu; mevkilerin homojen olduğu hiyerarşik yapıları doldurmakta kullanılacak ‘normal’ yurttaşlar rezervuarından belli bireyleri ayırıyordu.

 

Eşzamanlı olarak, kentsel ve kırsal Avrupa’nın kopyalarının -yabani otlar gibi en ufak ayrıntılarına varana dek – yaratıldığı ılıman bölgelere bu artık kitleler, o zamana kadar hiç görülmemiş bir yoğunlukta ihraç ediliyordu.

 

Ekolojik olarak homojenleş-leştirilmiş bu bölgelerde, benzer kurumlar göç eden insan kitlelerini incelemeye, belgelemeye ve disipline etmeye başlıyordu...

 

Gözlemler ve kayıtların kullanılması, genetik denetimi kesinleştirmeyi, dolayısıyla (kimi zaman zarar verici olan) genetik homojenleşmeyi mümkün kılmakta tek başlarına yeterliydi.”

 

Öncelikle “besin ve gıda zincirleri” üzerinde deneylenebilir olan genetik denetim, hayvanlar kadar vahşi görülen kırsal yurttaşların da gen determinizmine tabii tutulmalarının yolunu açmıştır; kırsal olan, tıpkı hayvanlar gibi artık genetik bakımdan “disiplinliler” ve “disiplinsizler” kategorileriyle tanımlanacaktır.

 

Bu birikim, 20. yüzyıla varmadan, genetiğin soyarıtımcılığının

bilimsel inşası olarak düşünülmesine yol açacaktır.

 

Modern devlet, böylelikle “homojen yurttaş” talebini, “farklı etnik, kültürel, yerel cemaatlerin homojen bir ulus potası içinde zorla eritilmesi, asimilasyonu”yla açımlamaya başlamıştır.

 

Özellikle “güçlü olanın” veya “uyumlu olanın” sağ kalabilmesi söylemi, sosyal-Darwinizm hezeyanlarını belirleyecek ve Jacob ile pek çok biliminsanının belirttiği gibi, genpolitik uygulamaların erken sahnelerini oluşturacaktır:

 

“Kapitalist ve sömürgeci ideolojiler için Darwincilik, toplumların eşitsizlikleri ve ırkçılığın değişik biçimlerini doğrulamak için bilimsel gerekçe yerine geçmektedir...

 

XIX. yüzyılın ortalarından beri, etnik-evrimci tasarımlara

dayanan bir ahlak kurmak için birbirini izleyen çabalar görüldü-...

 

Eğer deyim yanlış kaçmazsa, bu ‘biyolojikleştirme’ ideolojik bağlamda bilimcilikten, bu bilimin yöntemlerinin ve kavramlarının günün birinde insan faaliyetlerini en ufak görünümlerine kadar açıklayabileceklerine olan inançtan kaynaklanmaktadır.”

 

Bu inancın arkaplanını 16. ve 17. yüzyılların merkantalist ideolojisi inşa etmiştir; küçük milletlere ait coğrafi uzamın büyük uluslar tarafından ilhakı, ticaret yollarında mallar, para, düşünceler, genler ve mikropların “hep beraber” akmasına yol açmıştır.

 

Foucault, bu yüzden, askeri/donanma hastanelerinin, iktidarın bedene nüfuz etmesi ve onu kontrol altında tutması için mükemmel bir ortam olduğunu söyler.

 

Askeri ve tıbbi teknikler, “bedenin” bir iktidar “nesnesi ve hedefi olarak” keşfedilmesini sağlamıştır;

 

Bedenle ilgili deneylerin bilgisi nasıl biyopolitik bir uzam olan hastanede gündeme geldiyse, bu “bilginin üreyebilmiş olması” da askeri ve eğitsel disiplinler sayesinde gerçekleşmiştir.

 

Başka bir deyişle, “fizyolojik, organik bilgi” ancak “beden üzerindeki iktidardan yola çıkarak” mümkün olmuştur.

 

Dolayısıyla, hastanelerin birer kayıt makinesi haline gelmesi, bedene nüfuz eden bilginin mekânsallaştırılmasıyla ilişkilidir;

 

“kayıt ve belgelemeye dayalı büyük laboratuvar”lar olmalarınormal/anormal ayrımlarını olanaklı hale getirecektir.

 

Askeri alanlar da, (okullarla birlikte) “insan bedenlerini bir kayıt ve gözlem ağı içinde bir araya getirmenin yanında hem talim hem de cezalandırma amaçlı” uygulamalarıyla, bedene ilişkin disiplinin evrildiği yer oldukları gibi, genetik araştırmalar için uygun bedensel malzemenin sağlandığı deney alanlarıdır.

 

İktidarın bu şekilde geribeslemeli bilgi ve disiplin talebi, 19. yüzyılın

ikinci yarısında Francis Galton’ın ve ardından Gregor Mendel’in bitki ve hayvan genetiği üzerindeki çalışmalarıyla farklı bir boyut kazanmıştır.

 

Bu çalışmalar bilimsel çerçevelerinin dışında, ekonomik kurumların “organik homojenleştirme” sürecini [Tarım Devrimi] biçimlediği gibi, bedenlerin üretim süreçlerine eklemlenebilme biçimlerini de gündeme getirmiştir.

 

De Landa, Galton’ın “soyarıtımı terimini geliştirdiğinde, iktidar kurumlarının insanın genetik malzemelerinin akışı üzerinde denetim sahibi kılma yönünde” nasıl “yaygın bir hareketin” oluştuğuna işaret etmektedir.

 

20. yüzyılın başlarında da, Mendel’in kalıtsallıkla ilgili hastalıklar üzerindeki çalışmalarının keşfi ve ardından da genlerin kalıtsal bilgilerin taşıyıcısı olarak kabulü, insanların da, bitkiler gibi yeniden üretilebileceği fikrini gündeme getirmiştir: “İnsanları seçici döllemeyle iyileştirme şüncesi yeni değildi (hiç değilse

Platon’a dek uzanıyordu), ama 20. yüzyılın başlarında hastanler, hapishaneler ve insanları rutin olarak bölümlere ayıran, inceleyen ve belgeleyen başka kurumların ortaya çıkmasıyla ve yayılmasıyla bir araya geldi.

 

Başka bir deyişle ‘genetik hijyen’ hayali eski olsa da, bu hayali uygulamaya yönelik araçlar ancak olgunluğa ulaşmış ve kurumlar topluluğuna yayılmıştı.

 

ABD’de (ve İngiltere’de, Almanya’da ) Soyarıtımı Kayıt Ofisi gibi özel örgütler kuruldu ve insanın gen havuzunu sürekli bir kayıt ve gözlem sistemine tabii tutma işini üstlendi.”

 

Biyopolitik uzam, böylece bir miktar eksen değiştirerek, genetik kontrolün belirleyici olduğu bir şema içinde de evrilmeye başlamıştır.

 

Kasabalar, kentler veya köyler arası ekonomi-politik mücadele kapsamında gelişen maddi uzamı artık “genetik istihkâmcılık” şekillendirecektir.

 

1920’li yıllarda yapılan pek çok yasal düzenleme, devlet öjenizminin göstergeleridir.

 

Ardından özellikle II. Dünya Savaşı sırasında, bu türden uygulamalar, Hitler’in “Büyük Almanya” projesini biçimleyen “biyoloji doktrin”inin bağlamını oluşturmuştur.

 

Agamben’in deyişiyle “mutlak bir biyosiyasal uzam” olan kamplar ile laboratuvarlar aynı alan içinde bir araya getirilmişlerdir;

 

“Toplama kampları bu mutlak tahakküm amacının deneye tabii tutulduğu laboratuvarlardır.”

 

Buradan, 18. yüzyıldan beri, bedeni bir tür “ağ sistemi” içinde hapseden biyopolitik mekanların birer “enformasyon makinesi” olarak, 20. ve 21. yüzyılın genpolitik uzamlarına ve teknolojilerine baz oluşturduğunu ifade etmek mümkündür.

 

Gözetleyen İktidarın Mekânsallığı ve/veya Mekânın “Enformasyon” Oluşu Üzerine

 

Mimarlık ve kent planlaması, iktidar için daima enformasyon biriktirmenin ve dağıtmanın etkin bir yolu olarak düşünülmüştür.

 

Biyopolitiğin doğuşuyla birlikte, bu enformasyon mekândan mekâna bedenden bedene gezinen sürekli hareket eden bir araç olmuştur.

 

İktidar mikrofiziği, uzam ve bedeni, hem siyasal aritmetiğin hem de bilimsel ve teknik bakışın kod düzenine indirgeyerek, enformasyon akışını kontrol edebilecek bir “ağ

mekanizması kurgulamıştır.

 

Bu mekanizmanın sicili, yukarıda vurgulandığı gibi, beden ve uzamın, tıbbi ve askeri “sınır” kavramının ürünü haline getirilmesiyle yakından ilişkilidir.

 

Askerin müstahkem mevkisini belirleyen uzamsal “hat” ile bedenin biyolojik “sınırı” [canlı veya ölü beden], yani belirtilerin “özel bir konum edindiği ve görünür bir biçimde yeniden tanımlandığı” sınır, uzamın “enformasyon kayıt aygıtı” olarak biçimlenmesine neden olmuştur.

 

Foucault’nun belirttiği gibi, hastalığın fiziksel uzamı ile [askeri] istihkâmın jeopolitik uzamı, iktidar için ekonomipolitik bağlamda eşanlamlıdır:

 

“Büyük jeopolitik stratejilerden konut, kurumsal mimari, sınıf ya da

hastane düzenlemesindeki küçük taktiklere kadar, ekonomik siyasi tesisleri de unutmadan, uzamların tarihinin tümüyle yazılması gerekecektir.

 

Bu aynı zamanda iktidarların da tarihi olacaktır.

 

Uzamlar sorununun, tarihi-siyasi bir sorun olarak ortaya çıkmasının uzun zaman aldığını görmek şaşırtıcıdır:  ya uzam doğaya –ilk veriye, ilk belirlenimlere, fiziksel coğrafyaya, yani bir tür tarihöncesi tabakaya – geri gönderilmiştir; ya da bir halkın, kültürün, bir dil ya da devletin ikamet yahut yayılma yeri olarak düşünülmüştür.

 

Kısacası, ya toprak olarak ya da alan olarak analiz ediliyordu; önem taşıyan şey, altlıya da sınırlardı

 

Uzamın tarihi önbelirlediğini, karşılığında tarihin de uzamı yeniden yarattığını ve uzamda tortullaştığını söylemekle yetinmeyerek bu analizin sürdürülmesi gerekir.

 

Uzamda sabitleşme, ayrıntılı olarak incelenmesi gereken ekonomik-siyasi bir biçimdir.”

 

Tıp ve askeriyede biriken teknolojiler kümesi ile bölümün başında altı çizildiği üzere, Jacob’un “genetik istihkâm” tabiri arasındaki çok katmanlı ilişki bu noktada belirginlik kazanmaktadır.

 

Foucault’nun birincil ve ikincil mekansallaştırma olarak nitelendirdiği “beden” mekanı ile “semptom” mekanına ilişkin enformasyon ağı, fiziksel uzamı inşa eden bilimsel/ yönetsel bakışın ürünüdür.

 

Bu bakışla inşa edilen mekân, “…[d]iğer mekânsallaştırma formlarına oranla çok daha çeşitli diyalektlerin bulunduğu bir yerdir:

 

Heterojen kurumlar, kronolojik farklar, politik

çekişmeler, istekler ve ütopyalar, ekonomik baskılar, sosyal çatışmalar.”

 

Tahakkümcü ve gözetleyici bakışın etrafında biçimlenmiş bir “uzam siyaseti” düşüncesi veya mimari aracılığıyla “siyasi örgütlenme”, hem askeri istihkâm alanında hem de hastane ortamında “görülmeyeni görünür” kılan “büyütücü” araçların sağladığı enformasyonla mümkün hale gelmiştir.

 

Bu,teorik ve deneysel fizikte edinilen bulguların da siyasi bir teknoloji olarak biçimlenmesidir; “iktidarın bilgiye, bilginin iktidara eklemlendiği” bakışın kurumlaşması ve “toplumsal uzama fiili olarak dâhil” edilmesidir.

 

Devlet aygıtı kendi otoritesini sağlamlaştırmak için bu türden “evrensel bir görünürlük projesine” işlev kazandırarak, tüm mekânsal kategorileri optik bir makine gibi tahayyül etmiştir.

 

Jeremy Bentham’ıher yere bakan iktidar uygulaması için tasarladığı “Panoptikon” (1831), Foucault’nun gösterdiği gibi, modern iktidarı kurumsallaştıran mimari mekânların mecazı olarak bu tahayyülü nesnelleştirecektir.

 

Panoptikon, 18. yüzyılın ardından pekçok mekânsal düzenlemede, disiplin amaçlı, “gözetleme sorunlarını çözmeye uygun bir iktidar teknolojisi”, “bir düzenekler şebekesi” olarak kullanılmıştır.

 

Bentham’ın mimari şemasını askeri bir okuldan alarak “ideal hapishane” olarak tasarladığı panoptikon’un çalışma ilkesini Foucault şöyle özetlemektedir: “[ç]evrede halka halinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır; çevre bina hücrelere bölünmüştür, bunlardan her biri binanın tüm kalınlığını kat etmektedir...

 

Bu durumda merkezi kuleye tek bir gözetmen ve her bir hücreye

tek bir deli, bir hasta, bir mahkûm, bir işçi veya bir okul çocuğu kapatmak yeterlidir...

 

Görülmeden gözetim altında tutmaya olanak veren düzenleme, sürekli görmeye ve hemen tanımaya olanak veren mekânsal birimler oluşturmaktadır.”

 

“Bentham’a göre, bu küçük ve harikulade mimari kurnazlığı bir dizi kurum kullanabilir. Panoptikon, aslında bir toplum ve bir iktidar türünün ütopyasıdır.”

 

Panoptikon “yeni ‘siyasal anatomi’nin genel ilkesidir.”

 

Hukuki, ekonomi- politik, bilimsel ve teknik süreçleri birbirine bağlayarak, “iktidarı otomatikleştirmekte ve bireysellikten çıkartmaktadır.”

 

Panoptikonun öngördüğü mekânsal dağılım, yönetmeliklere, yasalara, işleve, üretim aygıtına, hiyerarşiye ve yarar anlayışına göre sağlanmaktadır; böylece, yeni bilgi biçimlerinin işlenip uygulanması mümkün olmaktadır; sabitleşme’yi sağladığı gibi dolaşıma da olanak vermekte, yerleri belirlemekte ve değerleri işaret etmektedir; aynı zamanda, “zaman ve hareket ekonomisini de garantilemektedir.”

 

Bu kesintisiz denetim ve gözetim sayesinde, ihtiyaca uygun veri

akışı da garantilenmiş olmaktadır.

 

Bu yolla ortaya çıkan “iktidar mekaniği” “itaatkâr bedenler” imal ederek, organizmasına özgü doğal-organik işleyiş koşullarını da tespit edebilmektedir.

 

Ordu düzeninin özellikle devlet aygıtına model olmasının sebebi, askerin, sadece disiplin-cezalandırma yöntemlerini geliştirmiş olması değil, panoptikon makinesinin kendisi olmasıdır.

 

Ordu, enformasyonu sağlamak ve üretmek için gözetimin sürekli olduğu bir “ağ” mekanizmasını bilimsel yollarla örgütlemiştir; uzmanlaşmış bir “mimar ve mühendislik birliği” [istihkâm] kadrosu sayesinde, kendi taktik uzamını [savaş alanı] olduğu kadar, temsil ettiği ulusun da “yaşam alanını” da gözetim altına alabilecek yönetsel/bilimsel teknikleri geliştirmiştir.

 

Bunun sebebi, askeri düzenin, uzam ve bedeni, bir fizik, matematik

problemi gibi ele alınmasını sağlayan bir işaretler düzeneği olmasıdır.

 

Evreni dev bir makine olarak düşünen Descartes’in Dioptrics’te ifade ettiği gibi, bu düzen insan aklıyla aydınlatılmış bir “bakışın ürünüdür; beden ve mekân, bu makinenin parçalarıdır;

 

“Kartezyen özne” bir makine-beden imgesidir. “Kartezyen mekân” ise kesişen yatay ve dikey hatlarıyla “ağ” mantığını bir kod düzeni içinde açımlayan bir makine-mekân; yani uzamın geleceğini belirleyen düzenekler şebekesi.

 

“Gelecek”, kavrayan, gözetleyen ve araştıran bakışın haritalarla, modellerle temsil edebileceği epistemolojik bir düzenek ile kayıt altına alınmıştır.

 

Makine-mekân’lar, Foucault’a göre, “manipüle edilen, biçimlendirilen, terbiye edilen, itaat eden, ... becerikli hale gelen veya güçleri artan” [makine]-bedene “yöneltilen büyük dikkatin işaretleri”ni taşımaktadır.

 

İstihkâm alanı, bu nedenle iktidar mikrofiziğinin en net biçimde hissedildiği biyopolitik bir uzamdır; iktidarın tüm mekanizmalarını kendi içinde mikrolaştıran, gözetimini daima evrensel bir ölçeğe taşıyan bir aygıtlar şebekesidir.

 

Ulusların coğrafi ve biyolojik bedeni, istihkâm birliğinin güvenlik

sınırlarını, ulaşım ve iletişim ağlarını “matematiksel akıl” ile “stratejik olarak” inşa etme biçimleri ve tekniklerini oluşturmaktadır.

 

Foucault, Mattelart ve Virilio’nun, farklı bağlamlarda, Fransız istihkâmcısı Vauban’ ın “Tahkimat” dersi notlarından (1888) özetledikleri gibi, bu düzenlemeler, “müstahkem mevkiin” sınırları askeri işlevlerinin dışında sınıfsal bir işlev” üstlenerek, uzamsal sınırlar için geliştirilen iletişimsel tekniklere dayanmaktadır.

 

İstihkâmcılık tasarılarına bir yandan da güçlendirilen kentin ya da çevre bölgenin halkını ve halkının yaşam koşulları, etkinliklerini ve kaynaklarını betimleyen istatiksel bir monografi eşlik eder.

 

Öte yandan, her mevkiinin inşası bir grafik plana ya da “kabartmalı plana” olanak verir...

 

1/600 ölçeğindeki bu kabartmalı planlar kentleri ve kalelerini bütünüyle yansıtmakla kalmaz, iletişim yollarına ve köprülere özen göstererek çevrelerini de hatırı sayılı büyüklükte yansıtır: kimi zaman şehrin yüzölçümünün yirmide biri olarak.

 

Savunmacılar için gerçek bir bilgi bireşimi olan kabartmalı plan, kimi kez model, kimi kez portre gibi kullanılır, surların kurulması ve planın hazırlanması bir arada yürür.”

 

İstihkâm planı”, gerçek dünyanın fiziksel uzamından üretilen internet ortamındaki ağ-kentin, bir diğer deyişle, sanal ile gerçeğin hemhal olduğu “rekombinant mekân”ın ilk örneğidir.

 

Foucault, iktidarın askeri uzamı ile İstihkâmcının eylem alanı, “kendi toprağında iletişim yollarını denetleyebilecek ve düşman topraklarına ulaşımı kolaylaştırılacak” şekilde kurulmuştur.

 

Bdeninin inşasını nasıl “makine” anolojisiyle aktarıyorsa, Mitchel da, “rekombinant mimarlık”ı tarif ederken, “elektronik agora”da doğan yeniçağın “yarı makine-yarı insan” melezler için üretilecek melez mekânlar ifadesini kullanmaktadır.

 

Dolayısıyla, gen-politiğin iklimi olan küresel ağ uzamı -elektronik evren-,Descartes, Hobbes, Spinoza, Leibniz vb. Aydınlanma çağı filozoflarının, ruh-madde ikiliğinin hemhal olduğu “tekil dünya” tasarılarının bir parçası olarak şekillendiğini iddia etmek olanaklıdır.

 

Askeri, siyasal ve ekonomik tasarılar çerçevesinde biçimlenen teknolojik evrim, artık “evrimin evrilebilirliği”ne, yani beden ve mekânın sürekli yenidenüretilebileceğine

işaret etmektedir.

 

Milyarlarca yıllık evrim sonucunda ortaya çıkmış olan bu “dünya” ve “insan” mümkün olma özelliğini nasıl ve neden kaybetmiştir?

 

Mümkünlerin Oyunu: Genetik, Biyoteknoloji ve Rekombinant

 

Ondan sonra Simiadae, Yeni Dünya Maymunları ile Eski Dünya Maymunları diye iki büyük gövdeye ayrıldı.

 

Çok daha sonraki bir dönemde ikinci gövdeden, evrim harikası ve yeryüzünün şan-ı şerefi olan insanoğlu türedi.

 

Charles Darwin, 1895, Türlerin Evrimi.

 

2001 yılında tamamlanan Genom Projesi’nin ardından insan organizmasına ait iki evrensel hakikatin, “biyolojik evrim” [Hayat] ile “yeniden üretilen-evrim”in [Yapay Hayat] bir arada işlenmesinin [rekombinantrDNA] olanaklı olduğu söylenmektedir.

 

Yeni-Darwinciliğin temelini oluşturan bu “mümkün dünyalar” söylemi, hayatı yöneten hücrelerin, atomların enformasyonuna, yani insanın evrimsel süreçlerine ait çok katmanlı zaman-mekân kesitlerine nüfuz edebilecek bir “mümkünler” kümesinin,

dolayısıyla da genpolitiğin çerçevesini oluşturmaktadır.

 

Biyobilimler ile biyo/nanoteknolojileri birbirine uyumlu kılan ağ teknolojileri, genpolitiğin üretim biçimi ve tekniklerini, mekânsal-zamansal olarak sürekli inşa edilebilir kılmıştır.

 

Mimarlık, bu inşa sürecinin dinamik bir bileşenidir; praksislerini, teknobilimler ile bunların yönlendirdiği küresel kapitalist ağ ekonomisi belirlemektedir.

 

Farklı bir deyişle, “[T]ek bir teknolojik ve ticari devrim içinde bilgi ile yaşam bilimlerinin -bilgisayar ve gen- birlikte gelmesi”, mekân zaman- beden ile ilgili teknolojilerin tarihinde yeni bir ekonomi-politik sürece, gen-iktidarının kuruluşuna işaret etmektedir.

 

Bilişim/iletişim teknolojilerinin belirlediği biyo/nanoteknoloji, robotik ve genetik mühendisliği gibi yeni teknobilimlerin tekilleştikleri, “rekombinant” bilgi evreni, genpolitiğin çerçevesini belirlemektedir.

 

Kendilerine “özgü kurallarıyla, Mümkünler Oyunu’nu oynamanın” tikel tarzlarını oluşturan bu teknobilimler, ürettikleri sayısal/sanal gerçekliğin içinde hemhal olmaktadırlar.

 

Mimarlık da dâhil olmak üzere; çok farklı alanlardan gelen enformasyonla eşgüdümlü çalışan çeşitli programlar [yazılım, genetik algoritma] ve teknikler [simülasyonlar, yapay zekâ v.b.] genpolitiğin elektronikbiyosfer‘ini inşa etmektedirler.

 

Bu biyosfer ise, gen-iktidarın kendisini “hacimsizleştirdiği”, sürekli değişebilme kapasitesini örgünleştirdiği bir sanal “panoptik” mekanizmadır; beden-zaman-mekân matrisine dair “evrimsel sürecin”, tarihin, kültürün, hafızanın, fiziksel oluşumların sayısal olasılıklarla yeniden-üretilebildiği ve düzenlenebildiği [evrimin evrilebilirliği], yenidenbirleştirmenin [rekombinant-DNA-gen], yeniden-inşanın [gen terapileri], gözetlemenin [DNA sequencing] ve tıpkı-üretimin [klonlama] programlanabilir olduğu bir “uzam” vizyonudur.

 

Genetik mühendisliğinin bu “organizma yapma” ideali paralelinde, yeni rekombinant organizmalarla etkileşecek biyo/nanomekânlar ve malzemeler üretmenin arka planını da, bu türden programlarla çalışan bilgisayar teknolojileri olanaklı hale getirmiştir.

 

“Genetik ve enformatik bomba”nın “tek ve aynı ‘silah sistemin”de bütünleşmesini sağlayan “bilgisayar” der Virilio, “atom silahının geliştirilmesinde yararlı olduğu gibi, genetik kodun çözülmesinde ve dolayısıyla insan genomunun fiziksel haritasını çıkarmaya çalışan araştırmalarda da son derece gereklidir.”

 

Bu paralelde, Dawkins de “Yapay Yaşam” adlı çalışmasında, “Evrimin Evrilebilirliği”ni olanaklı hale getiren bu siber-ekran-uzamın, bir diğer deyişle, yeni “Darwinizm makineleri” nin imkânlarına işaret etmektedir:

 

Evrilebilirliğin Evrimi gibi bir başlığın benim gibi safkan, radikal bir yeni- Darwinci için lanetli bir ifade olması beklenirdi.

 

Böyle olmamasının bir nedeni, bilgisayarda yapay yaşam modelleri yaratma ve kullanmanın beni farklı şünmeye yöneltmiş olmasıdır.

 

Bu modeller, tekil bir dünya ütopyasını inşa etmek için tasarlanan ağ mimarisi ile yeni-evrimcilik [yeni-Darwincilik] arasındaki ilişkiyi netleştirmektedir; doğal yaşamın özü olarak “ağ” [hücre, gen, kromozom] ile bilgi “ağı” arasındaki bağın sayısal [rakam, ölçü, ölçek, kategori] gerçekler ve hem somut, hem de soyut epistemik modeller [simülasyon] ve programlar [“evrimsel bilgi işleme”-genetik program] ütopyanın üretilebilme olasılıklarını ortaya koymaktadır.

 

Genetik mühendisliği”, “bu işlemi yaşayan madde olarak saydığı organizmanın yapısını çözüp ve programlayıp organizmayı düzenlenebilen enformatik bir yapı olarak” tekrar inşa etmek suretiyle gerçekleştirmektedir.

 

“Program”, elektronik bilgisayarlardan ödünç alınmış bir model olarak, salt rekombinant mekân üretimine temel oluşturmamakta, aynı zamanda bu oluşsal sürecin “teleolojik” boyutunu ve imalarını da meşrulaştırmaktadır.

 

Moleküler biyolog Bonner’a göre, “Gen etkinliğinin sırasını belirleyen” bu “program”ın “genetik enformasyonun bir parçası” olarak gelişmiş olması, onu [evrimsel] “gelişimin, genlerin sistemli ve düzenli” hareketlerine bağımlı hale getirmektedir.

 

Bu da, belirli genlerin ‘açılıp kapanması’nı (on/off) olanaklı kılan bir “genetik şalter şebekeleri”ni olanaklı kılmaktadır.

 

Bunun anlamıScience dergisinde gündeme gelen “apokaliptik” bir soruda olduğu gibi, “Şalterde kimin parmağı var?” diyeceğimiz bir sürece girdiğimiz midir?

 

Ekibin kuramcısı More, Extropia manifestosunda, “insancıl koşullardan insancılaşırı koşullara” geçmenin elzem olduğunu ifade ederken, “Burjuva Aydınlanması”ndaki “insancıllık” kavramından yola çıkmakta ve “Extropia’cılık ile ‘insancıllar’ arasındaki ortak-kümenin “akıl, ilerleme, insanlığın hayrına olan” değerler olduğunu belirtmektedir.

 

Biyoteknoloji ve nanoteknoloji, bu değerler için gerekli hammaddeyi oluşturmaktadır.

 

“Doğal köklerimizin bize bindirdiği hudutları üzerimizden atarken” der More, “evrimin imkânlarını ve akli, tecrübî zekâmızı kullanacağız ve insan olmamızın getirdiği sınırlamaları böylece aşacağız.”

 

“Yeni-Darwinci” söylem, bu şekilde, hem teknobilim dünyasını yeniden biçimlendirip, hem de küresel ağların içine yerleşirken, “insan” hayatını, onun zaman-mekân deneyimlerini, evrensel panoptisizmin bir nesnesi haline getirmektedir.

 

Bunun ötesinde, insanın karşısına koyacağı “insancılaşırı” varlıklarla panoptik vizyonu insan-makine bağlamından, insanüstinsan boyutuna taşımaktadır.

 

Bilgisayarlar aracılığıyla yeniden-üretilenevrim simülasyonları, “doğal ayıklama” sonucu oluşmuş evrime ikame eden “yapay ayıklama” sistemlerine olanak tanımaktadır.

 

Extropia’nın üyesi Robotik uzmanı Moravec, bu sistemle, “insanlardan daha güçlü” rekombinant robotların inşasının olanaklı olduğunu söylemektedir.

 

Extropians, “bir grup felsefeci, molekül bilimci, bilgisayar uzmanı, robot teknisyeni, nano-teknoloji uzmanı, medya uzmanı ve matematikçi” tarafından kurulmuştur.

 

Extropia İlkeleri - Birİnsancılaşırılık Bildirgesi] ekstropi, entropinin tersi olarak ortaya konulmuştur.

 

“Termo-dinamiğin ikinci yasasına göre entropi, kapalı bir sistemde, herhangi bir başka enerji biçiminde dönüştürülemeyen ısı miktarının geri döndürülmesi imkânsız bir biçimde artmasına ve bu da entropinin yani düzensizliğin artmasına neden olmaktadır.

 

Extropia’cılar, bilimlerin ve bilginin katlanarak büyümesinin genel olarak enerji, karmaşıklık ve düzen artışına yol açacağını “ bu nedenle de düzensizliğin aşırı artması yasasının yerine “artan verim yasası”nın (Moore Yasası) konulması gerektiğine işaret etmektedirler.

 

“Uzaktan hissedip hareket edebilen elektronik olarak çoğaltılmış, yeniden biçimlendirilebilen, sanal bedenlerle,” postinsanlar, şimdi geriye “atalarımızın protoplazmayla geçirdikleri bu uzun süren silikon-öncesi asırların kültürüne” özlem duyarakdahele ettiği bir zemindir.

 

Bu bölümde, “genetik istihkâm” kavramının, 18. yüzyıldan itibaren biyopolitiğin bir nesnesi haline gelen uzamla nasıl ilişkilendirildiğ analiz edilecektir.

 

 

Biyopolitik Uzamın “Canlı Tablo”larından,  Evrimin Tablolarına

 

Foucault, “biyopolitika” kavramını, 18. yüzyıldan başlayarak, liberal hükümetin rasyonalist-evrenselci proje çerçevesinde öngördüğü uygulamalarda karşısına çıkan toplumsal bedene [nüfus] özgü sağlık, sağlık koruma, doğum, uzun yaşam, ırklar gibi sorunların akılsallaştırılması olarak tanımlamaktadır.

 

 Toplumun “modern bilgi” aracılığıyla yeniden-inşası anlamına gelen biyopolitika, hikmet-i hükümet’in ekonomi-politik praksisleri bağlamında önem kazanmıştır.

 

Euchner’in deyişiyle, biyopolitika “Anglosakson bilim camiası”nı                “biyolojistik” fetih programı ve bu programın teknikteknolojik bileşenleri çerçevesinde evrilmiştir.

 

Devlet aygıtı kendisini “dile getiren ve haklı çıkaran kuramlar” aracılığıyla yeni bilme biçimleri inşa ederek güçlenmiştir.

 

Dolayısıyla, liberalizm, karşımıza “bilgi” ile “iktidar”ın eşbiçimli hale geldiği bir yönetsel-bilimsel aygıt olarak çıkmaktadır.

 

Hardt ve Negri de, Foucault’nun çalışmalarından yola çıkarak,

biyopolitik teknolojiler bütününü, kapitalizmin disipline edici yaklaşımına bağlamakta ve bunların üretimin alt yapısını inşa ettiğini ortaya koymaktadır.

 

 Kapitalist sanayileşmenin temel hedefi, kentsel uzamın iktidar ağına uygun olarak inşa edilmesi, yeniden-üretilebilmesi ve bütünüyle yönetilebilir gelmesidir; yönetsel/bilimsel teknikler, normlar ve programlar gibi eylemin belirli mekânlar içinde işlevsel ve hiyerarşik olarak dağıtılmasını sağlayan epistemik modellerdir.

 

Foucault’nun “canlının hükümeti” olarak nitelendirdiği biyo-iktidarı meydana getiren bu modeller, insanı, verimli, uysal ve üretken bedenlere dönüştürmek için atölyeler, fabrikalar, hastaneler, okullar, manastırlar ve kışlalar gibi disiplin-denetim makineleri (yeniden) inşa edeceklerdir.

 

Mimari aracılığıyla bir iktisadi-siyasi örgütlenme biçiminin göstergeleri haline gelecek olan bu yapılar gibi, bunlardan oluşacak olan kentsel mekân da iktidar ağının garantisidir; biyopolitik uzamıdır.

 

Buradan, biyopolitik uzamı, iktidar ağının nüfustan iskân düzenlemelerine, mimari praksislerden kent planlamacılığına, sağlıktan eğitim hizmetlerine kadar hem sorunun kendisi, hem de çözüm önerisi olan sosyal/ sayısal teknolojilerin maddeleştiği zemin olarak tarif etmek mümkündür.

 

Bu teknolojiler kümesi, biyopolitik uzamın koşullarını icat eden refah devletinin tasavvurudur.

 

Merkantalist devlet, toplumsal bedeni (nüfusu) yönetmek için yaşamı belli normlara [beslenme, hijyen, sağlık, konut ve kent düzenlemeleri konularında] bağlamıştır.

 

Kentlerde polisMedizineische Polizei, Hygenie Publique, social medicine gibi kurumların inşası ve çeşitli sayısaldeğişkenlerin [kronoloji, sınıflandırma, ölçü v.b.] mutlak kontrolü bu normların “biyopolitik çerçevesi”ni belirlemektedir.

 

Nüfus’u, bir arada yaşayan” ve biyolojik olduğu gibi patolojik özellikler de taşıyan, “dolayısıyla özgül bilmeler ve teknikler alanı içine giren bir canlılar topluluğu” olarak ele alan devlet aygıtı, uzamı iki şekilde ele almaktadır:

 

Birincisi kentlerin “refah” sorunu için yeniden planlanmasıdır.

 

İkincisi ise, kentlerde rasyonel düzenin inşa edilmesidir.

 

Foucault’ya göre, polis [kent] içindeki en temel disiplin işlemlerinden biri karmaşık, yararsız veya tehditkâr nüfusun “düzenli çokluklar haline dönüştüren” “canlı tablolara” dönüştürülmesi işlemidir:

 

“‘Tablolar’ oluşturmak, XVIII. yüzyıl bilimsel, siyasal ve ekonomik teknolojisinin en büyük sorunlarından biri olmuştur:

 

 bitki ve hayvan bahçeleri düzenlemek ve aynı zamanda canlı varlıkların rasyonel sınıflandırmalarını yapmak: malların ve paranın dolaşımını gözlemek, denetlemek, düzene bağlamak, bir ekonomik tablo inşa etmek; insanları teftiş etmek, varlılarını veya yokluklarını fark etmek...

 

iki kurucu unsurun - dağıtım ve çözümleme, denetim ve anlaşılabilirlik- birbiriyle dayanışma içinde olduğu bir sürü ikiz işlem.

 

Çoğulu örgütlemek, onu kat etmek ve ona egemen olmak için kendine bir araç sağlamak söz konusudur; ona bir ‘düzen’ dayatmak söz konusudur. …

 

Taktik, insanların mekânsal düzenlenmesi ve bunun takibi; sınıflandırma bilimi, doğal varlıkların disiplinsel mekanı; ekonomik tablo, zenginliklerin düzenli hareketi.”

 

19. yüzyılda Charles Darwin’in, türlerin çeşitli özelliklerini gösteren evrim tabloları, canlıları da “tablolar halinde” yeniden-yerleştiren bu polis düzeninde doğmuştur.

 

Zaten Darwin’in “Türlerin Evrimi” (1844-1859) çalışması da, canlı/cansız organizmaların kökenine dair yıllar süren sınıflandırma ve deneyleme pratiklerinin sonucu olarak bir nevi “düzen” yasasıdır.

 

Doğanın sınıflandırılması işi, polis’in disipline edilmesiyle ilgili taktiğbelirlemiştir;

 

“aynı anda hem bireyin birey olarak niteliğinin belirlenmesine,

hem de büyük çoğulluğun düzene sokulmasına” imkân tanımaktadır;

 

“[B]u taktik aynı unsurlardan meydana gelen bir bütünün denetimi ve kullanımının birinci koşuludur: ‘hücresel’ denilebilecek bir iktidarın  mikrofiziği için taban.”

 

Canlı varlıkları, bir nüfus düzeyinde ele alan Evrim Kuram’ı, uzamın “biyolojikleştirilme”si olarak adlandırılan sürece özgü bu fenomenle önem kazanmaktadır.

 

Kuram, bu yüzden, salt deneyci-bilim geleneğinin değil, ekonomik ve siyasal ilerleme nosyonunun da odağı haline gelecek, dolayısıyla da kapitalist-sanayileşmeyi olanaklı kılan “iktidar mikrofiziği’nin metaforu olacaktır.

 

Pek çok biliminsanı, modern bilimin ve bilme biçimlerinin şekillenmesinde evrimciliğin büyük rol oynadığını, biyopolitika kavramının ima ettiği hususları [Sosyal-Darwinizm gibi] perçinlediğini ve süreklilik kazanmasını sağladığını vurgulamaktadır.

 

Kuram, Foucault’nun “siyasi akılsallık” çerçevesinde sorguladığı liberalizm’in bilimsel çerçevesini oluşturacaktır.

 

Bowler, kuramın modernliğin kendini anlamlandırdığı bu “düzenleme” ideolojisi için baz oluşturduğunu belirtmektedir:

 

“Darwin’in kuramı, modern dünyadaki küçük çaplı değişiklikler üzerine yapılan çalışmalardan doğmuştu.

 

Çok gerilerde kalan evrimsel bağları yeniden inşa etmeye değil, hala yaşayan her canlıyı etkileyen fiili süreçleri açıklamaya yoğunlaşmıştı.

 

 Sonunda Darwinizmin başarısı... evrimciliğin.. bilimi Batı uygarlığının yeni otorite kaynağı yapmaya kararlı olanlarca istismar edilmesine dayanmaktadır.”

 

Jacob da, Evrim Kuramı’nın siyasetin ahlak arayışı çerçevesinde düşünüldüğünü vurgulamaktadır.

 

Evrim fikri, doğanın “ahlak üzerine kaplanmış” gibi görülen konumlanışını tersine çevirmiş ve doğanın bilgisi üzerinden bir ahlak üretmenin yolu haline gelmiştir.

 

“Darwincilik, böylece doğuşundan itibaren kendini ideolojiye karışmış olarak” bulacaktır.

 

Bütün bu eleştirilere hedef olan çalışmasında, Darwin, biyoloji biliminin temeli olan “evrim”i iki temel olguya bağlamaktadır:

 

Birincisi, her yeni kuşağın bir öncekinden farklı olmasıyla ilgilidir.

İkincisi ise, çevre koşullarına en iyi şekilde uyumlanabilecek olan canlıların yaşama olasılığını belirleyen doğal ayıklamadır.

 

Dolayısıyla, mutasyonlar [değişim olasılıkları], yani doğa tarafından gerçekleştirilen seçilim ile fiziksel çevre arasında hem eşgüdüm hem de süreklilik söz konusudur.

 

Darwin’in, bu göstergelere dayanarak, “fizyolojileri” ya da “davranışları” sayesinde, üremek için hazırdaki mevcut kaynakları en iyi biçimde kullanabilen bireylerin evrimsel düzende avantajlı olduğu’nu belirten ifadesi, öznenin biyolojik evrimi ile toplumsal/ kültürel evrimini birbirine bağlayan bir zihniyete yol açacaktır.

 

Marx ve Engels de, bu paralelde, tarihsel materyalizmi doğa uzamındaki somut örneklerle açıkladığı için evrim kuramını önemseyeceklerdir; evrimsel diyalektik toplumun alt ve üst yapılarını biçimleyebilmektedir; sanayileşen toplum manzaraları, uzamın maddi açılımları birer “evrilme” sembolüdür.

 

Darwin’e göre ise, inşa edilebilir bir gelecek, siyaset felsefecisi

Malthus’a borçlu olduğu “doğal ayıklama” fikrinden geçmektedir.

 

Malthus’un Hobbesçu fikirlerle detaylandırdığı “nüfus kuramı”nda (1798) ileri sürdüğü “varolma mücadelesi” kavramı, Evrim Kuramı’nın sembolik kapsamını oluşturmuş, Darwin buradan toplumsal ayıklama, dolayısıyla da “değişim” fikrinin omurgasını belirlemiştir.

 

Foucault ise, Malthusçu kuramın beden biyolojisine ilişkin bilgilerle biçimlendiğine dikkat çekmektedir: “Demografi, kent yapıları ve endüstriyel emek sorunlarının gelişimi, varolma, yerleşim ve beslenme koşulları, patolojik olgularla birlikte biyolojik tıp açısından insan nüfusu sorusunu ortaya çıkarmıştır.”

 

Bu sorun, 18. yüzyılın sonuna kadar, normal/patolojik, akıllı/

akıldışı gibi ayrımlar yapmaya yönelik mekânsal düzenlemelerle [cüzzam evi, hastane, akıl hastanesi, kışla, manastır vb.] aşılmaya çabalanmıştır.

 

Bu “büyük kapatılma” yerleri, “toplumsal dışlama”nın kurumları haline gelmiştir;bir diğer deyişle, enformasyon anlamındaki bilgiyle, sağaltıiçin gerekenbilimsel bilgi ve tekniklerin iç içe kodlandığı biyopolitik uzamlardır;

 

iktidar rejiminin talep ettiği toplumsal hayat ve onun iyileştirilmesiyle ilgili koşulların “hesaplanabilir terimlerle yönetilmesi” için kurumsallaşmış mekânlar şebekesini temsil etmektedirler.

 

“Devlet bilimi” olarak “istatistik” veya “politik aritmetik” bu mekanlar aracılığıyla keşfedilmiştir; böylelikle, hem toplumsal beden yönetilebilir kılınmış, hem de biyopolitik uzamın ekonomisi icat edilmiştir.

 

İngiltere’de, kapitalizminin yükseldiği dönemde, “politik aritmetik” ile “biyoloji” ilişkisinin bilimsel söylemi, Herbert Spencer’ıSocial Statistics (“Toplumsal İstatistik”, 1851) adlı çalışmasıyla inşa edilecektir.

 

Darwin’in “doğal ayıklama” kuramını destekleyen bu çalışma, kentsel mekânda hüküm süren “laissez faire anlayışını” biyolojik zorunluluklarla güçlendirmeye yönelik bir girişimdir; bedensel enformasyonla inşa edilen uzamın “matematiksel temellerini” ortaya koyduğu gibi seküler düşüncenin de temellerini atarak, evrimi, doğanın okunabilirliğini sağlayan yeni bir “düzen” yasası olarak tanımlamaya çalışmıştır.

 

Tüm bunlar, “evrimciliğe” inanarak evrilmeye başlayan pseudo-liberalist kent gelişiminin göstergeleri olarak şekillenirken, orta sınıfın toplumsal değerlerinden beslenmiş olan doğal ayıklanma mecazları,tüm Viktorya’da “hayatın bütünlüklü” bir açıklaması haline gelecektir.

 

1858 tarihli bağımsız çalışmasıyla, Darwin’in dikkatini çeken doğabilimcisi A. Russel Wallace de aynı kaynağa göndermede bulunmuştur.

 

Bu tespitler bize, biyopolitik uzamı, evrimi hem gerçek, hem de sembolik anlamlarıyla kendine temel alan modern devletin düzenli, ilerlemeci, akılcı ve sağlıklı-verimli toplum yaratma idealinin ve bir normalleştirme, bir homeostazi arayışının yansıması olarak düşünebilme olasılığını vermektedir.

 

Biyoiktidarın müdahele zemini, bedenin disiplinini ve kontrolünü

[anatomo-politik] sağlayan tıbbi, askeri ve sanayi mekânlar şebekesi sayesinde, nüfusun biyopolitiğine kayarken, toplumsal beden, bu yöndeki iktidar teknolojilerinin stratejik bir nesnesi olmuştur.

 

Böylelikle, Foucault’nun gösterdiği gibi, “bedenin anatomo-politiği” ile “nüfusun biyopolitiği” temelinde, dolayısıyla da iktidar uzamlarının yeniden-üretilmesi noktasında iki kutuplu bir stratejiye ulaşan biyoiktidar; biyopolitiğin temel meselelerini [üreme, doğum-ölüm, toplumsal cinsiyet ve sağlık -hijyen-, ölüm yaşı ortalaması, göçler, yerleşim yerleri ve biçimleri v.b.] ele alırken, hem kişiye, hem de nüfusa özgü enformasyonu olanaklı kılan evrimsel bilgi biçimlerine daima gereksinmiştir.

 

Bunun nedeni, Foucault’nun deyişiyle, iktidar teknik ve teknolojilerinin dönüşümüne, yani iktidarıepisteme (paradigma) değişimlerine bağlıdır.

 

Özellikle biyopolitika, toplumsal bedeni biyolojik süreçlerin içine yerleştirerek,

biyo-sosyolojik hayatın yeniden-üretimini sağlamıştır.

 

Bir diğer deyişle, bir yanda uzamın gözetleme ve disipline uygun olarak yeniden yapılanması sayesinde biçimlenen kurumlar ağının “organo disiplini”; öte yanda da, yerleşim [konut, site] şebekeleri bağlamında ulus-devletin “biyodüzenlemesi” nin birbirine eklemlenmesi, bizzat kent örgütlenmesinin temelini oluşturmuştur.

 

Kent, böylelikle biyolojik ve organik süreçlerin, disiplin ve düzenlemenin içiçe evrilebildiği bir mekanizmayı temsil edecektir.

 

Ancak, biyoiktidarın kent imgesi, mimarlık veya kentsel planlamadan önce, bir çeşit “bilme-iktidarı” olarak tıbbi söylemin öznesi/nesnesi olacak ve Foucault’nun ortaya koyduğu gibi, tıbbi bakışın [gaze] belirlediği “uzam” normu önem kazanacaktır.

 

 Mimarlardan önce, doktorların, askerlerle birlikte, “uzam uzmanı” haline gelmeleri, bir diğer deyişle “kollektif uzamın ilk yöneticileri” olmaları bu fenomenin göstergesidir.

 

 

Darwinizmden Genetik İstihkâmcılığa Biyopolitik Uzamıİnşası

 

De Landa, “evrimin binyılını” irdelediği çalışmasında, Sanayi Devrimi’nin ardından kentler ile kırsal arasındaki ekosistemin yoğun göç akışına bağlı olarak bozulmasının bir dizi biyopolitik düzenlemeyi biçimlediğini ve bir anlamda, genpolitiğin iklimini hazırladığını belirtmektedir.

 

Siyasal evrim ile biyolojik evrimin eşgüdümü için geliştirilen bilimsel-yönetsel stratejiler, “18. yüzyıla dek kentsel ve kırsal hayata hâkim olan biyolojik rejim”in çerçevesini oluşturmuşlardır.

 

Göç sonrasında ortaya çıkan “kıtlıklar ve salgınlar”, “önem bakımından dönemin kültürel olgularıyla yarışan iki biyolojik olgudur.

 

” Roberts de incelemesinde, göçlerin “genetikle ilgisi en çok olan mesele” olarak, “yerleşik gen havuzlarına yeni genlerin dâhil olmalarını” sağladıklarını ifade etmektedir.

 

Öte taraftan da, kırsaldan gelenler ile “genetik anlamda” karışma

korkusu türünden bir tepkinin de belirleyicisi olmuşlardır.

 

Kitlelerin toplumsal hiyerarşilerini inşa eden “türsel” oluşumlar, Foucault’nun belirttiği gibi, biyopolitik uzamın koordinatlarını belirlemiştir:

 

“Nüfus, ‘insan türü’ne bağlıdır ve o çağda yeni olan bu kavram, ‘insan ırkı’ndan ayırt edilmelidir.”

 

Yeni mekânsal formların ve şebekelerin ortaya çıkması, mekânın bir optik makine gibi “gözetleme” normlarına uygun biçimlenmesi ve bireylerin bu mekânsal düzenlemeler bağlamında belli kategorilere ayrılması gibi konularda, Demografi bilimi etkili olmuştur.

 

Nüfus sayımları, mekân şebekelerinin, rasyonel kent ütopyası için birer “ayıklama aygıtı” olarak şekillenmesine neden olmuştur.

 

Foucault’ya göre, bu, iktidarın beden üzerindeki denetimi sağlamak için geliştirdiği biyolojik kontrol ve gözetleme teknolojilerinin yalnızca bir parçasını oluşturmaktadır.

 

De Landa’nın, Foucault ile aynı paralelde, Avrupa kentlerinde kurumlar topluluğunun “hiç olmadıkları kadar” biyolojikleşmeleri olarak açımladığı bu fenomen, genetik determinizmin nasıl bir iktidar teknolojisi haline geldiğini ve biyopolitik uzamı nasıl biçimlendirdiğini göstermektedir: “1750 sonrasında, Avrupa’da nüfus artışı yoğunlaşırken, yeni kitleler hastaneler, fabrikalar, okullar ve başka kurumlardan oluşan inceleme, kaydetme ve bölümleme makineleri tarafından işlenmeye başladı.

 

Bu kurumlar ayıklama aygıtı vazifesi görüyordu; mevkilerin homojen olduğu hiyerarşik yapıları doldurmakta kullanılacak ‘normal’ yurttaşlar rezervuarından belli bireyleri ayırıyordu.

 

Eşzamanlı olarak, kentsel ve kırsal Avrupa’nın kopyalarının -yabani otlar gibi en ufak ayrıntılarına varana dek – yaratıldığı ılıman bölgelere bu artık kitleler, o zamana kadar hiç görülmemiş bir yoğunlukta ihraç ediliyordu.

 

Ekolojik olarak homojenleş-leştirilmiş bu bölgelerde, benzer kurumlar göç eden insan kitlelerini incelemeye, belgelemeye ve disipline etmeye başlıyordu...

 

Gözlemler ve kayıtların kullanılması, genetik denetimi kesinleştirmeyi, dolayısıyla (kimi zaman zarar verici olan) genetik homojenleşmeyi mümkün kılmakta tek başlarına yeterliydi.”

 

Öncelikle “besin ve gıda zincirleri” üzerinde deneylenebilir olan genetik denetim, hayvanlar kadar vahşi görülen kırsal yurttaşların da gen determinizmine tabii tutulmalarının yolunu açmıştır; kırsal olan, tıpkı hayvanlar gibi artık genetik bakımdan “disiplinliler” ve “disiplinsizler” kategorileriyle tanımlanacaktır.

 

Bu birikim, 20. yüzyıla varmadan, genetiğin soyarıtımcılığının

bilimsel inşası olarak düşünülmesine yol açacaktır.

 

Modern devlet, böylelikle “homojen yurttaş” talebini, “farklı etnik, kültürel, yerel cemaatlerin homojen bir ulus potası içinde zorla eritilmesi, asimilasyonu”yla açımlamaya başlamıştır.

 

Özellikle “güçlü olanın” veya “uyumlu olanın” sağ kalabilmesi söylemi, sosyal-Darwinizm hezeyanlarını belirleyecek ve Jacob ile pek çok biliminsanının belirttiği gibi, genpolitik uygulamaların erken sahnelerini oluşturacaktır:

 

“Kapitalist ve sömürgeci ideolojiler için Darwincilik, toplumların eşitsizlikleri ve ırkçılığın değişik biçimlerini doğrulamak için bilimsel gerekçe yerine geçmektedir...

 

 XIX. yüzyılın ortalarından beri, etnik-evrimci tasarımlara

dayanan bir ahlak kurmak için birbirini izleyen çabalar görüldü-...

 

Eğer deyim yanlış kaçmazsa, bu ‘biyolojikleştirme’ ideolojik bağlamda bilimcilikten, bu bilimin yöntemlerinin ve kavramlarının günün birinde insan faaliyetlerini en ufak görünümlerine kadar açıklayabileceklerine olan inançtan kaynaklanmaktadır.”

 

Bu inancın arkaplanını 16. ve 17. yüzyılların merkantalist ideolojisi inşa etmiştir; küçük milletlere ait coğrafi uzamın büyük uluslar tarafından ilhakı, ticaret yollarında mallar, para, düşünceler, genler ve mikropların “hep beraber” akmasına yol açmıştır.

 

Foucault, bu yüzden, askeri/donanma hastanelerinin, iktidarın bedene nüfuz etmesi ve onu kontrol altında tutması için mükemmel bir ortam olduğunu söyler.

 

Askeri ve tıbbi teknikler, “bedenin” bir iktidar “nesnesi ve hedefi olarak” keşfedilmesini sağlamıştır;  

 

Bedenle ilgili deneylerin bilgisi nasıl biyopolitik bir uzam olan hastanede gündeme geldiyse, bu “bilginin üreyebilmiş olması” da askeri ve eğitsel disiplinler sayesinde gerçekleşmiştir.

 

Başka bir deyişle, “fizyolojik, organik bilgi” ancak “beden üzerindeki iktidardan yola çıkarak” mümkün olmuştur.

 

Dolayısıyla, hastanelerin birer kayıt makinesi haline gelmesi, bedene nüfuz eden bilginin mekânsallaştırılmasıyla ilişkilidir;

 

“kayıt ve belgelemeye dayalı büyük laboratuvar”lar olmalarınormal/anormal ayrımlarını olanaklı hale getirecektir.

 

Askeri alanlar da, (okullarla birlikte) “insan bedenlerini bir kayıt ve gözlem ağı içinde bir araya getirmenin yanında hem talim hem de cezalandırma amaçlı” uygulamalarıyla, bedene ilişkin disiplinin evrildiği yer oldukları gibi, genetik araştırmalar için uygun bedensel malzemenin sağlandığı deney alanlarıdır.

 

İktidarın bu şekilde geribeslemeli bilgi ve disiplin talebi, 19. yüzyılın

ikinci yarısında Francis Galton’ın ve ardından Gregor Mendel’in bitki ve hayvan genetiği üzerindeki çalışmalarıyla farklı bir boyut kazanmıştır.

 

Bu çalışmalar bilimsel çerçevelerinin dışında, ekonomik kurumların “organik homojenleştirme” sürecini [Tarım Devrimi] biçimlediği gibi, bedenlerin üretim süreçlerine eklemlenebilme biçimlerini de gündeme getirmiştir.

 

De Landa, Galton’ın “soyarıtımı terimini geliştirdiğinde, iktidar kurumlarının insanın genetik malzemelerinin akışı üzerinde denetim sahibi kılma yönünde” nasıl “yaygın bir hareketin” oluştuğuna işaret etmektedir.

 

20. yüzyılın başlarında da, Mendel’in kalıtsallıkla ilgili hastalıklar üzerindeki çalışmalarının keşfi ve ardından da genlerin kalıtsal bilgilerin taşıyıcısı olarak kabulü, insanların da, bitkiler gibi yeniden üretilebileceği fikrini gündeme getirmiştir: “İnsanları seçici döllemeyle iyileştirme şüncesi yeni değildi (hiç değilse

Platon’a dek uzanıyordu), ama 20. yüzyılın başlarında hastanler, hapishaneler ve insanları rutin olarak bölümlere ayıran, inceleyen ve belgeleyen başka kurumların ortaya çıkmasıyla ve yayılmasıyla bir araya geldi.

 

Başka bir deyişle ‘genetik hijyen’ hayali eski olsa da, bu hayali uygulamaya yönelik araçlar ancak olgunluğa ulaşmış ve kurumlar topluluğuna yayılmıştı.

 

ABD’de (ve İngiltere’de, Almanya’da ) Soyarıtımı Kayıt Ofisi gibi özel örgütler kuruldu ve insanın gen havuzunu sürekli bir kayıt ve gözlem sistemine tabii tutma işini üstlendi.”

 

Biyopolitik uzam, böylece bir miktar eksen değiştirerek, genetik kontrolün belirleyici olduğu bir şema içinde de evrilmeye başlamıştır.

 

Kasabalar, kentler veya köyler arası ekonomi-politik mücadele kapsamında gelişen maddi uzamı artık “genetik istihkâmcılık” şekillendirecektir.

 

1920’li yıllarda yapılan pek çok yasal düzenleme, devlet öjenizminin göstergeleridir.

 

Ardından özellikle II. Dünya Savaşı sırasında, bu türden uygulamalar, Hitler’in “Büyük Almanya” projesini biçimleyen “biyoloji doktrin”inin bağlamını oluşturmuştur.

 

Agamben’in deyişiyle “mutlak bir biyosiyasal uzam” olan kamplar ile laboratuvarlar aynı alan içinde bir araya getirilmişlerdir;

 

“Toplama kampları bu mutlak tahakküm amacının deneye tabii tutulduğu laboratuvarlardır.”

 

Buradan, 18. yüzyıldan beri, bedeni bir tür “ağ sistemi” içinde hapseden biyopolitik mekanların birer “enformasyon makinesi” olarak, 20. ve 21. yüzyılın genpolitik uzamlarına ve teknolojilerine baz oluşturduğunu ifade etmek mümkündür.

 

Gözetleyen İktidarın Mekânsallığı ve/veya Mekânın “Enformasyon” Oluşu Üzerine

 

Mimarlık ve kent planlaması, iktidar için daima enformasyon biriktirmenin ve dağıtmanın etkin bir yolu olarak düşünülmüştür.

 

Biyopolitiğin doğuşuyla birlikte, bu enformasyon mekândan mekâna bedenden bedene gezinen sürekli hareket eden bir araç olmuştur.

 

 İktidar mikrofiziği, uzam ve bedeni, hem siyasal aritmetiğin hem de bilimsel ve teknik bakışın kod düzenine indirgeyerek, enformasyon akışını kontrol edebilecek bir “ağ

mekanizması kurgulamıştır.

 

Bu mekanizmanın sicili, yukarıda vurgulandığı gibi, beden ve uzamın, tıbbi ve askeri “sınır” kavramının ürünü haline getirilmesiyle yakından ilişkilidir.

 

Askerin müstahkem mevkisini belirleyen uzamsal “hat” ile bedenin biyolojik “sınırı” [canlı veya ölü beden], yani belirtilerin “özel bir konum edindiği ve görünür bir biçimde yeniden tanımlandığı” sınır, uzamın “enformasyon kayıt aygıtı” olarak biçimlenmesine neden olmuştur.

 

Foucault’nun belirttiği gibi, hastalığın fiziksel uzamı ile [askeri] istihkâmın jeopolitik uzamı, iktidar için ekonomipolitik bağlamda eşanlamlıdır:

 

“Büyük jeopolitik stratejilerden konut, kurumsal mimari, sınıf ya da

hastane düzenlemesindeki küçük taktiklere kadar, ekonomik siyasi tesisleri de unutmadan, uzamların tarihinin tümüyle yazılması gerekecektir.

 

Bu aynı zamanda iktidarların da tarihi olacaktır.

 

Uzamlar sorununun, tarihi-siyasi bir sorun olarak ortaya çıkmasının uzun zaman aldığını görmek şaşırtıcıdır:  ya uzam doğaya –ilk veriye, ilk belirlenimlere, fiziksel coğrafyaya, yani bir tür tarihöncesi tabakaya – geri gönderilmiştir; ya da bir halkın, kültürün, bir dil ya da devletin ikamet yahut yayılma yeri olarak düşünülmüştür.

 

 Kısacası, ya toprak olarak ya da alan olarak analiz ediliyordu; önem taşıyan şey, altlıya da sınırlardı

 

Uzamın tarihi önbelirlediğini, karşılığında tarihin de uzamı yeniden yarattığını ve uzamda tortullaştığını söylemekle yetinmeyerek bu analizin sürdürülmesi gerekir.

 

Uzamda sabitleşme, ayrıntılı olarak incelenmesi gereken ekonomik-siyasi bir biçimdir.”

 

Tıp ve askeriyede biriken teknolojiler kümesi ile bölümün başında altı çizildiği üzere, Jacob’un “genetik istihkâm” tabiri arasındaki çok katmanlı ilişki bu noktada belirginlik kazanmaktadır.

 

Foucault’nun birincil ve ikincil mekansallaştırma olarak nitelendirdiği “beden” mekanı ile “semptom” mekanına ilişkin enformasyon ağı, fiziksel uzamı inşa eden bilimsel/ yönetsel bakışın ürünüdür.

 

Bu bakışla inşa edilen mekân, “…[d]iğer mekânsallaştırma formlarına oranla çok daha çeşitli diyalektlerin bulunduğu bir yerdir:

 

Heterojen kurumlar, kronolojik farklar, politik

çekişmeler, istekler ve ütopyalar, ekonomik baskılar, sosyal çatışmalar.”

 

Tahakkümcü ve gözetleyici bakışın etrafında biçimlenmiş bir “uzam siyaseti” düşüncesi veya mimari aracılığıyla “siyasi örgütlenme”, hem askeri istihkâm alanında hem de hastane ortamında “görülmeyeni görünür” kılan “büyütücü” araçların sağladığı enformasyonla mümkün hale gelmiştir.

 

Bu,teorik ve deneysel fizikte edinilen bulguların da siyasi bir teknoloji olarak biçimlenmesidir; “iktidarın bilgiye, bilginin iktidara eklemlendiği” bakışın kurumlaşması ve “toplumsal uzama fiili olarak dâhil” edilmesidir.

 

Devlet aygıtı kendi otoritesini sağlamlaştırmak için bu türden “evrensel bir görünürlük projesine” işlev kazandırarak, tüm mekânsal kategorileri optik bir makine gibi tahayyül etmiştir.

 

Jeremy Bentham’ıher yere bakan iktidar uygulaması için tasarladığı “Panoptikon” (1831), Foucault’nun gösterdiği gibi, modern iktidarı kurumsallaştıran mimari mekânların mecazı olarak bu tahayyülü nesnelleştirecektir.

 

Panoptikon, 18. yüzyılın ardından pekçok mekânsal düzenlemede, disiplin amaçlı, “gözetleme sorunlarını çözmeye uygun bir iktidar teknolojisi”, “bir düzenekler şebekesi” olarak kullanılmıştır.

 

Bentham’ın mimari şemasını askeri bir okuldan alarak “ideal hapishane” olarak tasarladığı panoptikon’un çalışma ilkesini Foucault şöyle özetlemektedir: “[ç]evrede halka halinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır; çevre bina hücrelere bölünmüştür, bunlardan her biri binanın tüm kalınlığını kat etmektedir...

 

Bu durumda merkezi kuleye tek bir gözetmen ve her bir hücreye

tek bir deli, bir hasta, bir mahkûm, bir işçi veya bir okul çocuğu kapatmak yeterlidir...

 

Görülmeden gözetim altında tutmaya olanak veren düzenleme, sürekli görmeye ve hemen tanımaya olanak veren mekânsal birimler oluşturmaktadır.”

 

“Bentham’a göre, bu küçük ve harikulade mimari kurnazlığı bir dizi kurum kullanabilir. Panoptikon, aslında bir toplum ve bir iktidar türünün ütopyasıdır.”

 

Panoptikon “yeni ‘siyasal anatomi’nin genel ilkesidir.”

 

Hukuki, ekonomi- politik, bilimsel ve teknik süreçleri birbirine bağlayarak, “iktidarı otomatikleştirmekte ve bireysellikten çıkartmaktadır.”

 

Panoptikonun öngördüğü mekânsal dağılım, yönetmeliklere, yasalara, işleve, üretim aygıtına, hiyerarşiye ve yarar anlayışına göre sağlanmaktadır; böylece, yeni bilgi biçimlerinin işlenip uygulanması mümkün olmaktadır; sabitleşme’yi sağladığı gibi dolaşıma da olanak vermekte, yerleri belirlemekte ve değerleri işaret etmektedir; aynı zamanda, “zaman ve hareket ekonomisini de garantilemektedir.”

 

Bu kesintisiz denetim ve gözetim sayesinde, ihtiyaca uygun veri

akışı da garantilenmiş olmaktadır.

 

Bu yolla ortaya çıkan “iktidar mekaniği” “itaatkâr bedenler” imal ederek, organizmasına özgü doğal-organik işleyiş koşullarını da tespit edebilmektedir.

 

Ordu düzeninin özellikle devlet aygıtına model olmasının sebebi, askerin, sadece disiplin-cezalandırma yöntemlerini geliştirmiş olması değil, panoptikon makinesinin kendisi olmasıdır.

 

Ordu, enformasyonu sağlamak ve üretmek için gözetimin sürekli olduğu bir “ağ” mekanizmasını bilimsel yollarla örgütlemiştir; uzmanlaşmış bir “mimar ve mühendislik birliği” [istihkâm] kadrosu sayesinde, kendi taktik uzamını [savaş alanı] olduğu kadar, temsil ettiği ulusun da “yaşam alanını” da gözetim altına alabilecek yönetsel/bilimsel teknikleri geliştirmiştir.

 

Bunun sebebi, askeri düzenin, uzam ve bedeni, bir fizik, matematik

problemi gibi ele alınmasını sağlayan bir işaretler düzeneği olmasıdır.

 

Evreni dev bir makine olarak düşünen Descartes’in Dioptrics’te ifade ettiği gibi, bu düzen insan aklıyla aydınlatılmış bir “bakışın ürünüdür; beden ve mekân, bu makinenin parçalarıdır;

 

 “Kartezyen özne” bir makine-beden imgesidir. “Kartezyen mekân” ise kesişen yatay ve dikey hatlarıyla “ağ” mantığını bir kod düzeni içinde açımlayan bir makine-mekân; yani uzamın geleceğini belirleyen düzenekler şebekesi.

 

“Gelecek”, kavrayan, gözetleyen ve araştıran bakışın haritalarla, modellerle temsil edebileceği epistemolojik bir düzenek ile kayıt altına alınmıştır.

 

Makine-mekân’lar, Foucault’a göre, “manipüle edilen, biçimlendirilen, terbiye edilen, itaat eden, ... becerikli hale gelen veya güçleri artan” [makine]-bedene “yöneltilen büyük dikkatin işaretleri”ni taşımaktadır.

 

İstihkâm alanı, bu nedenle iktidar mikrofiziğinin en net biçimde hissedildiği biyopolitik bir uzamdır; iktidarın tüm mekanizmalarını kendi içinde mikrolaştıran, gözetimini daima evrensel bir ölçeğe taşıyan bir aygıtlar şebekesidir.

 

Ulusların coğrafi ve biyolojik bedeni, istihkâm birliğinin güvenlik

sınırlarını, ulaşım ve iletişim ağlarını “matematiksel akıl” ile “stratejik olarak” inşa etme biçimleri ve tekniklerini oluşturmaktadır.

 

 Foucault, Mattelart ve Virilio’nun, farklı bağlamlarda, Fransız istihkâmcısı Vauban’ ın “Tahkimat” dersi notlarından (1888) özetledikleri gibi, bu düzenlemeler, “müstahkem mevkiin” sınırları askeri işlevlerinin dışında sınıfsal bir işlev” üstlenerek, uzamsal sınırlar için geliştirilen iletişimsel tekniklere dayanmaktadır.

 

 İstihkâmcılık tasarılarına bir yandan da güçlendirilen kentin ya da çevre bölgenin halkını ve halkının yaşam koşulları, etkinliklerini ve kaynaklarını betimleyen istatiksel bir monografi eşlik eder.

 

Öte yandan, her mevkiinin inşası bir grafik plana ya da “kabartmalı plana” olanak verir...

 

1/600 ölçeğindeki bu kabartmalı planlar kentleri ve kalelerini bütünüyle yansıtmakla kalmaz, iletişim yollarına ve köprülere özen göstererek çevrelerini de hatırı sayılı büyüklükte yansıtır: kimi zaman şehrin yüzölçümünün yirmide biri olarak.

 

Savunmacılar için gerçek bir bilgi bireşimi olan kabartmalı plan, kimi kez model, kimi kez portre gibi kullanılır, surların kurulması ve planın hazırlanması bir arada yürür.”

 

İstihkâm planı”, gerçek dünyanın fiziksel uzamından üretilen internet ortamındaki ağ-kentin, bir diğer deyişle, sanal ile gerçeğin hemhal olduğu “rekombinant mekân”ın ilk örneğidir.

 

Foucault, iktidarın askeri uzamı ile İstihkâmcının eylem alanı, “kendi toprağında iletişim yollarını denetleyebilecek ve düşman topraklarına ulaşımı kolaylaştırılacak” şekilde kurulmuştur.

 

Bdeninin inşasını nasıl “makine” anolojisiyle aktarıyorsa, Mitchel da, “rekombinant mimarlık”ı tarif ederken, “elektronik agora”da doğan yeniçağın “yarı makine-yarı insan” melezler için üretilecek melez mekânlar ifadesini kullanmaktadır.

 

Dolayısıyla, gen-politiğin iklimi olan küresel ağ uzamı -elektronik evren-,Descartes, Hobbes, Spinoza, Leibniz vb. Aydınlanma çağı filozoflarının, ruh-madde ikiliğinin hemhal olduğu “tekil dünya” tasarılarının bir parçası olarak şekillendiğini iddia etmek olanaklıdır.

 

Askeri, siyasal ve ekonomik tasarılar çerçevesinde biçimlenen teknolojik evrim, artık “evrimin evrilebilirliği”ne, yani beden ve mekânın sürekli yenidenüretilebileceğine

işaret etmektedir.

 

 Milyarlarca yıllık evrim sonucunda ortaya çıkmış olan bu “dünya” ve “insan” mümkün olma özelliğini nasıl ve neden kaybetmiştir?

 

Mümkünlerin Oyunu: Genetik, Biyoteknoloji ve Rekombinant

 

Ondan sonra Simiadae, Yeni Dünya Maymunları ile Eski Dünya Maymunları diye iki büyük gövdeye ayrıldı.

 

Çok daha sonraki bir dönemde ikinci gövdeden, evrim harikası ve yeryüzünün şan-ı şerefi olan insanoğlu türedi.

 

Charles Darwin, 1895, Türlerin Evrimi.

 

2001 yılında tamamlanan Genom Projesi’nin ardından insan organizmasına ait iki evrensel hakikatin, “biyolojik evrim” [Hayat] ile “yeniden üretilen-evrim”in [Yapay Hayat] bir arada işlenmesinin [rekombinantrDNA] olanaklı olduğu söylenmektedir.

 

Yeni-Darwinciliğin temelini oluşturan bu “mümkün dünyalar” söylemi, hayatı yöneten hücrelerin, atomların enformasyonuna, yani insanın evrimsel süreçlerine ait çok katmanlı zaman-mekân kesitlerine nüfuz edebilecek bir “mümkünler” kümesinin,

dolayısıyla da genpolitiğin çerçevesini oluşturmaktadır.

 

Biyobilimler ile biyo/nanoteknolojileri birbirine uyumlu kılan ağ teknolojileri, genpolitiğin üretim biçimi ve tekniklerini, mekânsal-zamansal olarak sürekli inşa edilebilir kılmıştır.

 

Mimarlık, bu inşa sürecinin dinamik bir bileşenidir; praksislerini, teknobilimler ile bunların yönlendirdiği küresel kapitalist ağ ekonomisi belirlemektedir.

 

Farklı bir deyişle, “[T]ek bir teknolojik ve ticari devrim içinde bilgi ile yaşam bilimlerinin -bilgisayar ve gen- birlikte gelmesi”, mekân zaman- beden ile ilgili teknolojilerin tarihinde yeni bir ekonomi-politik sürece, gen-iktidarının kuruluşuna işaret etmektedir.

 

Bilişim/iletişim teknolojilerinin belirlediği biyo/nanoteknoloji, robotik ve genetik mühendisliği gibi yeni teknobilimlerin tekilleştikleri, “rekombinant” bilgi evreni, genpolitiğin çerçevesini belirlemektedir.

 

Kendilerine “özgü kurallarıyla, Mümkünler Oyunu’nu oynamanın” tikel tarzlarını oluşturan bu teknobilimler, ürettikleri sayısal/sanal gerçekliğin içinde hemhal olmaktadırlar.

 

Mimarlık da dâhil olmak üzere; çok farklı alanlardan gelen enformasyonla eşgüdümlü çalışan çeşitli programlar [yazılım, genetik algoritma] ve teknikler [simülasyonlar, yapay zekâ v.b.] genpolitiğin elektronikbiyosfer‘ini inşa etmektedirler.

 

Bu biyosfer ise, gen-iktidarın kendisini “hacimsizleştirdiği”, sürekli değişebilme kapasitesini örgünleştirdiği bir sanal “panoptik” mekanizmadır; beden-zaman-mekân matrisine dair “evrimsel sürecin”, tarihin, kültürün, hafızanın, fiziksel oluşumların sayısal olasılıklarla yeniden-üretilebildiği ve düzenlenebildiği [evrimin evrilebilirliği], yenidenbirleştirmenin [rekombinant-DNA-gen], yeniden-inşanın [gen terapileri], gözetlemenin [DNA sequencing] ve tıpkı-üretimin [klonlama] programlanabilir olduğu bir “uzam” vizyonudur.

 

Genetik mühendisliğinin bu “organizma yapma” ideali paralelinde, yeni rekombinant organizmalarla etkileşecek biyo/nanomekânlar ve malzemeler üretmenin arka planını da, bu türden programlarla çalışan bilgisayar teknolojileri olanaklı hale getirmiştir.

 

“Genetik ve enformatik bomba”nın “tek ve aynı ‘silah sistemin”de bütünleşmesini sağlayan “bilgisayar” der Virilio, “atom silahının geliştirilmesinde yararlı olduğu gibi, genetik kodun çözülmesinde ve dolayısıyla insan genomunun fiziksel haritasını çıkarmaya çalışan araştırmalarda da son derece gereklidir.”

 

Bu paralelde, Dawkins de “Yapay Yaşam” adlı çalışmasında, “Evrimin Evrilebilirliği”ni olanaklı hale getiren bu siber-ekran-uzamın, bir diğer deyişle, yeni “Darwinizm makineleri” nin imkânlarına işaret etmektedir:

 

Evrilebilirliğin Evrimi gibi bir başlığın benim gibi safkan, radikal bir yeni- Darwinci için lanetli bir ifade olması beklenirdi.

 

Böyle olmamasının bir nedeni, bilgisayarda yapay yaşam modelleri yaratma ve kullanmanın beni farklı şünmeye yöneltmiş olmasıdır.

 

Bu modeller, tekil bir dünya ütopyasını inşa etmek için tasarlanan ağ mimarisi ile yeni-evrimcilik [yeni-Darwincilik] arasındaki ilişkiyi netleştirmektedir; doğal yaşamın özü olarak “ağ” [hücre, gen, kromozom] ile bilgi “ağı” arasındaki bağın sayısal [rakam, ölçü, ölçek, kategori] gerçekler ve hem somut, hem de soyut epistemik modeller [simülasyon] ve programlar [“evrimsel bilgi işleme”-genetik program] ütopyanın üretilebilme olasılıklarını ortaya koymaktadır.

 

Genetik mühendisliği”, “bu işlemi yaşayan madde olarak saydığı organizmanın yapısını çözüp ve programlayıp organizmayı düzenlenebilen enformatik bir yapı olarak” tekrar inşa etmek suretiyle gerçekleştirmektedir.

 

“Program”, elektronik bilgisayarlardan ödünç alınmış bir model olarak, salt rekombinant mekân üretimine temel oluşturmamakta, aynı zamanda bu oluşsal sürecin “teleolojik” boyutunu ve imalarını da meşrulaştırmaktadır.

 

Moleküler biyolog Bonner’a göre, “Gen etkinliğinin sırasını belirleyen” bu “program”ın “genetik enformasyonun bir parçası” olarak gelişmiş olması, onu [evrimsel] “gelişimin, genlerin sistemli ve düzenli” hareketlerine bağımlı hale getirmektedir.

 

 Bu da, belirli genlerin ‘açılıp kapanması’nı (on/off) olanaklı kılan bir “genetik şalter şebekeleri”ni olanaklı kılmaktadır.

 

Bunun anlamıScience dergisinde gündeme gelen “apokaliptik” bir soruda olduğu gibi, “Şalterde kimin parmağı var?” diyeceğimiz bir sürece girdiğimiz midir?

 

Ekibin kuramcısı More, Extropia manifestosunda, “insancıl koşullardan insancılaşırı koşullara” geçmenin elzem olduğunu ifade ederken, “Burjuva Aydınlanması”ndaki “insancıllık” kavramından yola çıkmakta ve “Extropia’cılık ile ‘insancıllar’ arasındaki ortak-kümenin “akıl, ilerleme, insanlığın hayrına olan” değerler olduğunu belirtmektedir.

 

Biyoteknoloji ve nanoteknoloji, bu değerler için gerekli hammaddeyi oluşturmaktadır.

 

“Doğal köklerimizin bize bindirdiği hudutları üzerimizden atarken” der More, “evrimin imkânlarını ve akli, tecrübî zekâmızı kullanacağız ve insan olmamızın getirdiği sınırlamaları böylece aşacağız.”

 

“Yeni-Darwinci” söylem, bu şekilde, hem teknobilim dünyasını yeniden biçimlendirip, hem de küresel ağların içine yerleşirken, “insan” hayatını, onun zaman-mekân deneyimlerini, evrensel panoptisizmin bir nesnesi haline getirmektedir.

 

Bunun ötesinde, insanın karşısına koyacağı “insancılaşırı” varlıklarla panoptik vizyonu insan-makine bağlamından, insanüstinsan boyutuna taşımaktadır.

 

Bilgisayarlar aracılığıyla yeniden-üretilenevrim simülasyonları, “doğal ayıklama” sonucu oluşmuş evrime ikame eden “yapay ayıklama” sistemlerine olanak tanımaktadır.

 

 Extropia’nın üyesi Robotik uzmanı Moravec, bu sistemle, “insanlardan daha güçlü” rekombinant robotların inşasının olanaklı olduğunu söylemektedir.

 

Extropians, “bir grup felsefeci, molekül bilimci, bilgisayar uzmanı, robot teknisyeni, nano-teknoloji uzmanı, medya uzmanı ve matematikçi” tarafından kurulmuştur.

 

Extropia İlkeleri - Birİnsancılaşırılık Bildirgesi] ekstropi, entropinin tersi olarak ortaya konulmuştur.

 

“Termo-dinamiğin ikinci yasasına göre entropi, kapalı bir sistemde, herhangi bir başka enerji biçiminde dönüştürülemeyen ısı miktarının geri döndürülmesi imkânsız bir biçimde artmasına ve bu da entropinin yani düzensizliğin artmasına neden olmaktadır.

 

Extropia’cılar, bilimlerin ve bilginin katlanarak büyümesinin genel olarak enerji, karmaşıklık ve düzen artışına yol açacağını “ bu nedenle de düzensizliğin aşırı artması yasasının yerine “artan verim yasası”nın (Moore Yasası) konulması gerektiğine işaret etmektedirler.

 

“Uzaktan hissedip hareket edebilen elektronik olarak çoğaltılmış, yeniden biçimlendirilebilen, sanal bedenlerle,” postinsanlar, şimdi geriye “atalarımızın protoplazmayla geçirdikleri bu uzun süren silikon-öncesi asırların kültürüne” özlem duyarak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  SANAT EĞİTİMİ Sanatın Tanımı Günümüzü algılayıp anlamak, günümüze kadar geçmişte olup bitenleri ve yapılanları öğrenmek, bilmekle g...