BARBARKEN DAHA MI UYGARDIK ?
Antropolog ve siyaset bilimci James C. Scott'a göre,
evet.
İnsanın doğa üzerinde etkili olduğu dönemi tanımlayan
Antroposen, çoğuna göre 10.000 yıl kadar
önce tarımla ve ilk kentlerin kurulmasıyla başlamış; kimine göreyse Sanayi Devrimi’yle
başlamış.
Scott ise, doğaya ilk müdahelenin, 400.000 yıl
kadar önce, ateşin icadı olduğunu söylüyor.
Afrika'daki soyumuz, ateş sayesinde usul usul çevreyi
dönüştürmeye girişmiş.
Günümüzde ise, doğa baştan aşağı fethedildiği ve
bedenlerimiz dahil doğal haliyle var olan hiçbir şey kalmadığı için, artık
Antroposen terimi pek de anlamlı sayılmıyor.
Antroposen üzerine tartışmalar, ancak sona eren bir
çağı incelemek yönünden ilgi çekiyor.
İnsanların göçebeliği terk ederek yerleşik toplumlar oluşturduğu, mülkiyetin,
ailenin, paranın ve devletin ortaya çıktığı neolitik çağ, uygarlığın başlangıcı
sayılıyor.
Bu gelişmeden önceki avcı toplayıcı toplumlar veya bu
gelişmeyi gösterememiş olanlar, barbar.
Acaba öyle mi?
Scott ve başka birçok antropolog, bu uygarlık
anlatısını sorguluyor, hatta ters yüz ediyor.
Onlara göre avcı toplayıcı döneminde insanların
karınlarını doyurmak için, barınmak için, sanatkârlık için ihtiyaç duyduğu kaynaklar
son derecede zengin.
Örneğin, "on bin yıl öncesine kadar
Mezopotamya, avcı toplayıcılar için kaynakların sınırsız olduğu bir
dünyaydı:
Hem inşaat için hem beslenmek için kullanılan
kamışlar, sazlar, otlar; yemeye elverişli envai çeşit bitki;
Protein kaynağı olan kaplumbağalar, balıklar,
yumuşakçalar, kabuklular, kuşlar, küçük memeliler, göçebe ceylanlar.
Yabani meyvelerle, sebzelerle, ve değişik mevsimlerde
ortaya çıkan değişik göçebe türlerle durmadan yenilenen koca bir vahşi
ambar".
Barbarların toplumsal hayatı, sanat ve aşk hayatı,
beslenme ve barınma alanlarında sahip oldukları bolluktan daha da çarpıcı.
Bir kere, barbarlar arası ilişkiler gayet eşitlikçi.
Avladıklarını ve topladıklarını paylaşıyorlar.
Bir çeşit armağan ekonomisi (potlaç) var.
Çocuklarının bakımını da paylaşıyorlar.
Bütün kabile üyeleri aileden sayılıyor.
Aşk ve arzu olabildiği kadar özgür.
Toplumsal ve cinsel ayrımcılık yok.
Cinsel işbölümü dışında işbölümü yok.
Kafa-kol emeği arasındaki temel işbölümü bile yok.
Genellikle kadınlar toplayıcı, erkekler avcı, ama bu
da pek belirleyici değil.
Birer homo faber olarak
kendi çalışma araçlarını kendileri imal ediyorlar.
Çalışma süreçlerini, emeklerinin ürünlerini kendileri
yönetiyor ve denetliyorlar.
Dolayısıyla yabancılaşma da yok.
Kısacası, uygarlık öncesinde insanlar tam bir ütopyada
yaşıyorlar.
Uygarlıkla ortaya çıkan ütopya edebiyatı hep onların
hayatına öykünüyor.
Bu nedenle de Marx, o düzeni "ilkel
komünizm" olarak tanımlıyor.
Uygarlık ve Ütopya Toplumunun Sonu
Tarımla ve kentlerin kurulmasıyla başlayan uygarlıkla
birlikte, işler ters yüz oluyor.
En başta beslenme, ekimi yapılan tahıllarla ve ekim
mevsimleriyle sınırlanıyor.
Tahıla öncelik verilmesi, vergi olarak tahsil
edilmesi, depolanması gibi kolaylıklarla ilgili.
Evcilleştirme sonucu insanlar hayvanlarla iç içe
yaşıyor.
Ortalığı çöp basıyor, evleri de.
Fareler cirit atıyor.
Bu durum salgınlara yol açıyor.
Antropologlar neolitik yerleşmelerin kısa
sürelerle ve apar topar yer değiştirmelerini bu salgınlara bağlıyorlar.
Devletin kurulması, vergilerin yanı sıra yönetici bir
sınıf doğuruyor.
Bu sınıf diğerlerinin emeği üzerinden gücünü
sürdürüyor.
Üretim, ortaklaşa değil, köle emeği üzerinden
gerçekleşiyor.
Paranın, ticaretin, sınıfların ortaya çıkması, insan
ticaretini de getiriyor.
İşbölümü ve uzmanlaşma gelişiyor, kafa ve kol emeği
ayrılıyor ve giderek kutupsallaşıyor.
Artık herkes sanatçı değil.
Kentlerin etrafına dikilen duvarların, barbarları
dışarda tutmak için değil, uygarları içerde tutmak için inşa edilmiş
olabileceğine inanılıyor.
Aşk, Sanat ve Hayvanlara Tapınma
1966'da toplanan "Avcı İnsan"
konferansında,Marshall Sahlins, avcı toplayıcı düzenin ideal bir
"refah toplumu" olduğunu öne sürmüş; ve bu toplumda yaşayan
insanların yoksul, yabani, yalnız, vahşi, sefil olduklarına ilişkin tezleri
çürütmüş.
Sahlins'e göre, maddi olanakları yönünden gayet
müreffeh olan bu insanların çalışma dışındaki zamanları da gayet bol.
Ne yapıyorlar bu boş zamanlarında?
Tabii ki, oyun oynuyorlar.
Aşk ve sanat yapıyorlar.
Bu da bize Bataille antropolojisini hatırlatıyor.
"Georges Bataille antropolojinin klasik tezini onaylar:
İnsan çalışma sayesinde ve çalışma araçlarını icat
ederek insan oldu (homo faber); hayvanlardan ayrıldı.
Bundan böyle bütün hayatını, var olmak amacıyla
zorunlu olduğu, gündelik, pratik, faydalı, işlevsel, akıllı uğraşlara
adadı.
Ancak Bataille’ın tespiti burada bitmiyor.
Çünkü ona göre, insan sadece aletleriyle akıllı işler
yaparak hayvanlardan kopmuyor.
Bu tür iş yapmaya direnen, onu ihlal eden, aklını
kullanmaya dayanmayan ve kendinden başka amacı olmayan güdüleri,
duygulanımları dolayısıyla da hayvanlardan ayrılıyor.
Yani sadece aklı sayesinde değil, ona karşı direnen ve
onu ihlal eden arzularıyla ve hayalleriyle de insan oluyor.
Sadece iş yaparak değil, iş yapmayı feda ettiği
erotizm aracılığıyla da insanlaşıyor."
Sanat da, çalışmaya ve akla direnen, amacı ve faydası
kendinden ibaret olan, aşk gibi özerk ve özgür bir oyun.
Bataille, Fransa'daki Lascaux mağaralarında bulunan, 17.300 yıl öncesine
ait Paleolitik resimleri incelediği Lascaux: Sanatın
Doğuşu kitabında , sanatı bu mağarada
yaşayanların yaratmış olduklarını yazar.
"Ve 'hiçbir şeyden yaratmışlardır'.
Sadece sanat yapmayı arzu etmişlerdir.
Ona göre Lascaux mağarasında yaşayanlar, tahminlerin
aksine hiç de sefalet içinde değillerdi.
Bolluk içindeydiler ve gülmeyi, kahkaha atmayı
biliyorlardı...
Daha başlangıcında sanat bir çeşit oyundu.
Bataille'a göre, Lascaux mağaralarının sanatı kazara,
şansa bağlı olarak ve oyun sonucu icat edilmiş olmalıydı.
Dolayısıyla sanat, çalışmanın egemen olduğu dünyayı
ihlal ediyordu.
İnsanı ihtiyaçlarının pençesinden kurtarıyordu.
Aslında sanat, her zaman ne idiyse Lascaux
resimlerinde de oydu:
Arzularımızın canlandırdığı olağanüstü, harikulade bir
dünyanın, olağan dünyanın yerini alması."
İlk zamanlarda insanlar, hayvanlar karşısında
kendilerini üstün hissetmezlerdi.
Üstünlük duygusu hayvan yetiştirmekle başlayacaktır.
İlkel insanlar hayvanları insanlardan daha kutsal,
daha tanrısal sayıyorlardı.
Çünkü hayvanlar çalışma hayatının zorladığı tabulara
tabi değillerdi.
Dolayısıyla hayatları üzerinde tam anlamıyla
egemendiler.
Lascaux ile aynı bölgedeki Trois-Fréres mağarasındaki
resimler, tarihteki ilk insan tasvirlerinde insanın hayvan olarak
resmedildiğini gösteriyor.
Üstelik bu hayvan, tanrılarla aynı düzeyde.
Trois-Fréres'deki resimleri ortaya çıkaran
rahip-arkeolog-antropolog Henri Breuil, bu resimlerde görülen hayvan
kılığına girmiş şamanları "tanrı" olarak da adlandırır.
Tarih öncesi mağara resimlerinde hayvan kisvesine
bürünen insanlar, böylece tanrıya özgü olan bir hükümranlığa
kavuşmaktadır.
İnsanın hayvanlar âlemine özgü olan hükümranlık ve güç
karşısında eğilmesi, dünyevi, akli mesaisinden kurtularak varlığının en derinlerde
yatan anlamını kutsaması demektir.
Yani denebilir ki, başlarda insanlar, insanları
hayvansılaştırıp, onları kutsadıkları ölçüde insan oluyorlar, H. G.
Wells'in romanı Doktor Moreau'nun Adası'nda olduğu gibi
hayvanları insanlaştırarak değil.
Doktor Moreau, köpekleri, domuzları, öküzleri,
parsları ve daha birçok hayvanı ameliyat ederek onları insana benzetiyor.
Daha sonra kendini onların tanrısı ilan ederek onlara
birtakım yasalar dayatıyor.
Hayvan Halkı dediği bir uygarlık kuruyor.
Ama insanlaştırıldıkça ve uygarlaştırıldıkça hayvanlar
barbarlaşıyor, tanrılarını ve onun kurduğu uygarlığı
parçalıyor.
Plutokratların ve artokratların zaman zaman
kendilerini alamayıp kültür başkentleri arasında saydıkları,"uygarlık
beşiği" İstanbul'da, 2017 yılında 57 kadın erkekler tarafından
katledilmiş.
Türkiye çapında bu rakam 409!
387 çocuk cinsel istismara uğramış,
332 kadına cinsel şiddet uygulanmış.
Belki de uygarlık, Adorno'nun dediği gibi barbarlıktır?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder